Turgut GÜLER
Almancadan gelen “lümpen” kelimesi, aslında Marksist terminolojinin damgasını taşıyor. Sınıf şuûru olmayanlar için Marks ve avenesinin kullandığı bu “proleter” hançereli harfler, sonradan mânâ değiştirerek “içinden çıktığı cemiyeti beğenmeyen, ona yabancı düşenler” hakkında sarf edilmeye başlandı. Aynı zamânda “ukalâ” takımına giren “lümpen”; davranışlarıyla, tutumuyla itici, hattâ “müteneffir”.
Almanların dününde, bugününde ne kadar lümpeni olmuştur? Bilemeyiz, ama bizim Tanzîmât’dan başlayarak zamânımıza uzanan yakın geçmişimizde, mebzûl lümpen var.
İşin bir başka çarpıcı tarafı, bu tatlı su frenklerinin yabancı hayranlığıdır. “Tapma” fiilinin en müstekreh şekline meyledip Avrupa, Amerika cihetlerine -hâşâ- kıblegâh koyan bizim lümpenler, yöneldikleri cemiyetleri bile kendilerinden iğrendirmişlerdir.
Ramazan Bayrâmı’nı “şeker”e döndürdük. Yakında “Kurbân”ı da kurbân edecek lümpen değerler buluruz. Sodom ve Gomore ile Pompei’nin son günlerini yaşayanlara sorma imkânımız olsaydı da, bize benzeyip benzemediklerini anlayabilseydik. Bu üç şehrin âkıbeti mâlûm. Lümpen gayretiyle Türk milleti de, o fecî uçurumun kenârına sürükleniyor… İmânın yedeklediği azîm ve gayrete, her zamânkinden çok ihtiyâcımız var. Bize, Edîb Ahmed âyârında gönül gözü ile gören yol arkadaşları gerek.
İslâmî Türk edebiyâtının ilk müellifleri arasında unutulmayacak bir isim de Edîb Ahmed Yügnekî’dir. “Atabetü’l-Hakâyık (Hakîkatlerin Eşiği)” isimli muazzam eseri, Türk’ün zihnine, ölümsüz harflerle nakşolunan Edîb Ahmed, Kâşgarlı Mahmûd ve Yûsuf Has Hâcib’le birlikte Müslüman Türk’ün edebî titreyişlerini ebedîleştirmiştir.
Taşkent civârında bulunduğu söylenen “Yügnek” kasabasında “âmâ” olarak doğan Edib Ahmed, efsâneler içine yerleştirilmiş hayâtında azim, gayret ve en çok imânın temsîlciliğini yapmıştır. Bunu anlamanın en kolay yolu, Atabetü’l- Hakâyık’ı okumaktır. O, görmeyen gözüne rağmen hakîkatleri keşfetme işinde, görenlerin önüne geçmeyi başarmıştır.
12. yüzyılda Hâkânî (Çağatay), yâni müstakbel Özbek Türkçesi ile yazdığı, daha doğrusu söylediği eserin, geçen bunca asra meydân okuyarak zamâna ve mekâna ışık saçması, Edîb Ahmed’in ömür karnesini gösteriyor.
Ali Şîr Nevâi, “Nesâimü’l-Mahabbe (Sevgi Rüzgârları)” adlı kitabında, Edîb Ahmed hakkında şu bilgiyi veriyor:
“Türkistanlı olup, anadan kör doğmuştu. Dindâr, gayretli ve mübârek bir adamdı. Bağdad’ın uzağında oturduğu hâlde, her gün İmâm-ı Âzam’ın derslerine gelirdi. İmâm-ı Âzam’a, bir gün, şâkirdlerinden hangisini daha çok sevdiği sorulduğunda:
– Hepsi iyidir, ama dört fersahlık yoldan ilim için gelen şu kör Türk, hepsinin evlâsıdır.
cevâbını vermiştir.”
Ali Şîr Nevâî, bu bilgi naklinde sâdece zamânı değil, mekânı da bir hayli karıştırmıştır. Zirâ Yügnek ile Bağdat’ın arası dört fersahın binlerle çarpımı mesâbesinde. Ayrıca, Ebû Hanîfe ile Edîb Ahmed’in yaşadığı devirler de beş asırlık mesâfede. Elbette, Nevâî merhûmun vermek istediği bir mesaj var. Yer ve gün pürüzlerini ortadan kaldırdığımızda, Ebû Hanîfe kâbındaki yüksek idrâk makâmı, Edib Ahmed kıratını hakkıyla mihekk taşına vurur. Belki de, İmâm-ı Âzam’ı, Nevâî, kendi yerine konuşturmuştur. Kim bilir?
Atabetü’l-Hakâyık’ın esrârı çözüldükçe, “Abese” Sûresi’nin hikmeti, inanan insanları daha sıcak ve sıkı şekilde saracaktır. Âmâ yaradılışın sıkıntılarını zafere ve müjdeye çeviren bu azme, gayrete, rûh disiplinine bugün ne kadar muhtâcız?