“Bahçeli’nin Yerinde Olsaydım…”

 

Mustafa DELİKURT

Toplumda, özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra, MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin “Devlet Adamı Bahçeli” imajı ile bağdaşmayan bir tutum içinde olduğu kanaati yaygındır ve bu tutuma anlam veremeyen insanlar çoğunluktadır.

İktidarın artık iyice zorlanmaya başladığı, yorulduğu, ekonomiden dış politikaya kadar pek çok alanda ─ülkenin geleceği bakımından kaygı uyandıran─ ciddî hatâlar yaptığının artık toplumun geniş kesimleri tarafından dile getirilmeye başlandığı; seçmenin ciddî bir alternatif arayışı içinde olduğu; CHP’nin klâsik sorunları sebebiyle iktidara alternatif olma şansını kullanamadığı bir ortamda, önceki seçimlerde iktidar ve anamuhalefet partilerine oy veren seçmenlerin ─en az─ % 70 seviyesinde “ikinci tercihi” durumunda olan MHP’nin, yapılacak ilk seçimde iktidar olmasını bile mümkûn kılacak bir kamuoyu eğiliminin giderek güçlenmeye başladığı müşahade edilmekte iken, Devlet Bey’in, ─bırakın iktidar olmayı─ MHP’nin Meclis dışında kalmasına bile yol açabilecek bir tutum sergilemesini makûl ve mantıklı gerekçelere dayandırabilmek gerçekten zor görünüyor.

***

Sayın Devlet Bahçeli’nin kamuoyunda kendisine duyulan güvenin sorgulanmasına yol açan tavırları daha 7 Haziran 2015 akşamı başladı.

Oyların önemli bir kısmı sayıldıktan sonra, “hiç bir partinin tek başına iktidar olma şansını elde edemediği” anlaşılmıştı. Bu esnâda, diğer parti liderleri gibi, Sayın Bahçeli de kameraların karşısına çıktı ve bilinen açıklamalarını yaptı. Bahçeli, daha seçim sonuçları kesinleşmeden, toplumda “kurulacak bir koalisyonda MHP’nin görev almayacağı” algısının oluşmasına meydan veren açıklamalarda bulundu.

Oysa ki, mâkûl olan, seçim sonuçlarından ötürü vatandaşlarda “ülkenin bir belirsizliğe ve istikrarsızlığa sürüklenebileceği” endişesinin oluşmasına fırsat vermeyecek, olumlu, yapıcı, ümitvar mesajlar içeren; kendisini ve partisini taahhüt altına sokmamakla birlikte, toplumu teskin edecek ve “güçlü bir koalisyon hükûmetinin kurulması konusunda MHP’nin elinden gelen çabayı göstereceğini, bu konuda yapıcı bir tutum içinde olacağını” ihsas ettiren nitelikte bir açıklama yapması idi.

Sayın Bahçeli, seçim gecesi ortaya koyduğu tavırlarını koalisyon görüşmeleri sırasında da sürdürdü.

Aslında, tek başına iktidar olmaya alışmış, üstelik kamuoyunun mâlûmu olan bir takım hâdiseler sebebiyle, tek başına iktidarı kaybetmesi durumunda yaşanabilecek sorunlardan ötürü ciddî mânâda kaygıları olan AKP yönetiminin (özellikle de, eski partisiyle ilgisini sürdürme kararlılığında olduğu anlaşılan sayın Cumhurbaşkanı’nın), seçim sonuçlarından memnun olmadığı; bu yüzden de, koalisyon görüşmelerini çıkmaza sokarak, seçmenin geçmiş yıllardan kalan “istikrarsızlık” endişesinden yararlanmak suretiyle, seçimlerin yenilenmesini sağlamaya çalışacağı müşahade edilmekte iken, Sayın Bahçeli ortaya koyduğu tavırla “MHP/Bahçeli koalisyon istemiyor, sorumluluktan kaçıyor; bu durumda ülkenin istikrarsızlığa sürüklenmesi mukadderdir” algısının seçmenlerde oluşmasına zemin hazırlamıştı.

Nitekim seçmen, Sayın Bahçeli’nin koalisyon görüşmeleri sırasındaki “uzlaşmaz görünümlü” tavrını onaylamadığını, 1 Kasım seçimlerinde göstermiştir. MHP’nin milletvekili sayısı yarıya düşerken, TBMM’de de dördüncülüğe gerilemiştir.

En önemli vasıflarından birisi “ülke bütünlüğünün korunması” konusundaki hassasiyeti olan MHP’nin, Meclis’te “Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit ettiğine inanılan” bir partinin gerisinde kalması, milliyetçi-muhafazakâr kesimde derin bir üzüntü ve hayâl kırıklığına yol açmıştır.

Sayın Bahçeli’nin, seçmen nazarında itibarı yüksek olan ve hem parti tabanında hem de genel seçmende “MHP’nin gelecekteki lider adayları” olabileceği düşünülen bâzı şahsiyetleri, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde liste dışı bırakması da, seçmen tarafından onaylanmamıştır.

“Devlet Adamı” Devlet Bahçeli

Devlet Bey için yakın zamanlara kadar ─oy versin ya da vermesin─ toplumdaki pek çok insanın ortak yargısı, “sorumluluk sahibi bir siyâsetçi” olduğu yönünde idi. 

Devlet Bey, MHP Genel Başkanı olduğu günden buyana, pek çok kritik konuda, “partisinin zarar görmesi pahasına, ülke yararını önceleyen” tavır ve uygulamaları ile “devlet adamı Bahçeli” sıfatını fazlasıyla hak etmişti.

Ki, hakkaniyet gereği, burada belirtmek durumundayız, son zamanlardaki tutumu sebebiyle O’nu eleştiren çevrelerin ─bâzen eleştirinin dozunu kaçırarak─ aleyhinde kanıt olarak ortaya sürmeye çalıştıkları pek çok konuda Sayın Bahçeli tamamiyle “devlet adamı” sorumluluğuyla hareket etmiştir ve ─bize göre─ yaptıkları doğrudur.

