Böyle bir şey olabilir mi? diye, sarsıla sarsıla soruyorsunuz kendinize, “yok ya” diyorsunuz, “olmaz.” Kondurmuyorsunuz, konduramıyorsunuz ama böyle bir şeyin varit olduğunu öğrendiğinizde de içiniz eziliyor, karnınıza sancılar giriyor ve kahroluyorsunuz. Bütün bunları neden söylüyorum, üzülerek ifade etmek gerekir ki, aslan sosyal demokrat görüntüsü çizmeye çalışanların son zamanlardaki çizmiş oldukları tablo nedeniyle. ‘Aslan Sosyal Demokrat’ terimini siyaset bilimine kazandıran siyasetin mütevazi ve güler yüzü merhum Fizik Profesörü Dr. Erdal İnönü bu şirin sözünü yakıştıracağınız kimse de kalmadı ya, ortalık yerde. Muhalefet yapmak, Türk halkının ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin âli menfaatlerine aykırı olanlara güzellemeler yapmak şimdilerde moda oldu. Dahası ‘Ermeniseviciliği’, yine bugünlerde biraz da ortam müsait olmadığı için yerini maalesef ‘Yunanseviciliği’ne bıraktı. Yani şunu söylemeye çalışıyorum, neredeyse, ortalık yer, ‘Hepimiz Ermeniyiz’in karşıcılığının yanına bir de ‘Hepimiz Yunanız’ı eklemektebir beis göremeyenlerin oldu, haberiniz olsun. Aklıma gelmişken hemen söyleyeyim, Yunanseviciliği bugüne özgü bir kavram değildir. Ulu Önder Atatürk Hakkın Rahmetine kavuşmasıyla birlikte, Yunanseverlik depreşmiş, o İkinci Dünya Savaşının olmak ya da olmamakla özleştiği ortamda Eski Yunan felsefesi kapsamında Roma’ya özgü Latince öğretim yapılan Liseler kurulmuştu. Bu bir anlamda Aristoteles’in, Platon’un Akademia’sına rakip olarak kurduğu Lykeion (Latince Lyceum)’la özdeşleşme sürecinin başlangıcı ve Misak-ı Millî ve Kuva-yı Millî ruhuna, kısaca milliliğe vurulan bir darbeydi. Atatürk döneminde yabancı okulların kısıtlamalarına karşı devlet eliyle ülkesine ve halkına yabancılaşan, başkalaşıma uğrayan entel-dantel takımının tekrardan diriltilmesi operasyonuydu, devlet eliyle yapılan. Eski Yunan, Grek hayranlığı ve Yunanseviciliği bu okullar vasıtasıyla yeşertilecekti.
Gelelim günümüzdeki yansımalarına. AB (D)’nin maşası Yunanistan tarafından Ege’de olsun, Doğu Akdeniz’de uluslararası hukukta geçerli olan millî çıkarların devlet olarak korunulmasına karşılık üretilen ve eyleme sokulan enternasyonalist faaliyetler Yunanseviciliğinin tezahürüdür, alanda. Hadi günümüzde çok moda olan terimle söyleyelim, büyük resme bakıldığında, sanki bu durum büyük bir planın yapboz parçaları gibi, görünmektedir. Yani, birileri tarafından kapalı kapılar arkasında üretilen ve eyleme sokulan daha çok da Okyanus ötesi açılımlarını gösteren büyük bir açılımın parçalarını göstermektedir. İktidara karşı bu büyük açılım içerisinde kendilerine görev verilenler, bir zaman planı içerisinde ezberlemiş oldukları tiratlarını oynadıklarını sizler de benim gibi hissediyorsunuzdur. Görülmektedir ki, bütün bu karşı koyuş eylemlerinden başta devlet kurumları, cumhuriyetin kurumsallaşmasının kazanımları ve millilik büyük ölçüde yara almaktadır.
