Esat ARSLAN
Türkiye gemisi, hiç kimsenin kuşkusu olmasın, çağdaş uygarlık yolunda ilerlemesini sürdürdüğü gibi, genç ve dinamik halkının sinerjisi ile ilerleme yolunda olumlu bir zemine doğru yolculuğuna devam etmektedir. Şok seçim atmosferi girdiğimiz günümüz ortamında her bir şey seçime endekslendi ya… Bütün bunları neden söylüyorum, biliyor musunuz sevgili okurlar, Avrupa Komisyonu’nun Varna Zirvesinden sonra yayınlamış olduğu Türkiye hakkında 2018 yılı raporu gerektiği biçimde basın yayın organlarında pek de tartışılmadığı için, Türkiye-AB ilişkilerinin önemini tekraren dillendirmeye çalışıyorum. Bu Rapor, Eylül 2016’dan Şubat 2018’e kadar olan dönemi kapsamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin ve AB üyesi devletlerin katkıları, Avrupa Parlamentosu raporları ile çeşitli uluslararası kuruluşlar ve sivil toplum kuruluşlarından gelen bilgiler kapsamında hazırlanılmıştır.
Büyük şirketlerin, bazı önemli üniversitelerin hemen her sene yaptırmış oldukları dış denetim raporlarını oldum olası beğenirim, takdir ederim. Gelinen durumu bir de dışarıdan bakarak, özümsersiniz. Bu “ben neymişim be abi”, yaklaşımından farklı bir durumun da gözlenmesidir. Bu yapılmak suretiyle üzerine bayağı bir de para verilerek, gelinen gerçek seviye yakalanmaya çalışılmaktadır. Bu bakımdan batı patentli denetim çalışmalarını tutarım, gerçek anlamda en azından nerelere geldiğinizi doğru bir biçimde algılamış olduğundan son derece faydalıdır. Hem parayı verirsiniz, hem de yerinizi belirlersiniz. İşte bu nedenle Avrupa Komisyonu’nun Varna Zirvesinden sonra yayınlamış olduğu Türkiye hakkında 2018 yılı raporunu önemsiyorum.
Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri hiçbir zaman “sepeti koluna, herkes yoluna” özdeyişinde olduğu gibi, tamamen kesilmemiştir. Daha başka bir ifadeyle, Batılıların kendi dilleriyle ifade edecek olursak, hiçbir zaman Türkiye’nin duruşu açısından, söyleyelim, “Hiçbir zaman kapı çarpılarak çıkılıp (Don’t Slam the door)“ gidilmemiştir. İlişki hep muhafaza edilmiştir. Belki siyaseten, iç politikaya yönelik olarak sert çıkışlar gözlenmiş olabilir ama ilişkiler siyasi seviyede hep muhafaza edilmiştir. Ama bilinen ve yadsınamayan bir gerçektir ki, ilişkiler bürokratik seviyede kesilmeksizin devam etmiştir. Siyasiler belki alanı terk etmiş gibi görünmüşlerdir, alçak bir görüntü (low profile) ama hiçbir zaman köprüler tam anlamıyla atılmamıştır. İlişkilerin donma noktasına geldiğini zannettiğimiz, son bir yıllık devrede bile ilişkiler kendi mecrasında devam etmiştir. Bunu teyiden söylemek durumundayım ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Fransız TF1 ve LCI kanallarına verdiği röportajda bu durum daha da bir görünürlük arz etmektedir. Unutmayalım, bir de bunun ekonomik yanı bulunmaktadır. Türkiye AB’nin beşinci en büyük ticaret ortağıdır, AB de Türkiye’nin en büyük ticaret partneridir. Yani Türkiye’nin ticaretinde ilk sıra AB ülkeleridir. Bütün bunlar hemen kesilip atılabilecek ilişkiler değildir. Türkiye tarafından yapılan ithalat ve ihracatın beşte ikisi Türkiye-AB arasındadır ve Türkiye’deki doğrudan yabancı yatırımların % 70’inden fazlası AB kökenlidir. Avrupa Komisyonu’nun Türkiye hakkında 2018 yılı raporuna bile bu ilişkiler aşağıdaki şekilde yansımıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan 25 Mayıs 2017 tarihinde, NATO Başkanları toplantısı vesilesiyle Brüksel’i ziyaret etmiştir. Devlet ve Hükümet Başkanları ile Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Komisyonu