Meselâ, Sayın Bahçeli’nin 1999 yılında koalisyon görüşmeleri sırasındaki tutumu böyledir. Ülke, o târihte, ─başta terör ve ekonomi olmak üzere─ ağır sorunlarla karşı karşıya bulunuyordu. Mevduat fâizlerinde vâde bir ayın altına düşmüştü, Hazine bonolarının vâdeleri kısalmıştı, reel fâizler 20-30 puan civarındaydı ve bu yüzden, Bütçe harcamalarının önemli bir kısmı kamu borçlarının anapara taksitleri ile fâizlerinin ödenmesinden ve sosyal güvenlik sistemi açıklarından kaynaklanıyordu. Bütçe gelirleri ─bırakın kamu harcamalarının tamâmını─ sözkonusu harcama kalemlerini dahi karşılamakta yetersiz kaldığından, “borçlar, yeniden borçlanarak” ödenebiliyordu. Her hafta yenilenen Hazine ihâleleri, mâlî piyasaların en önemli iştigal konusuydu ve birazcık nakdi olanlar, her gün biraz daha yükselen fâiz oranlarından daha fazla yararlanabilmek için banka banka dolaşıyorlardı. Böyle bir ortamda tasarruflar kısa vâdeli spekûlâtif (borsa, hazine bonosu, hisse senedi vs.) yatırımlara kaydığından, üretimi/millî geliri/istihdâmı artıracak reel yatırımlara kaynak aktarılamıyor, bunun tabii sonucu olarak işsizlik her geçen gün yükseliyor, dolayısıyla toplumdaki fay hatları tehlikeli biçimde yerinden oynuyordu.

Böylesine kritik bir süreçte, yıllardan buyana ülkeyi yöneten, toplumdaki güvenilirliğini önemli ölçüde yitirmiş, ─28 Şubat döneminde olduğu gibi, haklı ya da haksız─ toplumda gerilimlere sebebiyet veren, yaşanan sorunların ortaya çıkmasının büyük ölçüde müsebbibi konumunda olan ve daha önce kurulan koalisyon hükûmetlerinde uyumlu/ahenkli bir yönetim tesis etmeyi başaramayan partilerle kurulacak bir koalisyon hükûmeti, sözkonusu sorunların daha da ağırlaşmasına ve MHP’nin toplumun teveccühünü ─uzun süre telâfi edilemeyecek biçimde─ kaybetmesine yol açabilirdi. Bu şartlar altında, MHP’nin ─o günkü Meclis yapısı başka bir hükûmet modeline izin vermediğinden─ DSP ve ANAP ile koalisyon hükûmeti kurması doğru olandı.

Tabii, hükûmet kurma çalışmaları sırasında, DSP Genel Başkanı Ecevit’in eşi tarafından yapılan saygısızlık, siyâsî nezaket kuralları çerçevesinde ─lâyık olduğu şekilde─ cevaplandırılmalı ve böylece tabanın gönlünde burukluk oluşmasına fırsat verilmemeliydi. Ancak, bu yapıl(a)madı. Hattâ, Sayın Bahçeli, zaman zaman olağanüstü sert bir tutum takınabilmesine rağmen, sonraki târihlerde vuku bulan benzer konularda da bu munis tavrını sürdürdü ve bunun sebebi anlaşılamadı.

***

Sayın Bahçeli’nin idamların kaldırılması konusundaki tavrı da çok eleştirildi ve o günden buyana eleştirilmeye devam ediliyor. Toplumda bâzı kesimler, “şâyet idâm kaldırılmasaydı ve terör örgütünün hapisteki elebaşısı idâm edilmiş olsaydı, ülkemiz terör belâsından kurtulacaktı” gibi bir düşünceye sâhiptir. Bu, tartışması dahi yapılamayacak kadar gerçek dışı, analizden yoksun bir düşüncedir.

Suçluların işledikleri suçlarla mütenâsip şekilde cezâlandırılması, hem hukûk devleti olmanın bir gereğidir, hem de daha sonra işlenmesi muhtemel olan suçların önlenmesi bakımından da önemlidir. Fakat, Türkiye’deki bölücü terör, yalnızca dâhili faktörlerle açıklanamaz. Küresel dengeler ve hâkîmiyet mücâdeleleri ile yakın ilgisi vardır. Ve, unutulmaması gerekir ki, büyük güçler, aslâ tek seçenekli oyun kurgulamazlar…

Eğer sözkonusu idam gerçekleştirilmiş olsaydı, diğer konularda uygulanan politikalarda bir değişiklik olmadığı takdirde, muhtemelen bu yaşadığımız sorunlar aynen devam edecekti ve bu sefer de gerekçe olarak, “idamların yapılması” gösterilecekti.

Türkiye’deki terör sorununun kalıcı olarak çözüme kavuşturulabilmesi için, Türkiye’nin “dostlarına güven verecek, düşmanlarına korku salacak” şekilde her bakımdan güçlü olması; iyi tasarlanmış politikaların kararlılıkla uygulanması; terörün dış bağlantılarının kesilmesi; iktisâdî-içtimâî-kültürel vb. konularda uzun vâdeli tedbirlerin istikrarlı biçimde uygulanması gibi pek çok değişkeni dikkate alan “bütüncül” ve “süreklilik arzeden” uygulamalara ihtiyaç bulunmaktadır.

“MHP, o dönemde, idam konusundaki tartışmaları gerekçe göstererek hükûmetten ayrılmış olsaydı, daha sonra vukû bulan iktisâdî krizden sorumlu olmayacaktı, dolayısıyla Meclis dışında kalmayacaktı” şeklindeki değerlendirmeler de o günden buyana yapılmaktadır. Bunlar, basit mantıkla yapılan, analize dayanmayan yorumlardır. Eğer Sayın Bahçeli/MHP bu şekilde davranmış olsaydı, bu durumda 2001 yılında yaşanan iktisâdî kriz daha erken vukû bulabilir ve krizin faturası bu sefer doğrudan doğruya MHP’ye çıkarılabilirdi.

Ancak, Sayın Bahçeli’nin ve MHP yönetiminin, pek çok konuda olduğu gibi, bu konuda da “kamuoyu oluşturma” ve “uyguladığı politikanın doğruluğu konusunda toplumu iknâ etme” hususunda gereken başarıyı gösteremediği bir vakıadır.

***

Sayın Bahçeli’nin ─bâzı kesimlerce çok eleştirilmesine rağmen─ Sayın Abdullah GÜL’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi sürecindeki olumlu/yapıcı tutumu da son derece isâbetlidir.

Eğer, Cumhurbaşkanlığı seçiminde MHP, “oylamaya katılmayarak” Meclisi kilitlemiş olsaydı, o dönemdeki Anayasa hükmü gereği seçimlerin 90 gün içerisinde yenilenmesi gerekecekti. Siyâset “uzlaşma” ve “çözüm üretme” sanatıdır. Bu itibarlâ, çözümün Meclis’te ─ve, uzlaşarak─ üretilmesi gerekir. Türk seçmeni, uzlaşmaz tavırlar takınanları, siyâsette tıkanmaya yol açanları tasvip etmediğini, 1 Kasım seçimlerinde bir kere daha kesin olarak ortaya koymuştur. O târihte de, eğer Meclis’teki kilitlenme sebebiyle “seçimlerin yenilenmesi” gerekseydi, muhtemelen sonuç daha farklı olmayacaktı.

