AB(D)’nin Çevreleme Politikasının Panzehiri Özbeöz ‘Türk Bayır-Bucak’tır! 

Doğu Akdeniz’de ‘Bayır-Bucak Türkmenleri’ en az ‘Musul Türk Halkı’ gibi özbeöz Türk’tür. Yoksa kuşkunuz mu var? Anımsayın, geçen hafta 16 Mart 1937 tarihli Tan Gazetesinin Cenevre mahreçli haberini makalemiz içeriğinde birebir vermiştik. “Cemiyet-i Akvam” gözetiminde Cenevre’de ‘Hatay Anayasası’ üzerinde çalışan ‘Anayasa Komite’sinin “Hatay sınırları içinde olması gereken Bayır, Bucak ve Hazine nahiyeleri halkının tamamen Türk olduğunu dünyaya haykırmış ve tescillemiş olduğunu” kaynak göstererek belirtmiştik.

Bu haftada bu konudaki birikimlerimizi daha da derinleştirerek bu haberden iki gün önce, yani 14 Mart 1937 tarihli İstanbul’da yayımlanan ‘Kurun Gazetesi’nin Antakya mahreçli bir haberini dikkatlerinize sunmak istiyoruz. Kurun Gazetesi, toplam 28.000 nüfuslu Bayır, Bucak ve Hazine nahiyelerini kast ederek “Üç Nahiye Halkı Türk’tür. Milletler Cemiyeti bu esaslar üzerinde tetkikler yapıyor.” haberini vermektedir. Milletler Cemiyetinin yürütme organı konumundaki Konsey, bu esası göz önüne alarak başlangıçtan nihayete kadar Türk olan bu üç nahiyenin mukadderatını yeniden incelemeye başlamış ve bu nahiyelerin etnoğrafik ve nüfus durumunun Türk çoğunluğu lehinde olduğunu belirtmiştir. Azerbaycan’ın başkenti Tebriz’den, yani Güney Azerbaycan’dan başlayan ‘Irak Türkmeneli Bölgesi’ ve Suriye’nin kuzeyinde “Halep Türkmenleri” bölgesi, Saman Dağının güneyinde Türkmen Dağı ile bütünleşerek Doğu Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan ‘Bayır-Bucak bölgesi’ tam bir Türkmen kuşağını oluşturmaktadır.   

Unutmayalım, Lozan Barış Konferansı görüşmeleri sırasında Kürtlere bağımsızlık verilmesini bir devlet politikası olarak ortaya koyan İngiltere Yetkili Kurul Başkanı Lord Curzon’a cevaben, Musul’un 10/12’sünün özbeöz Türk olduğu birinci el kaynaklara esas olan belgelerle ortaya konulmuştur. İlginçtir, Lozan Barış Görüşmeleri sırasında tüm Kürtler adına gönderilen bir mektupla Umum Kürt Amele ve Esnaf Cemiyeti Reisi Salih Kâhya adına Erzurumlu İsazade Ahmet ve İstanbul’daki Umum Kürtler adına Lolan aşiret reisi ve Sabık Kürt Gençler Cemiyeti Düzerzadesi Dersimli Mehmet Sabri tarafından belgelendirilmiştir. (1) Bu belge önemlidir, o tarihlerdeki kesintisiz Türkmen Kuşağını ortaya koymaktadır. Tebriz’den, yani Güney Azerbaycan’dan başlayan Irak ve Suriye’nin kuzeyi   bölgesini içine alan adeta bir şişe görüntüsünde Türkmen Dağı ile bütünleşen Bayır-Bucak bölgesi ile bir Türkmen kuşağıdır, Orta Doğuyu kucaklayan. Kuşkusuz bu kuşağın en önemli bölgesi ise şişenin ağzı konumunda Doğu Akdeniz’e açılan ‘Bayır-Bucak Türkmenleri’bölgesidir.