Biraz ayrıntıya girelim mi? Gezi olaylarına benzer tarzda tekrardan üniversite olaylarına kilitlenenler, Amerika Birleşik Devletler sınırları dışındaki ilk Amerikan koleji olan Robert Kolej’in devamı Boğaziçi Üniversitesinde öğrenci olaylarıyla tekrardan sökün etmiştir. Kuşkusuz, böyle olaylara önemli cazibe merkezi bir yerden başlanması gerekmektedir. Oyunun kuralı budur. Planlamayı eyleme koyanlara göre öyle bir yer seçilmelidir ki, dünya kamuoyunun dikkati hemen bu noktaya çekilsin, olay uluslararası gündeme otursun, mesele kısaca uluslararasılaşsın. Bu şekilde aniden patlak veren bu olayla birlikte birbiri peşi sıra, ardı ardına gelen olaylar bir anda Türkiye’nin gündemine oturmasına olanak sağlasın. Aynen de böyle olmuştur. Kamuoyunda atanan rektöre karşı bir görüntü çizilen Boğaziçi Üniversitesi olayı hemen sonrası ‘Sözde Cumhurbaşkanlığı’ karşı koyulması, bu sistematik olgunun eseridir. Türkiye’nin başka meselesi yokmuşçasına bu konunun biteviye dillendirilmesi doğrudan Cumhurbaşkanı makamını dolayısıyla Türkiye’nin istikrarını hedef alması aculluğudur. Bu tür karşı koyuş eylemi, İstanbul ve Ankara’dan sonra beklenildiği gibi, üçüncü büyük kentimiz İzmir’de de sökün etmesi, bu bakış açısının eseridir. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı, tadilat gerekçesiyle kapatılan Pasaporttaki vapur iskelesi yerine seferlerin aksamaması için mendirek içine bir yüzer iskele koydurmuştur. Başka yerlerde de kullanıldığında Yunan işgalinin meşruiyeti simgelemek üzere yüzer iskeleye ‘Agamemnon’ ismi konulmuştur. Millî Mücadelede Yunan Silahlı Kuvvetlerinin denize döküldüğü yere konulan bu yüzer iskeleye Eski Yunan site devletlerinin Baş Kralı “Agememnon” adını verilmesi olayı ciddi bir egemenlik ve meşruiyet sorunudur. İzmirlileri öfkelenmekte öylesine haklı ki, Pasaporttaki vapur iskelesi İzmir tarihi açısından son derece önemlidir. Malum İzmir Birinci Dünya Savaşı sonrası 15 Mayıs 1919 tarihinde Pasaport limanından çıkılarak işgal edilmiştir. İşgalinin ilk gününde Yunan askerlerini Pasaport’ta karşılayan İzmir Metropoliti Kalafatis Hrisostomos, aynı zamanda onları kutsayarak, Türkleri öldürmenin görev olduğunu belirtmekten de geri durmamıştır. İşgalin soykırıma dönüştürülmesi için hazırlıklar İzmir metropolithanesi merkezli olarak çok öncelerden yapılmıştır. Bir kere İzmir’in bütün dünya ile bağı bir hafta süreyle kesilmiştir. Yaralanmalar dolayısıyla yabancı devletlere ait hastane ve sağlık teşkillerine Türklerin müracaatlarının engellenmesi ve de faydalanmaması konusunda talimatlandırılmışlardır. Efendim mezalim öncesi yapılan hazırlıklara bir bakar mısınız? İzmir Limanında ABD, Japonya dahil 10 ülkenin donanmasına ait askeri gemiler bulunmaktadır. Ermenilerin de desteğini alan Metropolit Hrisostomos, ilk günden başlamak üzere İzmir’deki Türklere işgal süresince zor anlar yaşatmıştır. Asıl amaç Megali İdea’dır, ENOSİS’tir. Bu kapsamda İzmir’in Yunanistan’a bağlanmasını sağlamaktır. Kıyım, kırımlar tüm dünyanın önünde yapılmıştır. Yunanlılar gelirken yanlarında bir de ‘Patris’ adlı yüzer bir esir gemisi getirmişlerdir. Bu gemi İzmir Büyükşehir Belediye Başkanının mendirek içine koyduğu adını da Yunan Kralı ‘Agamemnon’ dan mülhem yüzer iskele’nin arkasına bağlanmıştır. Bu gemi “İzmir İşgalinin Soykırıma Dönüşümü” makalemde de belirttiğim gibi tam bir Patris cehennemine dönüştürülmüştür, daha işgalin ilk günü. 15 Mayıs günü İzmir’de bardaktan boşalırcasına bir yağmur altında ölüm kalım mücadelesi vermektedir. Patris gemisinin ambarları Sarı Kışla’dan yaya getirilen yolda her bir şeyleri, tespihlerine, ayakkabılarına kadar Yunan askerleri tarafından çalınan, eşyaları paraları gasp edilen, tartaklanan, dövülen, hakaretlere maruz kalan Türk Ordusu mensupları, 8-10 yaşlarına kadar Mekteb-i Sultani öğrencileriyle lebalep doldurulmuştur. Geminin ambarları nefes alınamayacak bir durumda binbir ayak bir ayak üzerindedir. Öğleden sonra İzmirli Rumlar Pasaport limanı etrafında meyhaneleri doldurmuşlardır, Yunan işgalini kutlamak için. Ellerine şarap kadehlerini alanlar, Patris gemisinin karşısında büyük bir kalabalık oluşturmuşlardır. Hep bir ağızdan tek bir ses duyulmaktadır. “Yunyo, Yunyo” (Grekçede Batı Anadolu’nun adı İonia’dır.) Öylesine bir coşku vardır ki, Patris gemisindeki cellat kılıklı askerler de beklenen yanıtı vermekte gecikmemişlerdir. Savunmasızlara karşı güç gösterisinde bulunmak, Yunan’ın, Rum’un millî karakteridir, özelliğidir. Patris cellatları ellerine uzun sopalı et çengellerini almışlardır. Neredeyse her bağırışta ambara et çengelleri uzanmaktadır. Cellatlar ellerindeki uzun sopalı et çengelleriyle önce çocukları yukarı çekerler, sonra da subayları özenle çekerler ve arkasından büyük bir alayişle denize atarlar, boğulup, ölmeleri için. Suda kalabilenler ise kafalarına vurula, vurula şehit edilmektedir. Yunan adalarında sirtaki oynayanlara, rebetiko (acıların, çilelerin, anlatıldığı zeybek havasının Yunan versiyonudur) oynayanlar bu sahneyi gözlerinde bir an için canlandırabilirler mi, acaba? Şimdi gözlerinizi yumduysanız anlatmaya devam edeyim, her masum savunmasız Türk insanının denize atılışından sonra kalabalıktan aynı ses yükselir “Yunyo, Yunyo”. Bu iğrenç, nefret edilesi pis coşku saatlerce devam eder, Allah’tan yağmur yağmaktadır, daha büyük kıyım ve kırımları önlemek için. Daha sonra mı ne olur? Söyleyelim geminin ambarları istiap haddine kadar, sivil, asker, öğrenci, çoluk çocuk, kadın kız, sakat ihtiyar demeden doldurulur, gece yol alır İzmir Limanının çıkışındaki Eşek adasına kadar. Sabaha kadar ‘uçtu, uçtu Türk uçtu’ deyip, masum biçare Türkler denize atılıp, bu insan müsveddeleri tarafından boğulmuşlardır, hem de şehir ışıklarını uzaktan tarassut ederek, bakarak. Pasaport Limanı kadar Eşek Adası da bir o kadar önemlidir, Batı Anadolu’nun kıyım, kırım ve proto-soykırım tarihinde. Üç sene dört ay süren Yunan işgali boyunca bu gemi, Batı Anadolu içlerine yapılan ‘Türk Avı Safari’ leriyle bütünleşmiş ve ambarları masum atalarımızla doldurulmuş, Pasaport-Eşek Adası arasında ölüm yolculuklarına çıkarılarak, cellathane vazifesi görmüştür. Yunanistan Cumhurbaşkanı Katerina Sakellaropulu ‘nun 28 Haziran 2020 tarihinde Türkiye’yi tahrik etmek için geldiği ve 16 yıldır Yunan işgalindeki Aydın iline bağlı Didim’in karşısındaki Eşek Adası da İzmir Limanı çıkışındaki Eşek Adasını anımsattığı için bu nedenle çok önemlidir.