Başkanları ile bir araya gelinmiştir. AB Dönem Başkanı Başbakan Borissov’un ev sahipliğinde 26 Mart 2018 tarihinde Bulgaristan’ın Varna kentinde AB Konseyi Başkanı Donald Tusk, AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılımıyla bir zirve yapılmıştır. Bu şekilde AB ve Türkiye arasındaki gelişmiş siyasi diyalog sağlanmıştır. Yüksek Temsilci / Başkan Yardımcısı Mogherini ve Komiser Hahn ile Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ve Avrupa Bakanı Çelik arasında 25 Temmuz 2017’de Yüksek Düzeyli Siyasi Diyalog toplantısı yapılmıştır. Çok çeşitli konularda yabancı ve güvenlik politikası hakkında düzenli tartışmalar yapılmış ve Suriye, Irak, İran, Suudi Arabistan, Orta Doğu ve Körfez, Afganistan dahil olmak üzere bölgeler, Libya, Rusya, Ukrayna, Batı Balkanlar, Güney Kafkasya ve Orta Asya konularında fikir teatisi yapmak üzere Terörle Mücadele Diyaloğu da Kasım 2017’de Ankara’da gerçekleştirilmiştir.
Efendim, Türkiye Cumhuriyeti bütün mevcudiyetiyle, varlığıyla batıya dönmüş, Ortadoğu cangılında batı değerlerinin savunuculuğunu yaparken, Türkiye’nin önüne konulan şu rapora bakar mısınız? Hem, AB’nin güney doğu sınırını koruyacaksınız, hem de mülteci baskısı altındaki Avrupa’yı rahatlatacaksınız, ondan sonra da bunun karşılığında tam üyelik sürecinde bulunan Türkiye’nin yoluna dikenli tellerle ilerlenemez hale getireceksiniz. Hem de AB’nin mülteciler konusunda ev ödevini yapmaya yanaşmadığı bir ortamda. Şunu demek istiyorum. Cenevre Sözleşmeleri’nde ifade edildiği şekliyle, AB’nin mültecilerin haklarını korumaya odaklı bir tavır almak yerine, üye ülkeler arasında var olduğu söylenen dayanışma ilkesini de tümden ortadan kaldıracak biçimde mültecilerin Avrupa’ya gelmelerinin önüne set çekmesine Türkiye de alet edilmektedir. Türkiye bugüne kadar Afgan mültecilerinin kapısına dayandığı bir ortamda Türkiye 4 milyona yakın mültecilere bir başına 31 Milyar Euro harcayan dünyada tek ülkedir. Bütün bunlardan sonra da ilişkilerin bırakın zedelenmesini, geriletmeye yönelik bir operatif faaliyeti yürüteceksiniz. Hakikaten bir kez daha söylüyorum, bu yaklaşımın yenir yutulur tarafı yok. Sosyal medya trollerinin açıktan hedef tahtasına koyduğu, hem de eli kolu bağlanarak hedefe konulan Türkiye Cumhuriyetine bırakın aba altında sopa göstermeyi doğrudan saldırıdır, bu yapılan. Hem de “Varna Zirvesi” sonrası çalakalem, yalap şap hazırlanan rapora bir göz atar mısınız? Canınız da sıkılsa, bolca el insaf da deseniz, gelin hep birlikte bakalım, Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan İlerleme(Progress)(?) değil, Gerileme(Backsliding) Raporuna. 2017 yılı başından 2018 ilkbaharına kadar uzanan bir zaman dilimi içinde Türkiye’deki gelişmeleri kendince irdeleyen bu rapor, Türkiye’ye karşı bugüne kadar yapılan en eleştirel değerlendirme olarak dikkat çekmektedir. Kuşkusuz, bir bilimsel bakış açısı elde edebilmek için, karşılaştırma yapmak gerekmektedir. Karşılaştırma yapılmadan bilim olmaz noktasından hareketle, diyebilirim ki, bugüne dek kaleme alınmış en suçlamacı raporun 2018 raporu olduğu söylenebilir. Tabii bundan önceki yıllarda açıklanan benzer metinlerle karşılaştırıldığında Brüksel’ün açıkça suçlamacı tavrı da ortaya çıkmaktadır. Evet, sevgili okurlar, düşünebiliyor musunuz, bir taraf da ilişkileri rayına oturtmaya meyya bir ülke Türkiye Cumhuriyeti; diğer taraf da her gün yeni bir engelleme koyarak 60 yıldır kapıda bekleten AB. Şimdi 2018 raporunun ilk bakışta dikkat çeken hususlarını hep birlikte irdeleyelim.
Avrupa Komisyonu’nun 2018 Geriletme Raporuna bir bütün olarak bakıldığında; ifade özgürlüğü, yargı ve temel haklar, hukukun üstünlüğü, insan hakları, toplanma ve dernek kurma hakkı, kamu yönetimi, kamu hizmetleri, sivil toplum, enformasyon toplumu, sosyal politika, işçi hakları, ekonomi, pazar ekonomisine taahhüt, ortak gümrük tarifeleri, mülkiyet hakkı gibi başlıklarla Türkiye suçlanmaktadır. Raporda ifade özgürlüğü ve yargı alanında geriye çark ediş, azımsanamayacak “ciddi” ölçülerde olduğu belirtilmektedir. Brüksel, 2018 yılı itibarıyla AB’nin siyasi ve hukuk kriterlerinin yörüngesinden uzaklaşan Türkiye’yi adeta zıvanadan çıkan bir tam üye adayı olarak nitelemektedir.
FETÖ ve FETÖ ile Mücadele
Raporda Fetullahçı Terör Örgütü’ne (FETÖ), “15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası Türk makamları tarafından darbe girişiminden sorumlu terör örgütü olarak tanımlanan “[1] ibaresi ile yer verilmesi oldukça ilginç bir yaklaşım da sergilemektedir. Sanki bunu ben terör örgütü olarak tanımlamıyorum, bunu Türkiye tanımlıyor, ama üzülerek ifade etmek istiyorum ki, ortada bir darbe girişimi bulunmaktadır. Bu ifadeler raporun özet kısmında aşağıdaki şekilde yer almıştır:
“15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası Türk makamları tarafından darbe girişiminden sorumlu terör örgütü olarak tanımlanan FETÖ yapılanmasının ortadan kaldırılması ve Türkiye’de gerçekleştirilen terör saldırılarının ardından terörle mücadelenin desteklenmesi için başlatılan olağanüstü hal (OHAL) uygulaması devam etmektedir. AB darbe girişimini hızla ve şiddetle kınamış; Türkiye’nin demokratik kurumlarına tam desteğini yinelemiş ve ciddi tehlikeler karşısında Türkiye’nin hızlı ve orantılı bir şekilde meşru müdafaa hakkını tanımıştır. Ancak darbe girişimi sonrası OHAL kapsamında gerçekleştirilen operasyonların geniş kapsamı, kitlesel niteliği ve alınan tedbirlerin orantısızlığı ciddi endişe kaynağı olmaya devam etmektedir. Türkiye OHAL uygulamasını gecikme olmadan kaldırmalıdır.”
Yukarıda da açıkça görüleceği üzere Türkiye FETÖ ile mücadelesinde orantısız güç kullanmakta olduğundan bahisle Türkiye Cumhuriyeti adeta suçlanmaktadır. Devamla Türkiye’nin göstermiş olduğu zafiyetler aşağıdaki şekilde özetlenmektedir;
“OHAL döneminde kabul edilen 31 Kanun Hükmünde Kararnamenin (KHK) önemli zafiyetleri bulunmaktadır; Parlamento’nun etkili denetimine tabi tutulmamışlardır. KHK’lar uzun süredir yargının denetimine açılmamıştır ve Anayasa Mahkemesi’nin KHK’lara ilişkin bir hükmü bulunmamaktadır. KHK’lar ifade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü ve usul hakları dahil olmak üzere bazı sivil ve siyasi özgürlüklere kısıtlama getirmektedir. Aynı zamanda OHAL kaldırıldıktan sonra da geçerliliklerini koruyacak önemli temel düzenlemeler üzerinde değişikliklere yol açmıştır.”
“OHAL’in ilan edilmesinden bu yana 150 binin üzerinde kişi gözaltına alınmış, bu kişilerden 78 bini tutuklanmış, 110 bin devlet memuru görevinden uzaklaştırılmış, bu kişilerden 3.600 kişi KHK’lar uyarınca olmak üzere toplam 40 bini görevine iade edilmiştir.”
Olağanüstü Hal Uygulamaları
Raporda Olağanüstü Hal uygulamaları da aşağıdaki şekilde zikredilmiştir:
“Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu çalışmalarına başlamış ve 107 bin dosya kabul etmiştir. Komisyon Aralık 2017’de dosyaları sonuçlandırmaya başlamış ve sınırlı sayıda başvuruya ilişkin mağduriyetin giderilmesi yönünde hükme varmıştır. Komisyon kararlarına karşı yargı yoluna başvurulabilmektedir. Söz konusu Komisyon, OHAL tedbirleri nedeniyle mağduriyete uğrayan kişiler için etkili ve saydam bir tazmin mekanizması haline gelmelidir.”
“Avrupa Konseyi’nin temel önerileri henüz ele alınmamıştır. Suistimal iddiaları bireysel temelde ve saydam prosedürlerle ele alınmalıdır. Bireylerin cezai sorumluluğu güçler ayrılığına tam bağlılık, yargının tam bağımsızlığı ve her bireyin adil yargılanma hakkının temini ile belirlenebilir. Türkiye OHAL uygulamasını gecikme olmadan kaldırmalıdır.”
“Cumhurbaşkanlığı sistemini getiren Anayasa değişiklikleri Nisan 2017’de gerçekleştirilen referandum süreci OHAL’in olumsuz etkileri, seçimlerin bütünlüğünün sağlanmasına yönelik güvencelerin zayıflaması ve seçim kampanyalarında eşit şartların sağlanamamasına ilişkin ciddi endişelere sebep olmuştur.”
“KHK’ların olağan yasama prosedürleri ile düzenlenmesi gereken konuları da ele alması sonucu OHAL altında Parlamento’nun yasama organı olarak temel işlevi kısıtlanmıştır. Artan siyasi anlaşmazlıklar ile siyasi partiler arasında diyalog için alan daralmıştır.
“Olağanüstü hal kararnameleri ile bazı yetkilerin Cumhurbaşkanlığına aktarılması sonucu Cumhurbaşkanı makamının yürütme üzerindeki etkisi artmıştır. Belediye yöneticilerinin ve seçilmiş temsilcilerin yerine kayyum atanması yerel demokraside önemli bir zayıflamaya sebep olmuştur.”
“İnsan hakları savunucuları da dahil olmak üzere yüksek sayıda tutuklama, gösteri ve benzer toplantılara yönelik yasaklar ile sivil toplum üzerinde baskı artmıştır. Bu durum temel hak ve özgürlükler alanının hızla daralmasına yol açmaktadır. Hak temelli pek çok kuruluş OHAL tedbirleri kapsamında kapalı tutulmaktadır ve müsadereye ilişkin çözüm üretmeye yeterli etkinlikte iç hukuk yolu henüz bulunmamaktadır.
Sığınmacılar ve Göçmenler
Mart 2016 tarihli AB-Türkiye Bildirgesi’nin uygulanması kapsamında Türkiye’nin sığınmacılar ve göçmenler konusunda büyük ilerleme kaydettiği Türkiye’nin bu çabaları olağanüstü olarak nitelendirilmesi “görünen köye kılavuza gerek yok” yaklaşımının da bir göstergesidir. Ege’den geçişlerin 2016 Anlaşması sayesinde ciddi oranda azaldığı vurgusu yanında Türkiye’nin göçmenlere ilişkin tutumu ise raporda övülmektedir. Türkiye’nin Göç İdaresi Başkanlığının 1 Mart 2018 resmi verilerine göre 3.540.000 mülteciyi ülkesinde barındırması ve Türkiye’nin, hangi örgüt tarafından hangi bahaneyle başlatılırsa başlatılsın terörizmle faal şekilde mücadelesinin tipik bir saha çalışması olan Zeytin Dalı harekâtı Türkiye’ye bir rüçhaniyet ve mazhariyet kazandırmıştır. AB’nin güney sınırında iki açık cephede tek başına savaşım veren bir Türkiye artık kolaylıkla vaz geçilebilecek bir ülke olmadığı zımnen de olsa rapora yansıtılmıştır. AB, art düşünce taşımasına karşın ülkesinde 3,5 milyondan fazla mülteci barındıran ve en az 5 terör örgütüne karşı açık bir mücadele veren ve bunu yaparken, uluslararası yükümlülüklerini aksatmayan bir Türkiye’yi, kaybetme niyetinde olmadığı bana kalırsa belgelendirilmiştir.
Vize serbestisi
Vize Serbestleştirmesi Yol Haritası’nın uygulanmasına ilişkin olarak Türkiye Şubat ayı başında AB Komisyonu’na kalan 7 kriteri nasıl yerine getireceğine dair bir çalışma planı sunmuştur. AB Komisyonu Türkiye’nin önerilerini incelemeyi sürdürmekte olduğu takiben Türk makamlarıyla istişare gerçekleştirileceği raporda vurgulanmıştır. Vize serbestisi konusunda Türkiye’nin AB Komisyonu’na sunduğu önerilerin hala incelendiği vurgulanmakla birlikte Komisyonun bu konuda Türkiye ile yeni danışmalarda bulunacağı iyimser bir biçimde not edilmiştir.
Sonuç
Türkiye Cumhuriyeti, AB ve ABD ile olan ilişkilerinde her türlü olumsuzluğa karşın hukuki temelli “Vizyonik Kararlılık Gösterisi ve Duruşu” sergilemektedir. Bu kapsamda AB’den, Kıbrıs konusunda “tarafsızlık”; mülteciler, insan hakları ve demokrasi konusunda “içtenlik”; terör konusunda “küresel dayanışma”, Türkiye’ye yönelik tehditler konusunda “içinde bulunduğumuz askeri ittifakın felsefesine uygun hareket” ve her ne şekilde olursa olsun Türkiye’nin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne “saygı” beklemektedir. Oysaki Avrupa Komisyonunun 2018 Raporu Batıdan kaynaklanan bir art niyeti tekrar tekrar Türkiye’nin önüne koymaktadır. Herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir ki, Türkiye’nin milli egemenliğine halel gelmedikten sonra temel hak ve özgürlükler başta olmak üzere, yapısal reformların gerçekleştirilmesi de o nispette hızlanacaktır. Yeter ki AB tarafından Türkiye’nin tam üyelik statüsüne yönelik bakışına art niyetten ziyade samimiyet hâkim olabilsin.
Dipnot
[1] Avrupa Komisyonu Türkiye hakkında 2018 yılı Raporu, s.5 https://www.ab.gov.tr/siteimages/kapbtablolar/2018_turkiye_raporu_tr.pdf / Erişim Tarihi: 27.04.2018