***

Sayın Bahçeli’nin 15 Temmuz 2002 târihinde “re’sen” açıkladığı “erken seçim” kararı da ─o günden buyana─ çok eleştirilen hususlardan birisidir.

Hatırlanacağı üzere, 2002 yılının ortalarında, Başbakan Ecevit’in sağlık durumu giderek bozulmaktaydı ve genel başkanı olduğu ─iktidar ortağı─ DSP’den istifalar başlamıştı. Sonraki gelişmeler ortaya koymuştur ki, amaçlanan ─Irak’ın ABD tarafından işgâlinin arefesinde─ Kemal Derviş’in başbakanlığında bir hükûmet kurulmasını sağlamak, böylece Türkiye’nin sözkonusu işgâle gereken her türlü desteği sorgusuz-sualsiz sağlamasını temin etmektedir.

Böyle bir ortamda MHP’nin, ─üstelik de 2001 yılındaki iktisâdî krizinin ekonomide ve sosyal dengelerde sebep olduğu ağır tahribat henüz giderilememişken─ yeni koalisyon arayışlarına girerek “güçlü” bir hükûmet kurabilmesi ihtimâli oldukça zayıftı. Böyle bir teşebbüs, ülkenin yeniden ─belki de daha şiddetli biçimde─ krize sürüklenmesine sebep olabilir, bu durumda hem ülkemiz büyük zarar görür, hem de MHP uzun yıllar kendisini toparlamakta zorlanabilirdi. Zîrâ, 2001 krizinden sonra Türk Ekonomisi tam anlamıyla iflâsın eşiğine gelmişti ve, ABD’nin Bölge’deki operasyonlarına engel olacak bir hükûmete IMF’nin ve diğer uluslararası mâlî kuruluşların destek olması beklenemezdi.

Kabûl etmek gerekir ki, 2001 iktisâdî krizi, bu krize zemin hazırlayan hatâlı IMF proğramı, işbaşındaki hükûmeti ve Türk Halkını ağır bir yükün altına sokan ─ve de, seksen yıllık Cumhuriyet târihi boyunca büyük emeklerle vücuda getirilen, her birisi Türk Sanayiinin yüzüktaşı mevkiindeki tesislerin kısa bir zaman içinde uluslararası sermâyeye devrine yol açan─ “kriz sonrası alınan iktisâdî önlemler” ve nihâyet iktidar ortağı partide başlatılan “çözülme”, “kendiliğinden gelişen” yâhut da “yalnızca iktidarın hatâlarından kaynaklanan” tabii gelişmeler olarak değerlendirilemez.

Kezâ, 3 Kasım 2002 seçim sonuçları üzerinde ─dolayısıyla da, MHP’nin Meclis dışında kalmasında─ büyük etkisi olan Genç Parti hareketinin “tamâmen dahili etkenlerden kaynaklandığını” düşünmek gerçekçi bir değerlendirme olarak kabûl edilemez.

Muhtemeldir ki, o günden buyana ülkemizde ve Bölgemizde yaşanan süreçle ilgili uygun zeminin hazırlanması (daha açık bir ifâde ile, Bölge’de Birinci Dünyâ Savaşı’ndan sonra tesis edilen düzenin/dengelerin ortadan kaldırılması ve ABD’nin Bölge üzerindeki etkinliğini artırmasına, bu amaçla da Bölge’de ulus-devlet yapılanmalarının tasfiye edilerek, Lübnanlaştırma/Balkanlaştırma politikalarının uygulanmasına Türkiye’nin engel olması imkânının ortadan kaldırılması) için, kapsamlı ve her türlü ihtimâli dikkate alan ve Türkiye’ye ─fiîlî duruma rıza göstermekten başka─ seçme hakkı bırakmayan bir ortamın vücûda getirilmesi için her türlü ihtimál düşünülmüş idi.

Sayın Bahçeli’nin erken seçim kararını “partisinin yetkili kurullarında tartışmadan” re’sen alması ve kamuoyuna ilân etmesi “siyâsî ahlák” bakımından tartışılabilir. Fakat, bahsedilen şartlar muvacehesinde, sözüedilen meşum plânı uygulamaya çalışanlara ─tasarladıkları senaryoyu uygulamaları konusunda─ daha fazla fırsat tanımamak için, seçimlerin mümkûn olan en erken zamanda yenilenmesi ve ─mümkünse─ halktan güvenoyu almış yeni/tâze/zinde bir hükûmetin işbaşına gelmesine fırsat tanınması, o günün şartlarında yapılabilecek en isâbetli uygulama idi, bize göre…

***

Misâlleri artırmak mümkûndür.

Vakıa, Sayın Bahçeli, MHP Genel Başkanı olarak görev yaptığı 18 yıllık zaman zarfında, partisini iktidara taşıyamamış ise de, Türk Seçmeni tarafından daima dikkate alınan ve ─gerek kendisinin, gerekse partisinin─ devletin/ülkenin teminatı olarak görülmesini temin eden saygın bir mevkide bulunmuştur.

“Bahçeli bunu nasıl yapar?”

Sayın Bahçeli’nin, MHP Genel Başkanı seçilmesinden buyana geçen 18 yıllık zaman zarfında, “Devlet Bahçeli gibi, donanımlı, entellektüel birikimi yüksek bir siyâsetçi bunu nasıl yapar” dedirten, önemli hatâları da olmuştur.

Sayın Bahçeli’nin ─yakın dönem Türk Siyâsetinin kaderini etkileyen─ en önemli hatâsı, bize göre, 1999 yılındaki koalisyon hükûmetin kurulmasından sonra IMF ile yapılan stand-by anlaşmasının mâhiyetidir. Sözkonusu anlaşmanın (tedbirler demetinin) en canalıcı bölümü, “döviz kurunun 18 ay boyunca bir band içinde hareket edecek olması ve bu süre zarfında kur üzerinde oluşacak baskılar konusunda IMF’nin Türkiye’ye ‘destek olacağı’ güvencesini vermesi” idi. Bu politika o güne kadar 50’nin üzerinde ülkede uygulanmıştı ve biri (İsrail) hâriç, tamâmında başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

Mâlûmdur ki, IMF ile stand-by anlaşması imzalamak durumunda kalan ülkelerin hemen hepsinin önemli sorunlarından birisi “dış ticâretin, dolayısıyla da ödemeler dengesinin” açık vermesidir.

Dış ticâretin açık vermesi, bir anlamda “bir kimsenin/müessesenin gelirinden fazla harcama yapması” gibi düşünülebilir. Konjonktürel açıklar her ülke için sözkonusu olabilir ve önemli değildir. Süreklilik arzeden dış açıklar ise, bilhassa sanayileşmesini tamamlayamamış ülkelerin en önemli sorunlarından birisidir ve mâkûl bir süre içinde kalıcı önlemler geliştirilemediği takdirde, ülkenin borç batağına sürüklenmesi, gelir dağılımının bozulması, bağımsızlığın tehlikeye girmesi, siyâsî/iktisâdî istikrarsızlığa yol açılması gibi mühim sorunlara kaynaklık eder.