Eşek Adası’nın 1932 Lozan Antlaşması taraflarından İngiltere’nin 1943’te yayınladığı ve 1947 Paris Antlaşması’na taraf olan ABD’nin 1951 yılında yayınladığı haritalarda, 12 Ada deniz sınırları dışında Türkiye toprağı olarak gösterilmişti. Ada, 16 yıldır Yunanistan işgali altında ve adada konuşlu Yunan kara, deniz ve hava üslerinde yüzlerce silahlı Yunan askeri görev yapmaktadır. [2] Tamamen yasadışıdır.
Delphi Ligiyle Yunan Site Devletlerini bir araya getiren Ege Denizini geçerek Çanakkale’de yerleşik Truva Saldırısı gerçekleştiren Baş Kral Agememnon ismi Patris gemisi ile bir anlam taşır. İnsan sormadan edemiyor. Belediye Başkanlığına giderken her gün önünden geçtiği 15 Mayıs 1919 tarihinde Yunan’a ilk kurşunu atan Gazeteci Tahsin adıyla maruf, Balkan göçmeni Osman Nevres’in heykelinin önünde acaba bütün bunlar aklına gelmiyor mu? Bu konu karşısında hiçbir Türk, Hazreti İsa’nın “sana bir tokat atana öteki yanağına da uzat” tavrını sergileyemez. Bana göre normal davranış budur. ‘Agamemnon’ adının gündeme getirilme mantalitesinin arkasında açıkça Gazeteci Tahsin heykelinin dibine dinamit koymak yatar, bunu da söyleyelim. Sayın Belediye Başkanının konuşmasına bakıyorsunuz, özürü kabahatinden büyük bir yaklaşım sergilediğini de görüp, üzülüyorsunuz. Ne söylediğine de bir bakalım mı? Muhterem, en başta ‘Agememnon’ isminden yüksünmediğini söylüyor. Arkasından ağzını köpürterek “bu ne tahammülsüzlük, bu ne hoşgörüsüzlük, anlamakta güçlük çekiyorum” şeklinde kendi başkalaşımını ifade eden ve entelliğini her zaman ön plana çıkartan CHP’nin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanına daha başka bazı anımsatmalar yapmakta da yarar var sanırım.
Öncelikle en sonda söyleyeceğimizi en başta söyleyelim. Onun bu hareketi en çok da Yunan hükümetini ve Yunan Deniz Kuvvetlerini memnun etmiştir. Neden mi? Nedeni açık seçik ortadadır. Yunan Deniz Kuvvetleri Ege Denizi’nde yapılan tüm tatbikatlara “Agamemnon” adını vermektedir de ondan. Mütecaviz Baş Kral Agamemnon adı Ege Denizi üzerinden Truva’ya, Anadolu’ya ve Türkiye’ye yapılan birleşik ve bütünleşik saldırının öteki adıdır. Bu amaçla güçlü kral 61 site devletini Delphi Liginde bir araya getirmiştir, Ön Asya’ya karşı. Başarısı ‘Truva Atı’ aldatmacası üzerine kuruludur. Vikinglerin torunları İskandinavlar, özellikle İzlanda sagalarında, ağıt destanlarında Ön Asya’yı ‘Türkland’ olarak adlandırmışlardır. En eski İzlanda tarihçisi Ara Frode ve tanınmış İzlanda tarihçisi Snorrre Sturlesson’un anlattıkları da ‘Tyrkir’ sözcüğünün hem Türk hem Truvalı anlamına geldiği yönündedir.
