Geçen Pazar günü, 6 Ekim 2024 Abdurrahim Şerif Beygu’nun vefatının sekseninci yılı imiş.
06 Ekim 1944 de Eskişehir’de vefat etmiş ve buraya, Odunpazarı Mezarlığı’na defnedilmiş.
Abdurrahim Şerif Beygu, Ahlat Kitabeleri’ni yazan ilk kişi imiş ve dünya çapında bir ilim adamı imiş.
Erzurum’dan, Ahlat’tan, İstanbul’dan, Balıkesir’den gelip 06 Ekim’de Eskişehir’de anma töreni yapılacakmış.
Ne bu ismi, ne de kitaplarını duymuştum.
Abdurrahim Şerif Bey’in Ahlat Kitabeleri kitabını aldım. İstanbul Hamit Matbaasında, 1932 yılında basılmış. Kitabın sayfaları hiç açılmamış. Daha sayfaları kesilmemiş. Üzülsem mi, sevinsem mi bilemedim.
Yıllar önce Kütahya’ya, Mehmet Dumlu Hocamı ziyarete gitmiştim. Bir tabak meyve getirdiler. Öyle bir zatın yanında, o kadar güzel bir sohbet esmasında şapır şupur meyve yemek olmazdı. Utandım yemedim. Bir müddet sonra Mehmet Hocam; “Yiyin efendim. Bunlar kış sonrası çiçeklenir, meyvelenir. ‘Olgunlaşalım da bir insan için kelâm olalım’ diye bekleşirler. Yemezseniz gücenirler.” demişti.
Ben olsam “hadi yiyin ya, beğenmediniz mi yoksa?” falan derdim.
Bence kitaplar da öyle bekleşir. Bir insanın elini, nefesini, gözlerini bekler. O yüzden bekleyen kitapları, kitap bekleyenlere vermek lâzım. Yoksa ölünce çöpe atarlar.
Mehmet Şevket Beygu 7 Temmuz 1931 de yola çıkmış. O sıralar gerek vilayetler, gerek kazalarda hamam, tahta döşemeli oda hatta kazalarda lokanta yokmuş.
Pireli, haşereli, fareli, altı toprak yer odalarında kalmışlar mecburen.
Ben de 1978 yılında Erzurum Aşkale’de bir gece kalmıştım. Ertesi gün Büyükgeçit’e gidecektik. Önümüze çay ve bir avuç şeker getirdikleri kahvede kalacak yer sormuştuk da ‘işte burası’ demişti sahibi. Yanda bir kapıyı açmış, kahvede yakacak odunların istif olduğu yerde iki yatak göstermişti.
Yolculuk da yapılacak gibi değil o tarihlerde. Yağmur, çamur. Yol, iz yok. Hatta Zilan’ın büyük çayını geçerken her tarafını su almış. Çayı at ile geçmişler. “Bu gibi çayları at ile geçmediğimden gözüm karardı. Bilmecburiye yüzmeye başlayan ata iyi sarılarak gözümü kapadım” diyor Abdurrahim Şerif.
Yine şunları yazmış;
“Ezcümle İran ve Konya Selçukileri, Harzemiler, Karakoyun ve Akkoyunlularla muhtelif Türkmen aşiretleri hep bu havalide hükümet kurmuşlar, birçoklarının harap ve mahvoluşlarına rağmen yine Van Gölü civarında mühim asar bırakmışlardır. İşte ben bu asarı tetkik için seyahate çıktım.”
Orta zamanın büyük şehirlerinden biriymiş Ahlat. Halep, Musul, Kahire, Şam ne ise Ahlat’ta o imiş.
Erciş’e de uğramış. Eski aile isimlerinden bazıları şunlarmış; Karaman oğulları, Kaplan oğulları, Karagazi oğulları, Levent oğulları…
Bunlar da köy ve yer isimleri imiş; Karadoğan, Koçköprü, Karamelik, Karacabey yaylası, Akçakaş, Pirömer, Gökoğlan, Akçaveren, Şenlikova, Karahan, Alacahan, Doğancı, Hasan Abdal, Boynuzlu, Çakırbey, Kumlubulak, Akbaş.
Erciş’li Emrah da Çelebibağ köyündenmiş.
Erzurum, Mardin, Diyarbakır, Erzincan gibi Ahlat’ta sanat ve irfan merkezi imiş. Ahlat bugün ehemmiyetsiz bir kasaba halinde kalmış ise “Bunun sebebini biz şimdi değil, Osmanlı idaresinin sui idaresinde aramalıyız” diye not düşmüş kitapta.
İncelediği kabirlerin tarihi 1300 ilâ 1368 yıllarına aitmiş.
“Ahlat kümbetlerinde medfun olan zevatın ne kadar Türklüğe merbut olduğunu anlamak için orta zamanlarda İslamiyetin harsî bütün ruhlara nüfuz ettiği halde Ahlat Türkleri bu kuvvetli tesir altında yine öz adlarını kaybetmemişlerdir.”
“M. 1200- 1700 tarihleri arasında Ahlat’tan müellif, heyetşinas, müverrih, mimar gibi her biri mesleklerinde yedi tula sahibi adamlar yetişmiştir… Meselâ Divriği ve Konya’da Selçuk abidelerinin şaheseri meyanına ithal ettiğimiz -Ulu Cami ve Alaettin Cami’inde- Ahlat’lı mimarları görmekteyiz.”
Sadece Ahlat’ı değil, Erciş ve Adilcevazı’da gezmiş, yazmış Abdurrahim Şerif.
Bir zat sormuş “bu asarın ne gibi kıymet ve ehemmiyeti var?” diye, cevap vermiş;
“Her millet mazideki medeniyeti ile mefahir ile, kuvvet ve azametile iftihar eder. Bunlar o milletin hali hazır terrakki ve tealisine kudret menbaı olmuş olur. Medeni asarına bakarak vatanına daha kuvvetle merbut kalır; çünkü ecdadının ilim ve sanattaki yüksekliğini bunlar ile takdir eder; medeniyetçe yükselmiş bir milletin ahfadı olduğuna memnun ve müteşekkir kalır. Bir zamanlar ecdadı medeniyette nasıl ileri gitmiş ise kendisi de muasır medeniyette ileri gitmeye çalışır. Milli mevcudiyetini tarihile ve asarile anlar ve tanırsa o millet için yaşamak hakkı ilelebet temin edilmiş olur.”
Mehmet Şerif Beygu’yu gündemimize getiren, tanımamıza sebep olan, 6 Ekim’de mezarı başında andığımız ve daha sonra panel ve sergi ile devam eden töreni organize eden dört güzel insana, Kaan Gündoğdu, Oğuzhan Bingöl, Selim Yapıcı ve Alparslan Kotan’a teşekkürle.
Eskişehir’de bir Hava Şehitliğimiz var. Abdurrahim Şerif Beygu’nun kabrini görünce o mezarlara benziyor gibi geldi.
6 Ekim’deki anmayı öğretim üyeleri ve öğrencilere bir gün sonra, 7 Ekim’de haber vermişler ama olsun. Onu da yapmayabilirlerdi.
Dün Kütahya’ya gittim. Öyle yayan, at sırtında, ilim aşkı için falan değil, çay içmek içindi benimki.
Zaten üç, dört saat sürmüştü.
Mehmet Ali KALKAN