Ancak ‘Bayır-Bucak Türkmenleri Bölgesi’, RF’nın Suriye yerleşmesine koşut olarak Suriye Rejimi tarafından bir altın tepsi içerisinde, Rusya’ya adeta bir “Girit” gibi, ‘Selanik‘ gibi sunulmuştur. Neden ve nasıl? Açıklayalım. Çünkü uğrunda can verenler, kan dökenler bölgede egemen değildir. Malum, Girit adasının fethi binlerce şehit verilerek 1644 yılında başlayıp 1669 yılına dek tam 25 yıl sürmüştür. Oysa Yunanistan’a verilişi bir ‘oldu bitti’ yle olmuştur. Girit Yunanistan’a Avrupa eliyle verilmiştir. Şimdi de aynı Avrupa eliyle Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Mavi Vatanı’na göz dikilmiştir. Unutmayalım, yöntem aynı yöntemdir. Aklıma gelmişken söyleyeyim, Osmanlı Girit’i Papalık devletinin himayesinde ve desteğinde Venedik Dukalığından almıştır. Venedik bu savaşta şimdiki Macron Fransası gibi XIV. Louis Fransası dahil hemen tüm Katolik devletlerden askerî ve malî yardım görmüştür. Savaşın başlıca nedeni, Girit’i elde tutan Venediklilerin Malta şövalyeleri gibi Osmanlı sularında ciddi sıkıntı yaratan Hıristiyan korsanlara yataklık etmeleri, Girit’i bir korsanlık üssü haline getirmeleridir. 

Adalar (Ege) Denizi Adaları, Menteşe Adaları (12 Adalar), Rodos ve Meis de İkinci Dünya Savaşı sonrası galip gelen Avrupa Devletlerinin baskısı sonrası 1947 Paris Antlaşmasıyla İtalya tarafından Yunanistan’a devredilmiştir. Yunanlıları Anadolu’ya saldırtan da Bağlaşık Devletler olmuştur. Yunanistan İzmir’e, ‘Bağlaşık Devletlerin Kılıcı’ olarak çıkmış, Anadolu’nun içlerine girip katliamlara yöneldikçe ‘İngilizlerin Kılıcı’ olmuşlardır. Ancak, İzmir’de denize döküldükten sonra, Mudanya Ateşkes görüşmelerinde kendilerine masada yer bile bulamamışlar, İngilizler tarafından temsil edilmişlerdir. Sadece bu bile Yunanistan’ın Doğu Akdeniz politikasını güncellemesini gerekli kılmaktadır. Unutulmaması gerekmektedir ki, Fransa’nın önemli özelliklerinden birisi de canciğer kuzu sarması olduğu ülkelerden yararlandıktan sonra onları bile faydalandıktan sonra anında satmasıdır. Türkiye’ye karşı hem AB hem de NATO’da tam desteğini alabilmek için Fransa’nın eskimiş demode silahlarına milyarlarca Euro ödemekte herhangi bir beis görmeyen Yunanistan Yönetimi bu pek içlidışlı durumu sonsuza kadar devam edeceğini zannetmektedir. Oysa ki, Fransa Arjantin’e satmış oldukları roket ve güdümlü mermilerin ‘source kod’larını Falkland Savaşı sırasında İngiltere’ye vermiş, onları bir anda işlevsiz hale getirmiş ve yenilmesine katkıda bulunmuştur. Türkçede bunun tek bir adı vardır: “Bu sadece ‘Adam Satmak’ değil, aynı zamanda ‘Devlet de satmak”tır. Ey Yunan Başbakanı, at izi ile it izi birbirine karışmış günümüz ortamında, doğrudur, bilemezsin kimin düşman, kimin dost olduğunu. Ama Yunan halkının düşmanı şu anda senin tuttuğun eldir. Yani Macron Fransa’sıdır, bizden söylemesi. Unutma ki, körler çarşısında ayna satandan ayna alıyorsun, sağırlar çarşısında da gazel atıyorsun, haberin olsun.