IMF ve Dünya Bankası, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, millî ekonomilerdeki sorunların uluslararası düzeni istikrarsızlığa sürüklemesine engel olmak, istikrarlı ve sürdürülebilir bir uluslararası siyâsî-iktisâdî düzen kurulmasına imkân sağlamak amacıyla, sanayileşmesini henüz tamamlayamamış ülkelerin altyapı yatırımlarının finanse edilmesi ve bu ülkelerin ekonomilerinin uluslararası ekonomiye entegre olmasını sağlayacak sürdürülebilir politikaların süreklilik içinde uygulanabilmesinin temini amacıyla ihdas edilmiştir. Fakat, sözkonusu kuruluşlar, kâğıt üzerinde son derece iyiniyetli ve mâkûl/gerekli görülen bu amaçları gerçekleştirmek konusunda gereken başarıyı gösterememişler; daha açık bir söyleyişle, ─özellikle IMF─ “gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülkelerin açık pazarı hâline gelmesi ve bu esnada alınmış olan dış borçların geri ödemelerinin güvence altına alınması” gibi bir işlev görmeye başlamışlardır. Gelişmiş ülkeler, kendilerine rakip yaratmaktan çekinmişler, bu sebeple de büyük ölçüde yönetim hakkını ellerinde bulundurdukları sözkonusu kuruluşların, anlaşma yaptıkları ülkelerde “öldürme, ama oldurma da” şeklinde izah edilebilecek “derinliksiz”, “sorunlara kalıcı çözümler getirmeyen” ve/veyâ “ülkenin önemli zenginliklerinin uluslararası sermâyenin istifâdesine sunulması/devredilmesi sonucunu doğuran” politikalar uygulamasında ─doğrudan ya da dolaylı olarak─ âmil olmuşlardır.

Bu izahatları vermek ihtiyâcı duymamızın sebebi, iktisat doktoru olan Sayın Bahçeli’nin, bu konuları ─Başbakan yardımcısı olarak görev yaptığı─ hükûmette en iyi bilen insanlardan birisi olduğu (yâhut, olması gerektiği) içindir. Dolayısıyla, Sayın Bahçeli, IMF ile anlaşma imzalanmadan önce, anlaşma süresi sonunda yaşanabilecek sorunları ─ki, yukarıda da kaydedildiği gibi, bu konuda mebzul miktarda başarısızlık örneği de mevcut iken─ öngörebilmeli ve gerekli müdahaleleri yapabilmeliydi.

Sayın Bahçeli’nin konu hakkında kamuoyuna yansımayan girişimlerinin neler olduğu konusunda bilgi sahibi değiliz. Fakat, hakikat şudur ki, IMF ile yapılan anlaşma süresi içinde iktisâdî parametrelerde geçici bir “düzelme” hâli yaşanmış, ancak ─krizden sonra öğrenilen gelişmelerden de anlaşıldığı üzere─ bu tür anlaşmaların mukadder akıbetlerini bilen yerli/yabancı “piyasa oyuncuları” kendilerini/yatırımlarını güvence altına alacak şekilde “pozisyon tutmuşlar”, “dış açıklar” konusunda anlaşma süresinde “kalıcı iyileşme” gerçekleşmeyeceğinin mâlî piyasalarda anlaşılmaya başlamasıyla birlikte de ─18 aylık sürenin dolmasına yakın─ yatırımcılar “panik hareketler” gerçekleştirmişlerdir. Hattâ, bâzı yatırım kuruluşlarının, Türkiye’nin ─Bölge’de, gelecekte uygulanacak politikalar bakımından “uygun” hâle getirilmesini sağlayacak şekilde─ tanzim edilebilmesi için, kriz çıkartmak amacıyla, bilinçli olarak bâzı uygulamalara girişmiş olmaları da ihtimâl dâhilindedir. Bunun sonucunda da, Cumhuriyet târihinin en büyük iktisâdî krizi yaşanmıştır. Bu kriz, yapılan ilk seçimde, iktidar partilerinin meclis dışında kalmasına ve ─Türkiye’yi, önceden tahayyül dahi edilemeyecek mecralara sürükleyen─ yeni siyâsî oluşumlara mahkûm etmiştir.

Sözün özü, Sayın Bahçeli’nin ─böyle sonuçlanacağı baştan az çok belli olan─ menfî gelişmelere mahâl vermeyecek şekilde, stand-by anlaşmasının yapılandırılmasında etkin bir şekilde müdâhil olması gerekirdi. Bunu yapmamış olması ─yâhut da, teşebbüs etmişse bile, etkin olamaması─ başarısızlık hânesine yazılması gereken önemli hatâlarından birisidir.

***

Sayın Bahçeli, siyâset sahnesine çıktığı ilk günden buyana, naif, nezih, nazik, olgun, entellektüel kişiliği ile tanınmış ve bu yüzden de partili-partisiz her kesimden insanın saygısını kazanmıştır. İftihar ederek söylemek durumundayız ki, Sayın Bahçeli, zaman zaman seviyenin çok düştüğüne üzülerek şâhit olduğumuz Türk siyâsetine seviye ve nezâhet getirmiştir. Hattâ, bu konuda, bâzen, dâvâ arkadaşları tarafından “ölçüyü kaçırdığı, bu tutumunun camiaya zarar verdiği” şeklinde eleştirilere bile muhatap olmuştur. Hâl böyle iken, Sayın Bahçeli, “parti içi demokrasi” konusunda, öne çıkan “medenî kişiliği” ile bağdaşmayacak şekilde, “sert” ve “katı” bir tutum içinde olmuştur, çoğu zaman…

Sayın Bahçeli, MHP’yi toplum nezdinde taahhüt altında bırakan, etkileri itibâriyle ─yalnız partisini değil─ Türkiye’nin kaderini de ilgilendiren pek çok konuda “kimseye danışmadan, partisinin yetkili kurullarında tartışmadan, re’sen, şahsen karar verdiği” ve/veya uyguladığı eleştirilerine hedef olmuştur. Böylesine önemli kararların, partinin yetkili kurullarında görev alanlarca sonradan öğrenildiği; hattâ, bu tür kararlar için zaman zaman “MKYK üyelerinden, boş kâğıtlara imza atmalarının istendiği” şeklinde ithamlar bugüne kadar sıklıkla yapılmıştır. Teyit etme imkânımız olmamakla birlikte, Sayın Bahçeli’nin ─dışa karşı ne kadar munis ise─ parti yönetiminde ─aksine─ fazlasıyla “otoriter” bir yönetim sergilediği kanâati yaygındır.

