Eğer ülkemiz, 1950’lerden bu yana Atlantik İttifakı, 1963 Ankara Anlaşması ve 1995’ten beri Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği Kararı, ayrıca Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya Federasyonu ve Sovyetler ardılı Kafkasya ve Orta Asya Cumhuriyetleri, ilaveten İran ve Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle geleneksel bağlarını kapsayıcı bir stratejiyle değerlendirecek olursa diplomasisinde niteliksel bir sıçrama yapar. Türkiye, derin tarihi zenginliği ışığında ve gelecek perspektifinde, bu gelişmeleri bölge ve dünya barış ve refahı için bir fırsat penceresi olarak değerlendirebilir. Ülkemizin düşünsel birikimi bu amaçla kapsayıcı bir strateji gerçekleştirilmesi için gereken donanım ve yeteneklere sahiptir.
*****
Özdem SANBERK[i]
Önümüzdeki Haziran sonunda Avrupa Birliği’nin Zirve toplantısı var. Zirvenin önemli gündem maddeleri arasında ABD-Avrupa, yani “transatlantik” ilişkiler çerçevesinde ABD ve Türkiye ile ilişkiler de yer alacak.
Ancak AB konusu artık Türkiye’nin gündeminde anlamlı bir şekilde yer almıyor. Esasen AB de Türkiye’yi eskisi gibi görmüyor. Türkiye ise AB’nin ne anlama geldiğini hatırlamak durumunda.
AB, Aralık 2004 tarihli Brüksel zirvesinde Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin başlaması kararını almış ve müzakereler 3 Ekim 2005 tarihinde başlamıştı. Bu karar ise hem Türkiye hem AB hem de bölge açısından olağanüstü, tarihi bir önem taşımaktaydı. Bu kararla Müslüman nüfuslu, çok uluslu bir İmparatorluk ardılı demokratik, laik ve modern büyük bir ülke, Batı kamuoylarında yerleşik tarihi düşmanlıklara, ön yargılara ve etnik lobilerin tüm engelleme çabalarına rağmen, temel bir kurumsal kazanım elde ediyor ve bugün 30 milyondan fazla Müslümanın ve 4 milyon vatandaşımızın yaşadığı Avrupa siyasi ve diplomatik yaşamının merkezine bütün ağırlığı ile oturuyordu.
Ayağa gelen fırsatı tepmek
Müzakereleri başlatan 3 Ekim 2005 kararı ile birlikte, çok kısa süre içinde dünya liderlerinin birbiri ardına gerçekleşen Ankara ziyaretlerinin yanı sıra yalnız Avrupa’dan değil, tüm dünyadan ve bilhassa zengin Orta Doğu ve Arap ülkelerinden büyük miktarlara varan yabancı sermaye Türkiye’ye aktı.
Ne var ki Türkiye tarihin akışını 2005 yılını Afrika olarak ilan ederek okudu. Elbette Afrika küçümsenmemeliydi, ama AB ile senkronizasyonun esaslı ayağı herhalde Afrika dışında aranmalıydı. Aynı zamanda Türkiye’de, o zamanki muhalefet de bu kararı, “açık uçlu” olması nedeniyle iç politikada olumsuzlaştırdı. Avrupa’da Türkiye aleyhtarı güçlü lobiler ise Türkiye’deki bu olumsuz havayı fırsat bilerek süratle harekete geçtiler. Esasen geciken müzakerelerin tamamen akamete uğratılması için adeta ortak bir seferberlik başlattılar. Ayağımıza getirdiğimiz inanılmaz bir tarihi fırsatı içerde ve dışarda el birliği ile kaygısızca teptik.
Haziran ayındaki Avrupa Zirvesi toplantısının önemli gündem maddelerinden bir diğerini oluşturan ABD ile ilişkiler konusuna gelince…
ABD-AB ilişkilerinde yeni dönem
AB Konseyi, 7 Aralık 2020 tarihli Sonuç Bildirisinde, ABD ile en yüksek düzeyde görüşmeler dahil, muntazam, kapsamlı ve stratejik siyasi diyalogla transatlantik ortaklığını tam potansiyeline eriştirmek istediğini belirtmişti. Bu güçlü siyasi iradenin ima ettiği gibi AB’nin, yeni Başkan Joe Biden yönetimindeki ABD ile ilişkileri, dünya dengelerinde köklü değişikliklere gebe.