Şimdi de gelelim ABD’nin ikircikli politikasına. ABD Birinci Dünya Savaşına girerken Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmemiştir. Başta Almanya olmak üzere diğer bütün merkezi devletlere savaş ilan etmiş, bir tek Osmanlı Devleti hariç. Malum, ABD ‘Büyük Savaş’ın başında savaşa girmemişti. Neden? Bunun nedeni açıktı. Tüccar devlet ABD, bu şekilde her iki tarafa, silah araç, gereç, mühimmat ve donanım satabilmekteydi. Ne güzel ballı börek bir durum, şimdiki gibi öyle değil mi, sevgili okurlar. Ancak dünya finansmanını yöneten egemen güçler ABD’nin savaşa girmesini istemekteydi. Hızla sanayileşen ve teknoloji üreten Almanya’yı güçsüzleştirmek isteniliyordu. Önce 1915 Mayıs ayında birçok Amerikan vatandaşını taşıyan İngiliz yolcu gemileri Arabic ve Lusitania’nın, 1916’da da, bir Fransız yolcu gemisinin Alman denizaltıları tarafından batırılması ilişkileri gerginleştirdi. Bir başkası ise ABD’yi can evinden vuran, Monreo Doktrinine aykırı ama geçerliliği olan bir senaryo idi. Almanya’nın Meksika’ya gönderdiği bir telgraf, ABD’nin eline geçmişti. Telgrafta, ABD’nin Almanya’ya karşı savaşa girmesi durumunda Meksika ABD’ye saldıracak ve bunun karşılığında ise ‘Teksas, Arizona, Newmexico’yu topraklarına katacaktı. 1917 yılında Alman denizaltıları iki ABD ticaret gemisini batırınca 2 Nisan 1917 tarihinde ABD Yönetimi, hiç istemediği halde Almanya’ya savaş ilan etmek zorunda kaldı. Onun için ABD Lozan Barış Görüşmelerinde gözlemci statüsündedir. Ancak savaş gemileri Türkiye’dedir. Bu arada söyleyelim, ABD Lozan Barış Antlaşmasını da Kongrede kabul etmemiş ilişkiler ancak ‘modus vivendi’ söze dayalı anlaşma, geçici bir anlaşma ile kurulabilmiştir.

ABD’nin günümüzde Türkiye’ye uygulamaya çalıştığı ‘Çevreleme Politikası’ bugüne özgü değil, geçmişten günümüze devreden bir mirastır.  Osmanlı Devleti’nin Avrupa tarafından ‘Çevreleme Stratejisi’(Containment), Şark Meselesi (Eastern Question) bağlamında İngiliz İstihbarat Servisinin katkılarıyla 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile başlamıştır. Önce Romanya, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan ve Karadağ’a milliyetçilik akımı ihraç edilmiş, daha sonra manda ve himaye biçiminde uydu devletçikler oluşturulmuştur. Papalık kontrolündeki Arnavutluk ise, Osmanlı Devleti’nin her ileri hareketini isyanlarla önlemeye çalışan terörize edilen yasadışı bir güç olarak belirlenmiştir. Batı kaynaklarında Scanderbeg (Skandarbeg) şeklinde geçen asıl adı Gergi (Gjergj, Georges Kastriyota) ve Osmanlı kaynaklarındaki yaygın ismiyle İskender Bey (1402-1468) çeyrek asır Osmanlı’yı uğraştırmıştır. Aslında Arnavutluk’ta Osmanlı egemenliğine karşı isyanlar İskender Bey’den çok önce başlamıştır. Kastriyota ailesine bütünüyle sahip çıkan Papa, daha sonra İskender Bey’i bir Haçlı kahramanı ilân etmiş, isyandan sonra onları İtalya’ya getirterek bir Katolik Arnavut kolonisi oluşturmuştur. Günümüzde İtalya’da bir milyonun üstünde bir Katolik Arnavut nüfusu yaşamaktadır. İtalya’ya karşı derin bir sevgi besleyen Katolik Arnavutlar da Vatikan ve AB ‘ye yakınlaşma genel algısı yoğundur.