Homeros’un İlyada Destanı’ndaki en önemli kahramanlarından biri Truvalı ‘Hek-tor’dur. Hek-tor adı metaforik bir mecazi olgudur. ‘Tor’ları, Tur’ları, yani Türkleri simgelemektedir. Tur’lar, Torlar Türkün ortak adıdır. Çoğul ‘-An’ eki ile bütünleştirilen Farsça ‘Tur-an Zemin’ Türkland’ın Asya’daki adıdır. Tor, Turan denilen halk bu toprakların çocuklarıdır. Bütünüyle Türkistan’da yaşayan Kazak ve Özbek boyları da Turan halkıdır. Eski Doğu Sanskritçenin benzer ağızlarını konuşan bu göçebe aşiretler arasında Tor-Turan adlandırması yaygındır. Ortaçağ’da Avrupa’da Türklerle Troyalıların özdeş tutulması işte bu nedenlerledir. Truva hem Fatih’in hem de Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük ilgisini çekmiştir. 1453’te İstanbul muhasarası sırasında kentte bulunan Kardinal İsidore yazdığı bir mektupta ‘Sultan II. Mehmet’ten Troyalıların Prensi’ şeklinde söz etmiştir.[2]
Konuyla ilgili olarak, Prof. Dr. Stefanos Yeresimos, Toplumsal Tarih Dergisi ‘nin Ağustos 2003 sayısında yayınladığı “Türkler Romalıların Mirasçısı mıdır?” araştırmasında, Fatih’in tarihçisi Kritovulos‘un metinlerine dayanarak aşağıdaki bilgileri vermektedir:
“1462 yılında Midilli’yi kuşatmaya giderken Sultan II. Mehmet, Truva’da durmuş ve Homeros’ta adı geçen kahramanların mezarlarını aramış ve şöyle demiştir: Tanrı, yıllar sonra olsa bile, bu kentin ve burada yaşayanların intikamını bana nasip etmiştir. Eskiden bu kenti yıkan Yunanlıların, Makedonyalı, Tesalyalı, Moralıların çocukları, sayemde uzun yıllar geçtikten sonra, biz Asyalılara karşı o dönemde sık sık yaptıkları haksızlıklardan dolayı hak ettikleri cezayı sonunda bulmuşlardır.” [3]
Torların ülkesi Truva ya da Troya, bir Anadolu dayanışmasıdır ve saldırgana karşı duruşunun simgesidir. Yunanlıların ‘Ön Asya Seferi’ arkasından gelen Küçük Asya (Asia Minor) Bozgunu bu sağlam duruşun alana yansımasıdır. Ancak, bölgede yaşayan Tor’lar, yani Truvalılar gerçekten de Oysesus’un Truva Atı kurnazlığı ile yenilmişlerdir.
1913 yılında Troya’nın kalıntılarının bulunduğu bölgeyi inceleyerek notlar alan Mustafa Kemal Atatürk, 1922 yılında Başkomutanlık Meydan Savaşı’nı kazanmasının ardından, yanındaki subaya dönerek ‘Hek-tor’un öcünü aldık’cümlesini kurması tarih bilincinin devlet adamı kişiliğindeki yeri bakımından son derece önemlidir. Yeri gelmişken söyleyelim. Truvalı Prens Hek-tor, Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk’ü buluşturan ortak nokta, Anadolu topraklarının işgal edilmesine karşı gösterdikleri cesaret ve kahramanlıklardır. Şimdi şu soru da aklınıza gelmiyor mu? ‘Truvalılar mı Türk, Türkler mi Truvalı?’ sorusu. Maalesef bu soru da Türkler tarafından sorulmamış atalarını soruşturan Avrupalılar tarafından hem sorulmuş hem de araştırılmıştır.