Oysa ki, Milliyetçi/Ülkücü Hareket, yaygın kanaatin aksine, Türkiye ortalamasının üzerinde bir “demokratik olgunluk” geleneğine sâhiptir. 27 Mayıs ihtilâlinin kudretli albayı Alparslan Türkeş, kendisini yakından tanımayanlar için “fazlasıyla sert, otoriter” bir kişiliğe sâhip görünmesine rağmen, rahmetli Nevzat Kösoğlu’nun hatıralarında ayrıntılarıyla anlattığı üzere, “ikinci evliliğini yapıp yapmaması, kiminle evlenebileceği/evlenemeyeceği, hangi ilden milletvekili adayı olacağı” gibi ─nispeten şahsî sayılabilecek─ konuların dahi MKYK da ─gözü önünde─ tartışılmasına tahammül göstermiş, yapılan uyarılara değer vermiştir. Kurucu liderlerin “ben bilirim” tarzı “benmerkezci” tavırları umûmiyetle kendileri için tabii bir hak olarak görmelerine karşılık, Rahmetli Başbuğ “dâvâ arkadaşlarına” karşı olabildiğince yumuşak, şefkatli, tahammüllü ve saygılı olmayı usûl edinmiş, “9 Işık” doktrinin umdelerinden birisi olan “şahsiyetçilik” ilkesini öncelikle kendisi uygulamaya özen göstermiştir.

Sayın Bahçeli’nin ve çalışma arkadaşlarının benzer bir çalışma tarzı içinde oldukları söylenebilir mi?

Bir siyâsi partinin iktidara namzet olabilmesi, her şeyden önce halka güven verebilmesi ve toplumda “bunlar iktidar olursa, ülkeyi daha iyi yönetir” düşüncesini oluşturabilmesiyle mümkündür. Bu güvenin sağlanabilmesi ise, ülkeyi/toplumu ilgilendiren her konuda uygulanabilir çözümler geliştirilmesi; iktidarın yapageldiği uygulamaların hatâlı yönleri ortaya konulurken, çözümlerinin de gösterilmesi; bu çerçevede, iktidara gelindiğinde uygulanacak politikaların muhalefet döneminde yapılandırılması,  mütemâdiyen güncellenmesi ve kamuoyu oluşturulması; iktidar sorumluluğu vâki olduğunda, fikîr ve uygulama bakımından ─yalpalamadan, bocalamadan, tereddüt etmeden, en kısa uyum süresi içinde─ ülkenin bütün sorunlarını omuzlayacak nitelikli, takım ruhuna sâhip, “birlikte ve ahenk içinde çalışma yeteneği kazanmış” kadroların yine aynı dönemde yetiştirilmesi; bu konularda toplumun ilgili kesimleriyle ve bu kesimleri temsil eden gönüllü teşekküllerle sürekli temas hâlinde olunması vb. faâliyetlerin toplumun gözüönünde etkili bir şekilde ve dâimi surette icrâ edilmesiyle kaimdir. Bütün bunları tek kişinin “kendi başına” yapabilmesi mümkün müdür?

Siyâset bir takım oyunudur. Hâlbuki, Sayın Bahçeli, üzülerek söylemek durumundayız ki, MHP’yi “kaptan dışındaki oyuncuların dolgu maddesi olarak görüldüğü”, “alt sıralardaki yerini muhafaza etmeye baştan râzı olmuş”, hattâ bunu (yâni, küme düşmemeyi) başarı olarak gören iddiasız bir takım hâline getirmiştir.

***

Sayın Bahçeli’ye MHP Genel Başkanı olarak görev yaptığı süredeki icraatlarıyla ilgili olarak yöneltilebilecek en önemli eleştirilerden birisi de, ülkücü gençliği, onları atâlete sürükleyen bir hareketsizliğe ─âdetâ─ mahkûm etmiş olmasıdır.

En keskin muârızlarınca dahi sık sık dile getirilen “ülkücüleri sokaktan çekti” ifâdesinin bir övgü olarak kabûl edilebilmesi mümkûn değildir.

Ülkücüler, 1980 öncesinde istemleri dışında bir çatışma ortamının içine çekilmişlerdir. Bunun sebepleri ve uygulanan yöntemler ayrıca tartışılabilir.

Gerçek şu ki, geçmişte inançları uğruna ağır bedeller ödemiş bir siyâsi hareketin, her şeyden önce, siyâsî getirisini dahi düşünmeden, toplumun dertleri ile dertlenmesi, toplumu bunaltan, sıkıntıya düşüren her konuda onun vicdanı ve sözcüsü olması gerekir. Bu amaçla, demokratik hukûk nizâmının kural ve teâmülleri çerçevesinde, kendi ilkelerine ve meselenin ruhuna uygun her türlü eylemi gerçekleştirmelidir.

Misál vermek gerekirse, Türk Ordusuna karşı girişilen ve günümüzde artık hükûmet çevreleri tarafından da “kumpas” olarak değerlendirilen ─ki, ülke açısından asıl vahim sonuçları ilerleyen yıllarda görülecektir─ hukuk ihlâllerinin, milletimizin birliğini ve ülkemizin bütünlüğünü tehlikeye düşüren “açılım” ve “çözüm süreci” gibi uygulamaların, Soma faciâsı gibi çok sayıda insanımızı mağdur eden ihmâller zincirinin, hükûmete yakın çevreler hakkındaki suistimál iddialarının, şehirlerimizdeki yeşil alanları rant kapısı hâline getiren imar uygulamaları gibi sorunların, bu yanlışların kısa ve uzun vâdede ortaya çıkarılabileceği olumsuz sonuçların topluma anlatılması konusunda ─MHP de dâhil─ ülkemizdeki muhalefet partileri etkin bir muhalefet örneği ortaya koyabilmiş olsalardı, müsebbipleri sözkonusu icraat ve eylemlerini aynı umursamazlıkla/cüretkárlıkla sürdürebilme imkánını bulabilirler miydi?

İktidarın pek çok hatâlı uygulamasından bahsedilebilir. Fakat, bu uygulamaların gerçekleştirilmesinde ─kabûl edilmelidir ki─ muhalefetin cılızlığının da etkisi büyüktür.