Birleşik bir Avrupa hedefinin ilk şekillenme aşaması aslında Avrupalı devlet adamları kadar, Amerikan hükümetlerinin de desteğini taşıdı. Bugün de gelişmeler, uluslararası koşulların, Atlantik’in iki yakasının karşılıklı olarak birbirini besleyen bir sürece yeniden dönebilmelerine (cross fertilization) fırsat tanıyan bir sürece evrildiğini düşündürüyor.
Hem AB hem ABD’nin Türkiye ile, Kıbrıs ve S400’ler gibi ciddi anlaşmazlıkları var. Ama her iki aktör aynı zamanda, Biden’ın iktidara gelmesiyle birlikte dünya stratejik dengelerinde son birkaç ayda oluşan köklü değişikliklerinden sonra, Ankara’nın genelde Batı ve özelde Avrupa düşüncesinin ne yönde seyredeceğini merak ettikleri muhakkak.
Türkiye’nin Avrupa düşüncesi, AB ve ABD
Türkiye’nin bugün iç ve dış politika alanlarında karşılaştığı güçlükler ne olursa olsun, yakın geçmişe bir göz atıldığında Türkiye’nin gerek AB gerek NATO kapsamında Batıyla arasındaki bağları yaşatmasını bilen ve böyle bir kapsayıcılığı üstlenebilecek konumda bir ülke olduğu sonucuna varılabiliyor.
Türkiye NATO’ya katıldığı günden bu yana İttifakla dayanışmasına her zaman sadakat göstermiştir. Avrupa ile ilişkiler bakımından da Türk Hükümetleri kıtadaki ekonomik ve siyasi bütünleşme hareketlerini, bu hareketleri, doğdukları yılların başından beri yakından izlemiştir. Avrupa’nın, bütünleşme yönünde eriştiği her terakki hamlesini paralel siyasi ve ekonomik gelişmelerle takip etmiştir.
Avrupa ile aramızdaki bağı canlı tutmasını bilen böyle bir yönelimin yaşatılmasına bugün de gereksinim var.
Ancak ne yazık ki Avrupa Birliğinin verdiği sözleri tutmaması başta olmak üzere Türkiye, 2005’lerden itibaren Fransa, Almanya, Avusturya ve Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın hasmane politikaları dahil, çeşitli nedenlerle önce tedricen, daha sonra da süratle Avrupa’dan uzaklaşmaya başladı. Böylece Türkiye kapsamlı bir genişleme süreci içine girmeye başlayan AB’nin dışına itildi.
Tampon ülke konumu benimsenemez
AB başlangıçta altı ülkeden ibaretken, Birliğin dışında kalmak vahim değildi. Ancak önümüzdeki yıllar içinde Batı Balkanların tamamının üye olacakları kesin görünmekte. AB artık tüm kıtayı kapsayacak, hatta daha şimdiden kapsıyor. Türkiye üyeliğe hangi sebeple olursa olsun yüz çevirirse, yedi yüz yıllık kendi Balkan politikasının da erozyona uğramasına rıza göstermek durumunda kalacak. AB ile Orta Doğu arasında bir Tampon Ülke statüsünü bir nevi kesinleştirme anlamına gelecek bu sonuç ise Türkiye’nin bölgede ve dünyadaki nüfuzunu güçlendirmez.
AB’nin Türkiye vizyonu, 1963 ve 1971 Ankara Anlaşması ve katma Protokol’ün akdi sırasında tam üyeliğe uzanmaktaydı. Ancak 1990’lardan itibaren bu vizyonun menzili, gerçek hayatta AB tarafından Gümrük Birliği hedefiyle ile sınırlandırıldı. GB ile ticari bakımdan AB’ye bağımlı fakat veto hakkı olmayan ve karar mekanizmalarının dışında kalan Türkiye, ticari bir ortak olma dışında bir tampon ülkenin konumundan başka bir işleve sahip değildi. Bu statü halen de aynen devam ediyor.
Stratejik ve niteliksel sıçrama fırsatı
Amerika’da 4 Kasım 2020 Başkanlık seçimlerinden sonra Washington ve Brüksel’ in transatlantik işbirliğine avdet etme yönünde sergiledikleri siyasi irade, SSCB’nin dağılmasından itibaren Avrupa, Orta Doğu ve eski Sovyet coğrafyasında merkezi bir konum kazanan ve aynı zamanda bir Akdeniz ülkesi olan NATO üyesi Türkiye’ye de yepyeni bir stratejik hareket alanı açıyor.
Eğer ülkemiz, 1950’lerden bu yana Atlantik İttifakı, 1963 Ankara Anlaşması ve 1995’ten beri Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği Kararı, ayrıca Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya Federasyonu ve Sovyetler ardılı Kafkasya ve Orta Asya Cumhuriyetleri, ilaveten İran ve Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle geleneksel bağlarını kapsayıcı bir stratejiyle değerlendirecek olursa diplomasisinde niteliksel bir sıçrama yapar. Türkiye, derin tarihi zenginliği ışığında ve gelecek perspektifinde, bu gelişmeleri bölge ve dünya barış ve refahı için bir fırsat penceresi olarak değerlendirebilir. Ülkemizin düşünsel birikimi bu amaçla kapsayıcı bir strateji gerçekleştirilmesi için gereken donanım ve yeteneklere sahiptir.
Kıbrıs ve S400 anlaşmazlıkları
Ne var ki Avrupa ve Amerika ile aramızda yukarıdaki paragraflarda da değindiğimiz anlaşmazlıklar sürdüğü müddetçe Türkiye’nin AB ve ABD arasında kapsayıcı bir diplomasi uygulamasının nasıl mümkün olabileceği hiç kuşkusuz meşru bir sorudur. Çünkü Türkiye’nin S400’leri sahiplenmesini sonlandırmaması halinde yaptırımlara maruz kalması artık ABD Yönetiminin takdirinin değil bu ülkenin kanunlarının uygulanmasının bir gereğidir. Hal böyle olunca Türkiye’nin kapsayıcı iradesinden Washington üzerinde herhangi bir etkisinden söz etmek olanağı kalmıyor.
Ancak Avrupa Birliğine ilham veren Jean Monnet’nin dediği gibi, eğer devletler arasında çözülmez görünen bir ihtilaf varsa bunu çözmenin yolu bu ihtilafın içinde mündemiç anlaşmazlık öğeleri üzerinde ısrar etmekten değil, bu anlaşmazlığı doğuran koşulların değiştirilmesinden geçer. Bu koşullar ise ufku genişletmekle oluşur. Nitekim Fransa ve Almanya’nın beraberce Roma Antlaşmasında buluşmaları, AB fikri sayesinde genişleyen ufkun çözülmez görünen bir ihtilafın çözülmesini sağlamış ve Avrupa Birliği’nin yaşama geçirilmesine imkân vermiştir.
Bugün de ABD ve AB arasında başlayan yakınlaşmanın transatlantik işbirliğinde yarattığı yeni anlayış Washington ve Brüksel, Berlin gibi AB başkentleri arasında yıllardan beri var olan ciddi ihtilafların çözümlendiği anlamına gelmiyor. Yenilenen transatlantik anlayışı bu ihtilafların çözümlenmesi için ileriye yönelik imkanları açıyor.
Bu fırsat değerlendirilmeli
Türkiye ile ABD arasında başta S-400 füze savunma sistemi, AB ile aramızda ise başta Kıbrıs olmak üzere, Batılı partnerlerimiz arasında çözüm bekleyen sorunlar var. Bunların üstesinden gelinmesinin bir yolu karşılıklı beklentilerin daha geniş bir yelpazede ele alınmasındadır. Ayrıca, atılacak adımların Transatlantik işbirliği bağını güçlendirecek ortak bir vizyona yerleştirebilme anlayışıyla mümkündür. Böylelikle, Türk diplomasisi ABD ve AB arasında kapsayıcı strateji uygulama olanağı bulur.
Böyle bir strateji, halen çeşitli siyasi, sosyal ve ekonomik, belirsizlikler içindeki uluslararası ilişkiler arenasında kağıtlar yeniden dağıtılırken, Türkiye’ye ihtiyacı olduğu olan yapıcı ve yeni bir hareket alanı sağlayabilir.
İlk aşamada böyle kapsayıcı bir stratejinin temel esasları ve bu stratejiye hangi unsurların dahil edilebileceği, Dışişleri Bakanlığının üniversiteler ve düşünce kuruluşlarıyla işbirliğiyle de belirlenebilir. Böyle bir çalışmanın Haziran sonundaki AB zirvesinden önce yürütülmesi yararlı olabilir.
—————————————–
Kaynak:
https://yetkinreport.com/2021/04/16/abd-ab-arasinda-yeni-transatlantik-anlayis-ve-turkiye/
[i] Emekli Büyükelçi