‘Agamemnon’ metaforu; Türk’e karşı olmanın, meydan okumanın, saldırmanın ve yüzyıllar sonra oluşturulacak olan Haçlı Zihniyetinin örgütlendirilmiş biçimidir. Batı bu yüzden ‘Agamemnon’u yaşatmış ve yaşatmaya devam etmektedir. Güneş Batmayan Ülke, Birleşik Krallık, Büyük Britanya’nın 1906 yılında denize indirdiği sayılı dretnotlardan birinin adı, HMS (Her Majesty’s Ship) Agamemnon olarak verilmiştir. 1908 yılından itibaren Akdeniz’de görev alan HMS Agamemnon 18 Mart 1915 yılındaki Çanakkale Deniz Harekâtında birinci divizyonda yer almıştır. Deniz Savaşının ilk günü Türk salvolarından nasibini alıp ve de yara alan HMS Agamemnon Çanakkale Boğazının karşısında Limni Adasının Mondros Limanına çekilmiştir. İngilizler, Donanma Cemiyeti tarafından parası kuruşu kuruşuna ödenmiş, Birinci Dünya Savaşı öncesi Türkiye’ye vermedikleri Sultan Osman ve Reşadiye’ye inat, Yunan Baş Kralı Agememnon’un mütecaviz, saldırgan adından yararlanmak istemişlerdir. Daha da önemlisi bu gemi Birinci Dünya Savaşını sonlandıran Mondros Ateşkes Antlaşmasına da ev sahipliği yapmıştır. Türkiye’nin boynunun eğdirildiği bir gemidir, HMS Agamemnon. Gemi ateşkesten sonra, Kasım 1918 yılında İstanbul’a giderek İngiliz filosunun bir parçası olmuştur.
Bütün bunlardan sonra şu çıkarımı, çıkarsamayı yapmak lazım değil mi? Ana muhalefet Partisinin Genel Başkanı, İstanbul İl Başkanı ve de İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Türkiye’nin doğrudan istikrarına saldırmaya kilitlenmiş oldukları görülmektedir. Bu durum, üç siyasî figür vasıtasıyla hem de saat yelkovanı istikametinde Türkiye’nin üç büyük kentinde sırasıyla İstanbul, Ankara ve İzmir’de ortaya konulan eylem ve olgularla küresel salgında kendine etkin bir rol üstlenmeye çalışan Türkiye’nin istikrarına doğrudan saldırı değilse, peki nedir?
Hiç kuşku yok ki bütün bu açılımlar Yunanistan’ın elini büyük ölçüde güçlendirmektedir. Bir de AB, Aralık ayında yaptığı son zirve toplantısında Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum kesimi ile “tam dayanışma içinde” olduğunu belirterek, Ege ve Doğu Akdeniz’deki faaliyetlere son verilmediği takdirde Türkiye’ye yaptırım uygulanacağını açıklamıştır. Eylül ayındaki AB Zirvesi’nde görüşülen yaptırımlar konusu, önce Aralık zirvesine bırakılmış, Aralık ayında da 2021 Mart ayında görüşme kararı alınmıştır. Bu durumda Türkiye’nin Mart ayında yapılacak AB liderler zirvesine her ne kadar fazla dillendirilmese de kilitlenmiş olduğu müşahede edilmektedir. Bu gelişmelerden sonra hemen her fırsatta AB’nin Türkiye’yi kandırdığı, her isteğin yerine getirilse bile Türkiye’nin üye yapılmayacağı tavrı bir anda, AB ile yeni bir sayfaya doğru gidişe dönüşmüştür. Bu durum AB’yle önümüzdeki günlerde yaşanabilecek bir flörtün açık seçik belirtisidir. Öte yandan AB’nin Demokles’in Kılıcı gibi uygulamaya sokabileceği yaptırımlar öncesi AB ’yle yaşanılan flörtün adresi de açık seçik bellidir. Bu konu hakkında kalem oynatanların indinde AB’yle yaşanılan flörtün bedeli, yine Yunanistan’a, yine GKRK’ne ödün verilebileceği kaygı ve endişesini taşımaktadır. Bana dönüp, “Yok ya, sen hayal aleminde yaşıyorsun” da diyebilirsiniz. Benim gibi sokaktaki Türk insanının Yunanistan’ın Türkiye’ye olan kolpocu saldırgan tavrını bilmemesi mümkün değil. Uluslararası zeminde tüm garantörlerin onaylarını alarak Kıbrıslı soydaşlarımızı korumak ve garantör sıfatıyla BM belgelerinde yer alan Barışı Koruma Harekâtı (Peace Keeping Operation) adıyla yapılan yasal müdahale Kıbrıs’ta zaman içerisinde bir Truva Atı aldatmacasıyla “TSK İşgâlci”liğine dönüşmemiş midir? Dünya kamuoyu bu konuda açıktan açığa aldatılmamış mıdır? Burnumuzun dibindeki askersizleştirilmiş adaları silahlandıran Yunanistan değil midir? Yunanistan ortak aklı, Yunanistan Cumhurbaşkanı’nı Meis’e, 16 yıl önce işgal edilip ve iskana açılan Didim karşısındaki Eşek Adası’nı ziyaret ettirip, gövde gösterisi yapmamış mıdır? Yunan Başbakanı Mitçotakis askeri üs ve kışlalarda arz-ı endam edip boy boy resimleri ve görüntülü çekimleri medyada yer almıyor mu? Israrla Ege ve Doğu Akdeniz’deki Türkiye’nin yasal faaliyetleri “provokasyon” olarak nitelendirilmiyor mu? AB ve ABD’yle birlik olup, Türkiye’ye tehdit üstüne tehdit savurulmuyor mu? Üstüne üstlük Yunanistan’ın Batı Trakya’daki soydaşlarımıza da etmediğini bırakmadıkları bir ortamda. Ankara ise Yunanistan’ın bu politikalarını, Osmanlı Devletinden aldıkları miras gereği şımarıklık olarak niteleyip, ‘istikşafı görüşmeler’ adıyla yoklama çekip, dostluk elini uzatmakla yetinmektedir. İnsan sormadan edemiyor, bu iktidar döneminde 2016 yılına kadar 61 istikşafı görüşme yapılmış da ne elde edilmiştir? Dışarıdan bakılınca, muhalefetin bilinçli ve planlı; iktidarın ise istikrarın yitirilmemesi adına yapmış olduğu zorunlu açılımlar Yunanistan’ın elini büyük ölçüde güçlendirmektedir. Efendim algı budur, AB ’yle flörtün bedeli, yine Yunanistan’a yine GKRY ‘ne ödün de düğümlenmektedir. Bütün bunlardan sonra demem odur ki, “Yeter ki, bizler yanılmış olalım”, sevgili okurlar.
Dipnotlar
(1) “Yunanistan Cumhurbaşkanı’ndan tahrik: 16 yıldır Yunan işgalindeki Aydın’a bağlı Eşek Adası’nı ziyaret etti.”, Yeniçağ Gazetesi, 29.06.2020/ https://www.yenicaggazetesi.com.tr/yunanistan-cumhurbaskani-yunan-isgalindeki-aydina-bagli-esek-adasini-ziyaret-etti-286724h.htm/Erişim Tarihi 17.01.2021/
(2) Hasip Öztürk, Truvalılar mı Türk, Türkler mi Truvalı? https://www.belgeseltarih.com/truvalilar-mi-turk-turkler-mi-truvali/Erişim Tarihi 16.01.2021/
(3) Stefanos Yeresimos, “Türkler Romalıların Mirasçısı mıdır? Toplumsal Tarih Dergisi, Ağustos 2003.