Sağlıklı işleyen bir demokrasinin en mühim unsurlarından birisi, etkin bir muhalefetin varlığıdır. Bu takdirde, iktidardaki hükûmet kendisine çeki düzen verir, yanlış yaptığında iktidardan düşeceğini bilir, bu yüzden hatâ yapmamaya özen gösterir; iktidarın uygulamalarını benimsemeyen kesimlerde öfke birikmesi oluşmaz; muhalefet her an iktidara gelme ümidi taşıdığı için dâimi surette iktidara hazır olma gereği hisseder; bu durum topluma canlılık verir, diri tutar, ümitsizlik, yeis ve çâresizlik gibi duyguların toplumda kendisine yer bulması zorlaşır; iktidar ve muhalefetin sürekli özdenetim mekanizmasını çalıştırması toplumsal yozlaşmanın önüne geçer ilh….

Demokrasi, “kötünün yâhut başarısız olanın seçimle gönderilebilmesine imkân veren yönetim türü” olarak da tanımlanır. Muhâlefetin etkisiz olduğu yerde hukûk ve demokrasi gibi müesseselerin yozlaşması, iktidarın keyfî bir yönetim anlayışına sapması kuvvetli ihtimaldir.

Hülâsa, “Ülkücüleri sokaktan çekti” deyiminin, samimi bir övgüden ziyâde, bir yandan 1980 öncesinin çatışma ortamının sorumluluğuna ülkücüleri de ortak ederek, toplumun şuuraltına “bunlar tekin adamlar değil, maazallah iktidara gelirlerse ne yapacakları belli olmaz” kabilinden endişe tohumları serpmek, bir yandan da iktidar karşısında sergilenen atâletin toplum tarafından bir başarısızlık olarak değil de “iyi bir şey” olarak algılanmasını sağlayarak, iktidarın ülkenin geleceğini tehlikeye düşüren hatâlı uygulamaları karşısında toplumsal bir direnç oluşmasını önlemek amacıyla, kasıtlı olarak söylenmekte olduğu inancındayız. Sayın Bahçeli’nin buna fırsat vermemesi beklenirdi.

***

Sayın Bahçeli’nin 2014 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimindeki tutumu da anlamakta güçlük çekiyoruz.

Sayın Prof.Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu muteber bir şahsiyettir. MHP ve CHP tarafından “çatı adayı” olarak gösterilmesinde bir beis yoktur. Eğer, kendisine gereken destek verilmiş olsaydı, daha yüksek bir oy yüzdesine ulaşabilmesi imkân dâhilinde idi. Kazanması bile mümkûn olabilirdi. Fakat, gariptir, seçim sürecinde yalnız bırakılmıştır.

Daha da mühimi, şâyet Devlet Bey’in kendisi veyâ Meral Akşener gibi toplumda karşılığı bulunan bir MHP’linin aday olması durumunda, en az Sayın Erdoğan kadar seçilme şanslarının bulunduğunu söylemek hiç de ayakları yere basmayan bir değerlendirme değildir.

Bu iki isim de, bölücü çevreler dışında, toplumun tamâmına yakınından destek bulma şansına sâhip idi. Hál böyle iken, bu yola niçin tevessül edilmediği izaha muhtaçtır.

***

Sayın Bahçeli’nin, belki de kendisinden en beklenilmeyen davranışı, 1 Kasım seçimlerinden sonra parti içi muhalefete karşı takındığı tavırdır.

Burada hukûkî ayrıntılara girmeye gerek görmüyoruz.

Siyâsi Partiler Kânûnu ve Parti tüzüğünün ilgili maddelerine göre, genel kurul delege sayısının beşte birinin yazılı talebi alındığı takdirde, olağanüstü genel kurulun toplanması zorunludur. Yargı süreci ve son olarak Yargıtay kararı, bu durumu tartışmasız biçimde ortaya koymuştur.

MHP Genel Merkezi’nin (dolayısıyla Sayın Bahçeli’nin), tamâmiyle ilgili mevzuata uygun olan bu talebin yerine getirilmemesi konusunda ortaya koymuş oldukları tutum, Sayın Bahçeli için de MHP için de büyük tâlihsizlik olmuştur.

Sözüedilen olumsuz tutumun devam ettirilmeye çalışıldığı, Çağrı Heyetinin dâvetine binâen 19 Haziran günü yapılacak olan genel kurul toplantısını âkîm bırakmaya yönelik bir takım girişimler içinde olunduğu üzüntüyle müşahade edilmektedir.

Hukûken geçersiz olduğu konusunda herhangi bir tereddüt bulunmayan bu tür girişimlerin kısa vâdede amacına ─velev ki─ ulaşması durumunda, MHP’ ye ─fakat, aşağıda izah edeceğimiz sebeplerden ötürü, daha çok ülkemize─ zarar vereceği muhakkaktır.

Nevzat Kösoğlu’nun tâbiriyle söyleyecek olursak “milliyetçilik, milletinden yana olmaktır!” Dolayısıyla, milliyetçilik, kişinin, her davranışında, milletinin yararını şahıs ve gurup menfaatlerinin üzerinde tutmasını gerektirir.

Devlet Bahçeli gibi “sembol şahsiyet” mertebesine ulaşma imkânı bulunan, yeri geldiğinde, tasvip etmediği hâlde “sırf, ülkemizde gerilim yaşanmasın, diye” Sayın Abdullah Gül’ün aday olduğu Cumhurbaşkanlığı seçiminde müspet bir tutum içinde olan ─ki, daha önce de belirttik, yapılan tamâmiyle doğru idi─ bir insanın, bütün ömrünü verdiği bir hareketin ─ama, ondan da önemlisi, ülkesinin─ zarar görmesi pahasına, hukûk ve siyâsî ahlâk kurallarıyla çelişen bir tavır takınmasını anlamak gerçekten güçtür.

****

Bu yazının asıl gâyesi, Sayın Bahçeli’nin bütün olumlu ve olumsuz yönlerinin muhasebesini yapmak değildir. Vurgulanmak istenen, Sayın Bahçeli MHP Genel Başkanı olduğu sürece, çoğu zaman partisinin zarar görmesi pahasına ülkenin çıkarlarını gözeten politikalar uygulamış, ancak ondan beklenmeyen “kritik önemdeki” bâzı hatâlar, bu fedakârlığı ─ne yazık ki─ semeresiz bırakmıştır. Yoksa, her insanın/kurumun bütün yaptıklarının doğru olması zâten beklenemez.

“Bahçeli’nin Yerinde Olsaydım…”

Ülkemizde yeni bir iktidar arayışının toplumda zemin bulmaya başladığının emâreleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Zirâ;

3 Kasım 2002 târihinde buyana iktidar sorumluluğunu üstelenen AKP artık yıpranmıştır, yorulmuştur.

Özellikle 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliğinden sonra, yasama ve yargı denetimlerinden ─fiîlen─ büyük ölçüde azâde kalmış olan iktidar, muhalefetin de etkisiz kalması sonucunda, keyfî bir yönetim tarzına doğru sürüklenmiş, mâsumiyetini büyük ölçüde yitirmiştir.

Ülke iyi yönetilememektedir. Bu yüzden, ekonomiden dış politikaya kadar, giderek ağırlığını artıran önemli sorunlarla karşı karşıyadır.

Toplumun önemli bir kesimi (yaklaşık 20 milyon insanımız), sosyal yardımlarla hayâtını idâme ettirme durumundadır[1][2]. Ancak, bütçe gelirlerinin % 40’ına ulaşan bu harcamalar giderek sürdürülebilir olmaktan çıkmaktadır[3][4].

Üreten bir ekonomi vücûda getirilememiştir.

(Millî gelirin mâkûl, sürdürülebilir ve istikrarlı bir artış eğiliminde olmadığı ülkelerde, bireylerin gelirlerini artırabilmeleri, ancak diğer kişiler aleyhine servet transferi sonucunu doğuran, dolayısıyla gelir dağılımını bozan ─ve, millî gelirde artışa yol açmayan─ spekûlâtif yatırımlarla (borsa, döviz, hazine bonosu alım satımı, arsa spekûlasyonları, imar suistimâlleri, kaçak mal ithâl ve ihracatı vb.) mümkûn olabilmekte, bu durum ─mal varlığını başkalarının aleyhine artırmayı tabii ve zarurî kıldığından─ bu tür işlemlerin yaygınlaştığı toplumlarda ahlâkî yozlaşmayı teşvik etmekte, toplumda dayanışma/yardımlaşma ruhunu tahrip etmekte, millet bilincini örselemekte, manevi değerlerin zayıflamasına yol açmaktadır. Nitekim, Ülkemizde son zamanlarda giderek yaygınlık kazanma istidâdı gösteren ve mâşerî vicdânı rahatsız eden ─gösteriş dindarlığı gibi─ bir takım gelişmelerin altında yatan ana sebeplerden birisi, “üretimin, millî gelirin, istihdamın, ihracatın artmasını sağlayan” üretken faâliyetlere dayalı bir iktisâdî sisteme işlerlik kazandırılamamasıdır. Bu durum, tekrar edelim, toplumun içten içe çürümesine yol açmaktadır. Ki, hakkaniyet gereği belirtmek durumundayız, bu sorun, yaklaşık beş asırdan buyana medeniyetimizin aslî sorunlarından birisidir. Yalnızca bugüne mahsus değildir. Şu kadar ki, Cumhuriyetin ilk elli yılında “sanayileşme” ve “üretime dayalı bir iktisâdî yapı oluşturulması” konusunda kayda değer başarılı sonuçlar elde edilmiştir.)

Toplum olarak ürettiğimizden fazla tüketmekteyiz, bu yüzden de dış ödemeler dengesi açıkları yıldan yıla artmaktadır. 2015 yılı itibâriyle yıllık dış ticâret açığı 60 milyar dolar civarındadır. Aynı dönemde yıllık ortalama cârî işlemler açığı ise yaklaşık 36 milyar dolar seviyelerindedir[5].

Dış ödemeler dengesi açıkları mütemâdiyen dış borçlanmayla kapatılmaya çalışıldığından, dış borçlarımız sürekli ve tehlikeli biçimde yükselmektedir. 2002 yılında 130 milyar dolar olan toplam dış borçlar, 2015 yılının üçüncü çeyreğinde 405 milyar dolara yükselmiştir (% 313 artış). Dış borçların GSYİH’ya oranı ise aynı dönemde % 54 seviyelerindedir. 2005 yılında % 35 seviyelerinde olan bu oran, risk sınırı olarak kabûl edilen % 60 seviyesine yaklaşmıştır[6].

Hukûk güvenliği ciddî mânâda zedelenmiş durumdadır. “İnsanların, ‘herhangi bir konuda hukûksuz bir uygulamaya mâruz kalmayacakları; faraza böyle bir muameleye muhatap olurlarsa, hukûk sisteminin onları en iyi şekilde koruyacağı’ konusunda tam bir güvene sâhip olmaları” şeklinde tanımlanabilecek olan hukûk güvenliğindeki aşınma, hukûk sistemindeki yozlaşma ve son terör olayları sonucunda, ülkenin en önemli sorunlarından birisi hâline gelmiş görünmektedir.

Güney sınırlarımızda cereyan eden hâdiseler varlığımızı/bütünlüğümüzü tehdit eder bir mâhiyet arzetmektedir. Rusya ve ABD’nin, Irak ve Suriye’nin kuzeyinde bağımsız ya da otonom Kürt yapılanması oluşturmaya çalıştığı, Irak’ta zâten 1990 yılındaki ilk Körfez Harekâtından sonra ihdas edilmiş ve o günden buyana sürekli olarak etki alanını genişletmiş olan Bölgesel Kürt Yönetimi’nin adım adım bağımsızlığa doğru gittiği artık kimsenin meçhulü değildir. Bağımsızlığın ilânı için uygun bir konjonktür beklenmektedir. Muhtemelen Türkiye’nin takatinin tükendiği, “hayır” deme gücünde olmadığı bir zaman, bu keyfiyet yerine getirilecektir.

Güneyimizde oluşturulacak bağımsız bir Kürt yapılanmasının Türkiye’nin böğrüne bir bıçak saplanmasından farksız olacağı her türlü izahtan varestedir.

Güneyimizde oluşturulacak bu uydu devlete biçilen rol, Bölge ülkelerini (Türkiye, İran, Irak, Suriye vs.) kontrol etmek olacaktır. Petrol, doğal gaz, kaya gazı/petrolü gibi tabii kaynaklardan elde edeceği fahiş/kolay gelirlerin önemli bir kısmını, tıpkı aynı durumdaki Arap ülkelerinin yaptığı gibi, silâh alımına harcayacak; aynı zamanda, bu ülkelerdeki Kürt varlığını bahane ederek, sürekli sorun ve huzursuzluk yaratacaktır.

Güneyimizde böyle bir uydu devletin oluşması durumunda ─ki, yıllardan buyana Iğdır ve Kars gibi illerimize yapılan plânlı ve ısrarlı göç hareketi de dikkate alınırsa─ Türkiye’nin Türk ve İslâm Dünyâsı ile arasına bir duvar örülmüş olacaktır.

Kıbrıs’ta yürütülen görüşmeler “küresel plán” doğrultusunda sonuçlandığı takdirde, Kuzey Kıbrıs bir “Türk Ülkesi” olmaktan çıkacak ve Türkiye ile bağları kopacaktır. Kezâ, Yunanistan, Ege Denizindeki Türk adalarını işgâl girişimlerini sessiz-sedâsız, fakat ısrarla sürdürmektedir. Bütün bu elim gelişmeler amacına ulaştığı takdirde, Anadolu yarımadasına hapsedilecek olan Türkiye’nin denizlere açılma imkânı son derece kısıtlanacaktır. Yukarıda bahsedilen operasyonlar da tamamlandığında, Türkiye güney ve doğusundan da kuşatılmış, ─başka bir anlatımla─ tam anlamıyla çembere alınmış olacaktır.

Karadan ve denizden kuşatılan Türkiye için tek seçeneğin ─Allah muhafaza─ “ya Sevr, ya Sevr” olacağına şüphe yoktur.

“Açılım” ve “Çözüm Süreci” gibi isimler altındaki uygulamaların yürürlüğe konulduğu dönemlerde, Türkiye’nin ulus-devlet yapısının tasfiyesi sonucunu doğurabilecek tâvizler verilmesine rağmen, terörün şiddetini artırarak sürmesi, büyük ölçüde yukarıda bahsedilen küresel politika ile ilintilidir.

Meselenin korkutucu yanı, mevcut iktidar, bir takım sebeplerden ötürü, uluslararası şantajlara karşı fevkalâde savunmasız bir durumdadır.

Babek Zencani’nin İran’da, Rıza Sarraf isimli kişinin ABD’de tutuklu bulunması, önümüzdeki süreçte Türkiye’de hükûmetle ilgisi bulunan bâzı kimselerin sıkıntılı bir vaziyete düşmesine yol açabilecektir. Bu durumun, tıpkı terör eylemleri gibi, Türkiye’yi ─böğrümüze bıçak saplanması demek olan─ güneyimizdeki uydu devletin kurulmasına rıza gösterilmesi konusunda zorlama aracı olarak kullanılması mümkûndür.

Kezâ, önümüzdeki günlerde, iktidarla ilişkili çevreleri güç durumda bırakabilecek ─meselâ, diploma meselesi gibi─ başka gelişmelerin yaşanması da muhtemeldir.

Yukarıda özetlenmeye çalışılan durumlar, ülkemizin fevkalâde sıkıntılı bir sürece girdiğini ortaya koymaktadır ve bütün bu hususlar, başta da söylendiği gibi, mevcut iktidara yönelik toplum desteğini süratle aşındırmaktadır.

MHP, hazırlıklı olması kaydıyla, iktidar değişimi için uygun zemin oluştuğunda, en şanslı parti görünümündedir.

Yapılan muhtelif araştırmalar, iktidar ve anamuhalefet partilerinin seçmenlerinin yaklaşık % 70’inin MHP’yi ikinci tercihleri olarak gördüklerini ortaya koymaktadır.

1 Kasım seçimlerinden sonra parti içi muhalefetin siyâsî çalışmalara başlamasıyla birlikte, toplumun MHP’ye olan ilgisi de somutlaşmaya başlamıştır.

Göründüğü kadarıyla, MHP önemli bir yol ayrımındadır.

Kaldı ki, MHP’nin güçlü bir aktör olarak siyâset sahnesindeki yerini alması durumunda, hâlihazırda Meclis’teki dördüncü parti olmasına rağmen, özellikle “milletimizin bütünlüğünü, ülkemizin huzur ve güvenliğini” ilgilendiren konulardaki müspet tesirlerini derhâl göstermeye başlayacaktır.

Eğer MHP, Kurultay sürecini toplumun güvenini kazanacak şekilde yönetebilirse, muhtemeldir ki, önümüzdeki dönemde, şu âna kadar yaşananlara rağmen, toplumun ilgisini ve güvenini giderek daha fazla kazanacaktır. Aksi takdirde ise, yapılacak ilk seçimde TBMM dışında kalması mukadder gibi görünmektedir. Bu, aynı zamanda “kurucu irâdenin infisahı” anlamına da gelecektir.

Böyle bir felâketin sonuçlarını düşünmek bile insana korkunç bir acı veriyor. Geçmiş zamanda elimizden çıkan Türk yurtlarında, bırakın yer üstündeki eserleri, yer altındaki mezarlarımız dahi yok edilmiştir.

“Kurucu İrâde”nin Türkiye’de tekrar iktidar olabilmesi durumunda ise, yalnız Türkiye değil, Türklüğün ve insanlığın geleceğinde yeni bir sayfa açılması sözkonusu olabilecektir.

İşte tam bu noktada, Devlet Bahçeli târihi bir rol oynama durumu ile karşı karşıyadır.

Sayın Bahçeli, şu âna kadar yaşanan cansıkıcı gelişmelere rağmen, kamuoyunun karşısına çıkar ve “19 Haziran’da olağanüstü genel kurulun yapılacağını ve bundan sonra da sürecin hukûk ve demokratik teamüller çerçevesinde yürütüleceğini” açıklarsa, bu yalnız MHP târihi açısından değil, aynı zamanda Türkiye târihi bakımından da en önemli dönüm noktalarından birisi olacaktır.

Sayın Bahçeli kendisinden zâten beklenen bu olgunluğu gösterdiği takdirde, yapılacak ilk seçimde kendisinin Cumhurbaşkanı, MHP’nin ise iktidar olmasının önünde bir engel olmadığına samimiyetle inanıyoruz.

Evet, Sayın Bahçeli’nin yerinde olsaydım, adımın târihe altın harflerle yazılmasını sağlayacak böyle bir adımı atmakta aslâ tereddüt göstermezdim.

 

[1] Berra Zeynep DODURKA, Türkiye’de Merkezi Devlet Eliyle Yapılan Sosyal Yardımlar – Çalışma Raporu; Aralık-2014; http://www.spf.boun.edu.tr/docs/faaliyet_raporlari/Sosyal_Yardim_Raporu_-_Aralik_2014.pdf ; Erişim: 02.11.2015

[2] Türkiye’nin Korkutan Yoksulluk Rakamları; http://onedio.com/haber/turkiye-nin-korkutan-yoksulluk-rakamlari-301974; Erişim: 02.11.2015

[3] BÜMKO, Eylül-2015 Aylık Bütçe Gerçekleşme Raporu, http://www.bumko.gov.tr/TR,917/aylik-butce-gerceklesme-raporlari.html; Erişim; 01.11.2015

[4] BÜMKO, Merkezi Yönetim Bütçe Büyüklükleri (2000-2015), http://www.bumko.gov.tr/TR,5741/2015.html, Erişim: 02.11.2015

[5] TCMB, Dış Ödemeler Dengesi İstatistikleri,

http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TCMB+TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Odemeler+Dengesi+ve+Ilgili+Istatistikler/Odemeler+Dengesi+Istatistikleri/Veri+Tablolar, Erişim: 12.06.2016

[6] Hazine Dış Borç stoku İstatistikleri, https://www.hazine.gov.tr, Erişim: 12.06.2016

Yazar
Mustafa DELİKURT

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen