AB yetkilisinin Rusya ve Çin ile birlikte Türkiye’yi de imparatorluğu canlandırmak isteyen güçler sınıfında sayması, kuşkusuz Türkiye’de iktidar blokunu oluşturan AK Parti-MHP tabanındaki İslâmcı, milliyetçi ve neo-Osmanlıcı bazı kesimlerin gururunu okşayacaktır. Bazı çevrelerin bu gelişmeyi Ayasofya’nın açılışından hilafet tartışmalarına ve oradan Doğu Akdeniz’deki gerilime bağlayıp Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden Türkiye’ye hata yaptıracak sonuçlar çıkarması muhtemel.
*****
Murat YETKİN
Avrupa Birliği’nin Güvenlik ve Dış Politikalar Yüksek Temsilcisi Josep Borrell Fontelles 15 Eylül’de Avrupa Parlamentosunda Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir konuşma yaptı. Konuşmasının en önemli kısmında Türkiye’yi de “eski imparatorluğu” canlandırmak isteyen ülkeler arasında saydı ve bunun AB’yi yeni bir durumla karşı karşıya getirdiğini söyledi. AB’nin 21 Eylül’deki Dış İlişkiler Konseyi, yani dışişleri bakanları toplantısında ve 24 Eylül’deki AB Konseyi, yani devlet ve hükümet başkanlar toplantısında Türkiye-AB ilişkilerini yol ayrımına getirecek kararlar çıkabilir.
Borrell’in sözleri şöyle:
- “İmparatorluklar geri gelmeye başladı. En azından üçü. Diyebiliriz ki bunlar Rusya, Çin ve Türkiye; geçmişin büyük imparatorlukları. Bunlar yakın komşularına ve küresel [olarak] yeni bir yaklaşımla geri geliyorlar, ki bu da bizim için yeni bir durum demek. Ve Türkiye bizim koşullarımızı değiştiren bu etkenlerden birisi.”
AB Dışişleri Bakanı diyebileceğimiz konumdaki Borrell, Suriye ve Libya ardından Doğu Akdeniz’de Yunanistan ile yaşanan ihtilaftan yola çıkarak Türkiye’nin imparatorluğu (ki burada Osmanlı İmparatorluğu kast ediliyor) canlandırma çabasında olduğunu öne sürüyor.
Coğrafyayı değiştiremeyiz
Borell, bazıları Avrupa Parlamentosu üyelerinin soruları üzerine olmak üzere şunları da söylemiş:
- “Şurası açık ki çözüm zıtlaşmanın tırmandırılmasıyla bulunamayacaktır. İstediğimiz bu değil. Türkiye AB için önemli bir komşu ve coğrafyayı değiştirmeyeceğiz, yerinde duracak.
- “Türkiye pek çok alanda kilit ortağımız; bir örneği göç. Türkiye’nin yardımı olmaksızın göçmen akımı sorunu çözebileceğimizi düşünmek güç.
- “[Türkiye, AB] üyelik adayı ve toplumunun büyük kısmı bizim değerlerimizi kucaklıyor ve AB’yi toplumsal bir model olarak görüyor.
- “Diğer yandan Türkiye’deki gelişmeler ve Türkiye’nin eylemlerinin ilişkilerimizin geleceği konusunda sorulara yol açtığı da açık. Ve bu sorulara acilen yanıt aramamız gerekiyor.”
Bu durum, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “İstemiyorsanız, hayır deyin” yaklaşımının Brüksel’de de bir karşılığının oluşmaya başladığını gösteriyor.
Ne yazık ki gelinen noktada AB yetkilisinin Türkiye deyince aklına gelen en çarpıcı unsur göçmenler ve “göçmenler sorununa” çözüm bulunabilse “Türkiye sorununu” da daha kolay çözebilecekleri izlenimini vermek istiyor.
Rusya, Çin ve Türkiye
AB yetkilisinin Türkiye’yi Rusya ve Çin ile birlikte sorun olarak sayması ve bunu imparatorluğu canlandırma çabasına bağlaması da ilginç. Rusya deyince Ukrayna, Kırım’ın ilhakı ve Beyaz Rusya’dan ayrıca Baltık üzerindeki baskıdan söz ettiği açık. Çin deyince Hong Kong ve Tayvan’ın ötesinde küresel bir durum ve küresel planda ABD-Çin zıtlaşması akla geliyor.
Bu üç ülkenin birlikte sayılmasına en son Amerikalı Gazeteci Bob Woodward’ın kitabında rastladığımızdan yeni söz etmiştik. Donald Trump’ın eski istihbarat yetkilisi Dan Coats, Rus lideri Vladimir Putin, Çin lider Şi Cingpin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’ın yüzüne gülüp “yağ çekerek” bildiklerini okuduğunu iddia ediyordu.
Türkiye, Çin ve Rusya’yı ayıran ciddi özellikler var oysa. Çin dünyanın en büyük ikinci ekonomik gücü. Atom bombası ve uzay teknolojisine sahip, BM Güvenlik Konseyinin veto gücüne sahip beş üyesinden birisi. Ekonomik olarak o kadar güçlü olmasa da enerji devi Rusya dünyanın ikinci büyük askeri gücü ve ABD ile eşit durumda bir uzay gücü.
Türkiye ekonomik ve askeri olarak bölgesel gücü ve her iki bakımdan da ABD ve AB’ye bağımlılıkları bulunan bir ülke.
Tehlikeli benzetmeler
AB yetkilisinin Rusya ve Çin ile birlikte Türkiye’yi de imparatorluğu canlandırmak isteyen güçler sınıfında sayması, kuşkusuz Türkiye’de iktidar blokunu oluşturan AK Parti-MHP tabanındaki İslâmcı, milliyetçi ve neo-Osmanlıcı bazı kesimlerin gururunu okşayacaktır. Bazı çevrelerin bu gelişmeyi Ayasofya’nın açılışından hilafet tartışmalarına ve oradan Doğu Akdeniz’deki gerilime bağlayıp Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden Türkiye’ye hata yaptıracak sonuçlar çıkarması muhtemel.
Oysa Türkiye, bu coğrafyadaki tarihinde hem Osmanlı İmparatorluğu hem Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde yüzünü ne zaman Batı’ya dönse yükselmiş ne zaman Doğu’ya dönse irtifa kaybetmeye başlamıştır. TBMM tarafından kabul edilmiş tek Ulusal Programın, AB üyelik hedefi olduğu unutulmamalı. Bu tür benzetmeler, Türkiye’yi -teşbihte hata görmeyin lütfen- “papaza kızıp oruç bozma” dolduruşuna getirmemeli.
Doğu Akdeniz’deki uzlaşmanın Türkiye’nin çıkarları da korunarak diyalogla çözme imkânı hâlâ mevut. Bu değerlendirilmeli. Lozan Antlaşmasının ve Montrö Sözleşmesinin, o arada Mustafa Kemal Atatürk’ün uzak görüşlülüğünün ne kadar önemli olduğu, bugün çıkarların korunması için hâlâ o belgelere dayanıyor olmamızdan da görülüyor. Ulusal çıkarların savaşarak değil konuşarak aşılabileceği bilgi birikimi ve uzmanlığı var Türkiye’nin; o kullanılmalı şimdi.