Ne güzel demiş şair, “Seher yola giren âşık gece Leylâ’da akşamlar”. Seher, Bartın’dan yola çıkan seyyah, gece Batum’da akşamlar mı bilmem ama ben akşamladım. Hayatımın belki de en yoğun, en sarsıcı bir ayını size anlatmaya niyetliyim. Başarabilir miyim bilmiyorum, deneyeceğim.
Yolculuk Selahattin Turan’dan “İşlem tamam!” mesajını almamla başladı. Önce Adapazarı’na uğradım. Beni bir ordu bekliyordu Karaçam denen çocukluk cennetimde. Annem, kardeşlerim/ablalarım, yeğenlerim, bir de Hasan Hoca. Akşamın bir türlü gelmek ve bitmek bilmediği bu günün ertesinde güneş daha doğmadan başladı yolculuk. Tam yirmi yıl sonra Bartın’a gidecektim. Sempozyum güzel bir bahaneydi aslında, eski dost Bartın’ı görmek, halini hatırını sormak ve onunla özlem gidermekti amacım. Mengen’le Bartın arası bana hep gizemli ve egzotik gelmiştir. Yeşil, dört yandan el sallar size, hele bir de arabanızın camını açarsanız ıhlamur kokusuna varana dek bin bir çiçek rayihası doldurur içinizi.
Bartın il sınırından itibaren üniversitenin nerede olduğunu gösterecek bir levha aradım durdum, ama yetkililer bana oyun oynamış olacaklar ki böyle bir levha bir türlü gözüme ilişmedi. Şehir merkezi girişinde sağa/çevre yoluna dönmeyip merkeze doğru gitmeye karar vermişken son anda üniversiteyle ilgili küçük bir işareti görür gibi oldum, ancak frene dokunmamla bir anda trafik allak bullak oldu. Küçük bir işaretten hareketle kocaman üniversiteyi bulmak benim maharetime kalmıştı. Yoldan emin olduktan sonra hem gittim hem de Bartın’la sohbeti koyulaştırdım. Yazık etmişler sana dostum, dedim. Yollarını dar, sokaklarını basık, havanı kasvetli, yeşilini küskün buldum. Ben gittikten sonra tamamen içine kapanan Bartın sustu. Ben konuştum, o sustu.
28-30 nisan tarihleri arasında bol bol bildiri dinleyip Amasra-Bartın arasında mekik dokuduk. Beni en çok gençlerin heyecanı etkiledi. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; eğer gençler bu şehirde tutulabilirlerse ortaya bilimsel yönü hiç de yabana atılmayacak bir bilim yuvası çıkacak. Anlayacağınız üniversitenin biraz zamana ihtiyacı var.
Bartın’daki öğretmenlik yıllarımda (1993-1996) Orman Fakültesi ve Anadolu Lisesi’nin olduğu yere kocaman üniversiteyi sığdırmış yetkililer. Fakülte ve liseden bir nevi üniversite ve kampüs doğmuş. Yeni bir kampüs inşaatının bütün hızıyla devam ettiğini kulağımıza fısıldadı çevremizdekiler.
Eski dost Amasra yine bütün heybetiyle karşıladı bizi. Ayrı bir ihtişamı ve sükûneti var bu kadim Anadolu kasabasının. Yeşille mavinin buradaki valsini gördükten sonra mekâna bakışınız değişiyor. Bir rüyadan arta kalmanın sevinci içinde yeni yeni güzelliklere kanat çırpıyorsunuz.
Bartın bizi şaşırtmaya devam etti. Daha ilk gün bildiri metinlerini elimize tutuşturdular. Öyle az buçuk değil neredeyse bin beş yüz sayfayı bulan iki büyük boy kitaptı elimizdekiler. Bir de İstanbul’da bir Yahya Kemal Sempozyumu’nda tanık olmuştum böyle bir güzelliğe. Hocaların Hocası Kâzım Hoca, kendi eliyle vermişti bize bu bildiri kitabını. Ramazan Kaplan ve Halil İbrahim Delice Beyler başta olmak üzere böyle bir güzelliğe imza atanları tek tek kutlamak gerekiyor.
Anladık ki Bartın denen sihirbaz bizi hiç bırakmayacak. Şikâyetçi değiliz.
…
Kısa bir Ankara seyahatinden, yüksek lisanstan öğrencim Selami Alan’ın doktora tez savunmasından sonra, bu sefer ibre Rize’yi göstermeye başladı. Ama yol üstünde Çarşamba’da bizi bekleyen öğrencilerimiz vardı, uğramadan olmazdı. Birkaç gün önceden Hüseyin Özdemir’le irtibata geçmiştik zaten. Kafasına koyduğunun peşini bırakmayan bir uşaktı Hüseyin, hiç değişmemiş. İlk telefon konuşmamızdan sonra kırk kere aradı, kırk birincisinde telefonu açmadık, çünkü o bizi görmeden biz onu görmüş, kokusunu almıştık.
Yeşilırmak kenarında Aydın Balıkevi’nde masalar kurulmuştu. Aklınıza hemen işret meclisleri gelmesin, balık dediysek helâlinden. İnanın öyle samimi bir ortam vardı ki, Hüseyin Özdemir, Süleyman Çakır ve Abdülkadir Palta ile sohbet etmekten balık yemeye vakit bulamadık. Bizi yüzleriyle değil yürekleriyle ağırlayan bu güzel insanlara buradan ne kadar teşekkür etsek az. Balığın şişi de olurmuş. Yan yana dizilen bu lezzet incilerine elim de şahittir, dilim de, damağım da.
Laf lafı açtı ve öğrendik ki üç öğrencimiz daha burada aynı kuruma ait bir özel okulda öğretmenlik yapıyorlar. Merak edenler için yazayım, reklam olacak ama olsun, Samsun/Çarşamba Farabi Koleji’nden bahsediyorum. Bu üç kafadar eğitimden inşaata birçok alana el atarak işlerini büyütmüşler, bunu diğer öğrencilerimizi teftiş etmek için bindiğimiz arabaları görünce anladık. Payıma “Range Rover” düşmüştü. “Audi A4”ü takip ederek teftişe/okula gittik. Bu kadar olsun, eee Karadeniz demek biraz da gösteriş demek. Öğrencilerimizden Eray Özkan’ın, öğrencilerine ders anlatırken birden karşısında beni ve İsmet Şanlı’yı görmesi sonucunda verdiği tepkiyi anlatmak ne mümkün. Tam bir şok hâli: Hocamm siz! Ya Yavuz Selim Atak’ın okulun iç merdivenlerinde bir anda karşısında bizi görünce “Rüyada mıyım Allah’ım?” diyerek kendini mıncıklaması? Asıl teftiş/sürpriz İbrahim Çakır için kurgulanmıştı ve İbrahim Hoca öğrencileriyle birlikte sınıfına gelecek müfettişi bekliyordu. Kapıyı İsmet Şanlı açıp arkadan da ben müfettiş niyetine sınıfa girince ayrı bir heyecan dalgalanması daha yaşadık. Teftiş bir anda mutlu bir kavuşmaya dönüştü. Müfettişler yıllar öncesinden tanıdık çıktı. Öğrencilerinin, öğrencim için söylediklerinden sonra çok mutlu oldum. Bizim İbrahim tam bir edebiyat öğretmeni olmuş. Bu arada “Range Roverlı Hüseyin” bize okuldaki bütün koltuklu odaları tek tek göstermeyi ihmal etmedi, hatta birkaçında kahve de içtik. Geçmişi yâd ederken (Bu yazıyı yazarken Kars’tan bir başka öğrencim İbrahim Çobanoğlu aradı. Ona da buradan çok selam.) bu genç kapitalistlere anlayacakları dilden haddini bildiren Selahattin Turan’ı anmadan edemedik. Selahattin Hoca’m, sınır tanımayan diliyle bu gençlere aylar önce haddini bildirmiş ve bize söylenecek fazla söz bırakmamıştı.
Öyle güzel bir birliktelik oluşturmuşlar ki bir kere daha öğrencilerimle gurur duydum, alenen ve gizli olarak, her fırsatta maşallah demeyi ihmal etmedim. Batum Ovası’na benzettiğim Çarşamba’dan ayrılmak zor oldu elbette, ama “Bundan sonra her yolumuz düştüğünde uğramadan geçmeyeceğiz.” sözünü vererek Rize’ye doğru tekrar yola koyulduk.
…
Yol yordu bizi.
Ordu, Giresun ve Trabzon’un özellikle şehir merkezlerini paralel kesen yollarında ilerlemek hem zor hem can sıkıcıydı. Kemençeyle horon oynar gibi sürat bazen 100’den 70’e, 70’den 50’ye, 50’den 30’a düşüyor sonra birden 110’a çıkıveriyor, peşinden yine 70’e, 50’ye düşüyordu. Kazasız belasız hayırlısıyla Rize’ye vardık ama varana kadar hava iyice kararmıştı. Hiçbir yere uğramadan Rize’nin en güzel sayfiye mahalli Botanik Bahçesi’ne çıktık. Çaylar da dostlar da bizi bekliyordu.
Bildirimiz bir sonraki gün sabah erkendendi. Plânlar yapmıştım kafamda ama mekânın Rize olduğunu hesaba katmamış olmalıyım ki hepsi havada kaldı bunların. Anlatayım: Beni bu sempozyum için Rize’ye davet eden İhsan Safi’ye post-modern bir teşekkürdü plânladığım. Yahya Kemal’in Edebiyata Dair’de kendisi için özel bir yazı yazdığı Râsih’ten bir beyitle başlayacaktım konuşmaya;
Rîze-i elmâs eker her açtığı zahme o şûh
Lütfu var olsun eder ihsân ihsân üstüne
(Sevgili, açtığı her yaraya elmas tozu eker. Lütfu (iyiliği) var olsun; âşığına ihsan üstüne ihsanda (iyilik üstüne iyilikte) bulunur.)
Beytin en kısa açıklaması yukarıdaki gibi, ama biraz açarsak şair diyor ki, “Sevgili âşığının bağrında açtığı yara ile ona ilk iyiliğini yapmıştır, çünkü bu yara âşığa daima sevgiliyi hatırlatacaktır. Sonra elmas tozları serperek yaranın kapanmasını engellemiş ve âşığına ikinci iyiliğini yapmıştır.”
Divan edebiyatının en güzel gazellerinden birinden alınma bu beyitte daha birçok incelik var, ama konumuz metin şerhi değil. “Rîze-i elmâs”, elmas tozu demektir ve bu toz henüz kapanmamış yaranın üzerine serpildiğinde dayanılmaz bir acıya sebep olur. Ayrıca bu toz parlaklığı ve âşığın sinesinde yara açma özelliği ile sevgilinin gözlerini akla getirir. Sevgilinin gözleriyle açtığı yaraya yine gözleriyle elmas tozu ekmesi ne güzel/ne ince bir imge. (Bütün bu söylenenler bir türküde geçen; “Yollar seni gide gide usandım/Ayağıma diken battı gül sandım.” mısralarını akla getirmiyor mu?)
Post-modern teşekkür/yorum demiştim, bu beyti bildirimi sunmaya başlamadan önce okuyacak ve şöyle izah edecektim: “Beyitteki “rîze-i elmâs”, Rize şehrinin elmas gibi değerli olduğunu işaret ediyor, “zahm” ifadesi dağlara, “şuh” ibaresi denize gönderme yapıyor, ama Rize’yi Rize yapan sâfi ihsandır…” Uzayıp gidiyordu zihnimdeki cümleler, ama İhsan Safi sabah oturumuna gelmedi.
…
Yılların tecrübesi Ali Çelik Hoca’mla ve onun babacan tavırlarıyla teselli bulduk. Ali Çelik Hoca yeni emekli olmuş, Hanefi Yontar Hocam’ın da Erzurum yıllarından dostu. Hoca, Hanefi Hocamız’ın rahmetli olduğunu duymamış. İlk defa benden duydu. Söylemez olsaydım, haberi duyar duymaz şöyle bir öbür tarafa gitti geldi koca Ali Hoca. Ve dost yadigârı bizi sempozyum boyunca bir daha bırakmadı. Ellerinden öpüyorum bir kere daha Ali Hoca’m. Hasan Ali Esir Hoca’dan mülhem ve ışığın arkadan gelmesinden hareketle anlattığınız fıkrayı hiç unutmayacağım. Bartın’da da Rize’de de kendi kutlu tepelerinde soluklanan büyüklerimize pek yaklaşamadık. Canları sağ olsun büyüklerimizin. Ama Ali Çelik’i bu kadar geç tanımanın hüznü içreyim hâlâ. Kalın Oğuz Beylerinden Ali Çelik Hoca’ma uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum. Neyse, Safi olmayan bir girişten sonra oturum da bitti bildiriler de.
Peşi sıra Ayder’e çıktık. Ne yalan söyleyeyim, ben Giresun’daki Kümbet’i daha çok beğenmiştim. Ama Fırtına Deresi’nin doğuşunu her fani mutlaka görmeli. Bunun için bile Ayder’e gitmeye değer.
…
Bir gün sonra Batum gezisi vardı.
1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra aile büyüklerim Batum’dan Sakarya’ya göç etmişler. Uzun sayılabilecek ömürlerinde bir daha Batum’u görememişler, ben onların gözüyle de bakacaktım bu topraklara.
Zihnimde bir türkü vardı,
Ben giderim Batum’a
Batum’un batağına…
Bataklıkmış gerçekten Batum. Çoruh Nehri’nin taşıdığı alüvyonlar suyun hızı azaldıkça birikmeye başlamış ve zamanla bir ova çıkıvermiş ortaya, tıpkı bir türlü ayrılamadığımız Çarşamba Ovası gibi. Su oburu okaliptüsler yetişmiş Batum’un imdadına. Yüzlerce litre su emme özelliği olan bu dev ağaçlar çamurun inadını kırmış ve batağı zamanla yeşil bir ovaya çevirmişler. Türkü bu değişimi anlatıyormuş meğer. Öğrenmiş olduk.
Batum’da ilk olarak, şehre dokuz kilometre mesafedeki Botanik Bahçesi’ne gittik. Kıtaların çiçek çiçek, ağaç ağaç el ele vermesine tanık olduk bu bahçede. Dünyanın her yerinden bitkiler ve çiçekler vardı burada. Hele bir de bahçe içindeki yolun sağa sola kıvrılması sonucunda Karadeniz mavisiyle göz göze gelmenin zevki… Baş döndürücüydü.
Bir ağaçta tepeden bakan güller dikkatimi çekti sonra. Dünya tatlısı rehberimiz Ali Bey’e ağacın türünü sordum ve “Japon gülü” cevabını aldım. Aklıma gençlik yıllarında bir arkadaşımın hediye ettiği aynı ismi taşıyan kitap geldi. Birkaç saniyeliğine de olsa gülden bir köprüyle geçmişe uzandım.
Batum’a kadar denizle dağ arasına sıkışmış Karadeniz ahalisi burada rahat nefes almış, Karadeniz Akdeniz’e evrilmiş anlayacağınız. Denizin kenarına Avrupaî bir hava hakim, hatta binalar bazen Avrupa sınırlarından Dubai’ye doğru da taşıyor. Denize yaklaştıkça zenginleşen Batum, dağa doğru gittikçe yoksullaşıyor.
Denize sıfır Riviera Restaurant’ta yediğimiz Gürcü menüsünün tadı hâlâ damağımızda. Restaurantın güler yüzlü personelinin, doyamadığımız “haçapuri”ye ilavelerle bizi doyurmaları da ayrı bir güzellik olarak gönlümüzü terk etmeyecek.
Yazıyı Hülya Argunşah Hocamız’ın Selami Alan’ın jürisinden sonra yediğimiz keyifli akşam yemeğinde anlattığı fıkrayla bitirelim:
Kayseri’de yüzünüzü Erciyes’e döndünüz mü kıbleye de dönmüş olurmuşsunuz. Kayserilinin biri hacca gitmiş, namaz vakti gelmiş, namazını kılacak ama kıblenin ne tarafta olduğunu bilmiyor. Yanındakine sormuş;
-Hemşerim Erciyes ne tarafta?
…
Akşama doğru hepimiz “Türkiye ne tarafta?” diyen gözlerle Sarp’a doğru yol aldık. Elli sene daha bekler mi bilmem ama Batum’a bir kere daha yolumuz düşsün isteriz. Hem de Bartın ve Rize üzerinden. Çarşamba’yı da sel almadan.