Gelelim ABD’ye. ABD Garp Ocaklarına haraç vererek Akdeniz’e girdiği XIX. yüzyılın başından itibaren önce Osmanlı Devleti’ne daha sonra da İkinci Dünya Savaşının sonuna kadar Türkiye Cumhuriyeti’ne uyguladığı jeo-stratejik uygulama ‘Çevreleme Stratejisi’ olmuştur. Bu politika iki yapay ulus devleti üzerine bina edilmiştir: Bunlardan birincisi büyük ölçüde Arnavutlar ve adalara yayılmış Bizans bakiyesi Rumlardan yararlanılarak teşkil edilen Yunanistan; diğeri ise bir İslam kenti Revan’ın Erivan’a dönüştürülmesinden sonra Eçmiyazin Kilisesi merkezli tesis edilen Ermenistan’dır. Kapalı kapılar arkasında XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti’nin güney batısında Yunanistan’ın kurdurulmasında İngiliz İstihbarat Servisinin; Karadeniz kıyılarında dağınık olarak yaşayan doğu Ermenilerinin zorla Erivan’a göçürülmesiyle Osmanlı Devleti’nin doğusunda Ermenistan teşkil edilmesi Çarlık Rusyası İstihbarat Örgütünün çabalarıyla oluşturulmuştur. Bu şekilde Osmanlı Devleti “İkili Çevreleme” (Dual Containment)’ye tabi tutulmuş, Birinci Dünya Savaşı sırasında Çarlık Rusya’sından da yararlanılmıştır.  1917 Brest Litovsk Antlaşmasıyla Rusya’nın Büyük Savaştan çekilmesi sonrası ortaya çıkan boşluk, ABD Başkanı Woodrow Wilson’un savaş sonrası dünya düzenini tespit etmek ve ABD’nin daha aktif bir rol oynaması gerektiğini vurgulamak amacıyla 8 Ocak 1918 tarihinde Kongre’ye sunduğu 14 madde ile giderilmeye çalışılmıştır. ‘Wilson İlkeleri’ olarak da adlandırılan ve taraflar arasındaki antlaşma koşullarını sınırlayan bu 14 ilke (Fourteen Points)’nin ikinci maddesi bugünlere ışık tutacak tarzdadır. “Karasuları dışında, savaşta ve barışta, denizlerin mutlak serbestisi.” Ancak 12. Maddesi ise, Osmanlı Devleti’ni modüler yapıda bir ipek böceği kozasına hapsetmektedir. Nasıl mı? Osmanlı Devleti’nin İç Anadolu’da kalabildiği topraklarının çevresinde yine iki yapay ulus-devlet batısında ‘Batı Ermenistan’ güneyinde ise ‘Kürdistan’ kurulmaktadır. İlginçtir, şimdilerde FETÖ’lere ev sahipliği yapan Atina, o sıralar yapay ‘Kürdistan Geçici Hükümeti’ne ev sahipliği yapmıştır. 

Aslında ABD ‘Wilson İlkeleri’ ile savaş içerisinde bir nevi ‘harekâtta ön alarak’ (pre-emptive) yeni dünya düzenindeki yerini güçlendirmeyi, yenilen devletlerin haklarını korunması maskesi altında, ABD çıkarlarının bütün dünyada geçerliliğini sağlamayı amaçlamıştır. Bunun dışında Osmanlı’nın boğazının sıkılması için, günümüzde pek de sözü edilmeyen dört yapay ulus devletçiği daha tezgâha konulmuştur. Bunlardan birincisi Karadeniz’de ‘Pontus Devleti’,Çukurova ve Toroslarda ‘Hıristiyan Asur Devleti’, Batı Anadolu’da ‘İyonya Devleti’ ve de Millî Mücadele’de Yunanlılara sığınan Çerkez Ethem ve kardeşlerinin güdümündeki Yakın Doğu Çerkezleri Temin-i Hukuk Derneği (Şark-ı Karib Çerkezleri Temin-i Hukuk Cemiyeti)’ nin İzmir merkezli çalışmaları ile yoğunlaşan ‘Batı Anadolu Çerkez Devleti’. Önemlidir, Yunanlıların gölgesinde 24 Ekim 1921 tarihinde İzmir’de yapılan kongreye Adapazarı, Gönen, Manisa, Kütahya’ya kadar 21 bölgeden 26 Çerkez aşiretinden seçilen üyeler katılmış, Çerkezlerin ulusal çıkarları ve varlığını koruyabilmesi doğrultusunda geliştirmiş oldukları tavırlarını ortaya koymuşlardır.  Kendilerinin 150’likler içerisinde yer bulması nedeni budur. 

Mustafa Kemal Atatürk ‘Millî Mücadele’nin stratejisini kurgularken, ‘Çevreleme Stratejisi’ne karşı ‘İç Hat Manevrası’nın ilkelerini bütünüyle kullanmıştır. Önce zayıf olana yönelmiş, önce kurmuş olduğu Merkez Ordusuyla Pontus meselesini, Doğu Ordusuyla Ermenistan meselesini; güneydeki ayrılıkçı Kürt isyanlarını ve Çukurova ve Toroslardaki Hıristiyan Asur meselesini halkı örgütleyerek kurdurmuş Elcezire Komutanlığı ile bitirmiş, bütün gücüyle Batıya Yunan işgaline yönelmiştir. Bu strateji günümüzde de geçerlidir. Her yerde bayrak göstermek mümkün ancak güç gösterisi içerisinde bulunmak olasılı değildir.  Uluslararası hukukun açık ihlali olan ve sivil kayıplara da yol açan yaygın hale gelen Ermenistan saldırıları bir kez daha göstermektedir ki Ulusal Kurtuluş Savaşında Büyük Önder Atatürk’ün kurguladığı strateji günümüze de ışık tutmaktadır. Ancak gerçekte Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kurgulanan “Çoklu Çevreleme Stratejisi” bu şekilde akamete uğratılabilir. Hedef bellidir, önce ‘Ermenistan’, daha sonra güneydeki “Türkmen Kuşağı” ve de özellikle ‘Bayır Bucak Türkmenleri Bölgesi’, Doğu Akdeniz, KKTC’nin ayrı bir devlet halinde teşkili, Libya ve batıda Ege Bölgesidir.   

Unutmayalım, güvenliğin bedeli sadece güvenliktir ve bunun behemahal sağlanmasıdır. Güvenlik, hiçbir mülahaza ya da karşılıkla geri bıraktırılamaz ve hiçbir şekilde zedelenmemesi gerekir. Bu genel çerçeveden bakıldığında, Bayır-Bucak Bölgesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin beş yıldan bu yana teröre karşı bir başına yapmış olduğu, “Şah Fırat operasyonu (2015), Fırat Kalkanı (2017), Zeytin Dalı (2018) Barış Pınarı (2019) ve Barış Kalkanı (2020)” harekatları ile tesis etmeye çalıştığı “Güvenlikli Barış Kuşağı”nın, Doğu Akdeniz, Türkiye’nin güney kıyı ve limanlarının dolayısıyla ‘Mavi Vatan’ın önemli bir güvenlik unsurudur. 

Güvenlikli Barış Kuşağının Doğu Akdeniz’e açılan ağzında bulunan Bayır-Bucak bölgesi Türkiye’nin terörizme karşı yoktan var etmeye çalıştığı “Güvenlikli Barış Kuşağı”nın oluşumunu engellemek istedikleri çıkış noktasıdır. Bayır-Bucak Türkmenleri kendi bölgelerinde güven içinde yaşamaları ve varlıklarını sürdürmeleri için kendilerine atalarından emanet edilmiş bu bölgede yaşamaları ‘Güvenlikli Barış Kuşağı’nın terör koridoruna dönüşmemesi için şarttır, elzemdir, olmazsa olmazdır. Başta Türkiye olmak üzere dünyanın dört bir tarafına savrulan Bayır-Bucak Türkmenleri soydaşlarımız, şu ana kadar ezilmekten, erimekten ve eritilmekten kurtulmuş olduklarını görmek en büyük gurur kaynağımızdır. 

Nihayetinde varıp gidilecek yer Şehitlerimizin yanı, al bayrağımızın dalgalandığı Vatan toprağı değil midir? İçleri vatan sevgisi ile dopdolu üniformaları kefenleri olduğunu haykıran, Tarık Solak komutasındaki İkinci Sahil Tümen komutanlığına bağlı ‘ölürüz de Bayır-Bucak bölgesini terk etmeyiz’ diyen büyük bir kısmı askerlik çağında bile olmayan sayıları 600 civarında Türkmen genci şanlı direnişlerini güneydeki 8 mezrada devam ettirmektedirler. Allah gaza ve gazavatlarını mübarek etsin, sevgili okurlar.

Dipnotlar

(1) 24 Kanun-i Sani (1339-24 ocak 1923), Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi, HR.İM, 60/3

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen