Adamın Biri

   Ne çok şeyi yitirmeye başladım son zamanlarda. Beynim bana sormadan, bu lazım mı  şunu kullanacak mısın demeden önüne geleni atıyor. Bir yerde okumuştum, üç aydan uzun süredir kullanmadığınız ne varsa atın, çünkü bir daha kullanmazsınız diyordu. Beynim de sırf bu yargıya uyup fikrimi sormadan önüne geleni atmaya başladı. Bana kalırsa eskimiş, yıpranmış, modası geçmiş ve hatta kırılmadık hiçbir yeri kalmamış dahi olsa saklardım hepsini. Şartlı ne çok cümle… Belleğimde biriken onca anının birkaç basit cümle ile şartlı tahliye olacağını hiç düşünmemiştim. Yoksa düşündüm de sırf bu düşüncelerimi korkup dile getirmedim mi? Kendimi sen düşünce suçlususun diye parmağımı sallayarak itham mı ettim de farkında değilim. Ne zararı var duruversinler işte şuracıkta, ben arada bir gelir tozunu alırım, havalandırırım, ayak altında dolaşmasınlar istersen alfabetik sırayla raflara koyarım, hiç olmadı kolileyip istiflerim desem de hiç istifini bozmuyor. Annem çok yapardı. İstiflemeyi… Yatakların altı, yüklük, sandık, bahçedeki dolap koliler dolusu kullanılmayacak eşya ile istifliydi. Dolaplar annemin belleğiydi adeta. Bütün evlerde vardır böyle eşya bellekleri. Bir de bazıları naftalin kokardı ki, hem nasıl karıştırmak isterdim onları. Bazen annem evde yokken sandığı karıştırırdım, sonrasında onun bıraktığı şekilde yeniden koymak istediğimde öldür Allah aynı düzeni veremezdim. Ya hep birkaç bohça dışarıda kalırdı ya da sandığın üzerine yığdığı yorgan ve döşekleri onun kadar düzgün yerleştiremezdim. Tıpkı belleğimin sandığı gibi…

    Ayaklarımdan başlayıp yukarı doğru gözümün değdiği her milimetrede kim bilir kaç düzenli yorgan, döşek var ve ben şimdi o gizli yerleri karıştırmak istesem önce kaç tane ağırlığı atmalıyım üstümden? Belki de beynim doğru olanı yapıyor kendince. Belki de hiç karıştırmamalıyım durduk yere onun işlerini. Belki de olması gereken bu olduğu için adımlarım yavaşlıyor yaşım ilerledikçe. Cümlelerim bu yüzden sakız gibi uzayıp ağdalaşıyor ağzımda. Konuşmam uzun esnemeleri andırıyor ki bir değil belki yüzlerce şehrin milyarlarca insanı yerine esniyormuşum gibi hissediyorum. Kendimi açıp bakmaya korkuyorum. Kapatmam gerektiğinde ya hep birkaç parçam dışarıda kalıyor ya da annem kadar düzgün yerleştiremiyorum üzerimdeki ağırlıkları.

    İşte şunlar kollarım mesela. Açılmış iki yana, yelkovan ve akrep gibi kendini arada bir sarmak isteyen bozuk bir saatin uzuvları. Başımı kaşıdığımda, el salladığımda, ceketimi giyerken, pabuçlarımı bağlarken şekilden şekle girip, uzayıp kısalıp en nihayetinde benden kopup bir yere gidemeyen ve onlar böyle birbirine yaklaşıp yaklaşıp uzaklaştıkça ömrümün kadranına yeni dokunuşlar ekleyip ‘’Geçen her gün ömürdenmiş’’ dedirten bir saat… evvel zaman içinde yitip gitmiş bütün sarılmalardan aşına aşına bana şimdi sadece et, kemik ve deri olarak görünen; başka da bir anlamak yüklemek isteyip beceremediğim iki çıkıntı kollarım. Zaten bundan sonra onları sadece bu şekilde anacağımı bildiğimden beynimin kollarıma dair pek çok anıyı atmasına da karışmadım. Hatta içimde onlara dair kalan tek anıyı da atsa karışmayacağım. Çünkü bu kollar efendim, dışarı çıkarınca gözümün önünde uslu uslu durmuyorlar. Hem iki taneler ya, biri diğerini ayartıp anne babamın odasına gitmeyi fısıldıyor. Sonra odada gardrobu açıp babamın beylik silahını alarak bir sürü düşman askeri vuruyorlar. Babam bütün anneler, babalar, bebekler, hatta kuşlar, atlar, zürafa ve filler ve inanmazsınız belki kız kardeşimin battaniyesi, benim kırmızı bisikletim ve komşularımızın evleri rahat uyusun diye uyumuyor geceleri. Öyle çok uyumuyor ki, ne zaman ben düşman askeri vurayım derken az kaldın kendimi vuracak oluyorum annem elimden kaptığı gibi silahı babamın uykusunu vurmaya gidiyor. Hem de gün ortasında, bir sürü şahit bırakacağını bile bile. Babam da benim gibi annemden gizli karıştırmış olmalı ki bir şeyleri, silahını hep orta yerde unutuyor. Annem çok kızmasın diye babama, ilk önce ve en alta kollarımı koyuyorum anılarımda.

    Şunlar da bacaklarım ve ayaklarım. Öteleri yürümüş yürümüş, yolun bitmeyeceğini ve ötelerde aslında çok da güzel şeyler yoktur diyerek geri dönüp isteksiz de olsa benim ayaklarım olmaya karar vermişler gibi duruyorlar. Sen dua et hâlâ üzerimizde durduğuna, hani o toplara şutu çekip attığın gollerin hatırı olmasa şuracıkta yığılırız da görürsün gününü diyorlar. Nah giderdin o güzel kızların yanına biz olmasaydık. Maharet öpmekte değil oğlum, maharet öpülecek olana gidebilmekte. Şimdi olsa yine durmazsın ya nerde sende o cin osuruğu gibi hızlı kan. Helâya gidebildiğine şükret. İşte böyle, ne zaman beynimden gizli açsam kendimi en çok bu ayaklar dır dır ediyor ve ben aslında onları çıkarmayı hiç istemiyorum; ama bazen kıyıda köşede kalmış birkaç güzel anıyı yoklamak isterken mecbur onları da yerinden oynatıyorum. Beynim keşke onları atsa. Ne hatıraları lazım ne de gevezelikleri. Ama dedim ya bana sormadan iş görüyor son zamanlarda. Halbuki ne işime yarar bir vakitler koşar adım gittiğim yolların adı sanı? Bir çift ayağın ne çok anısı olurmuş meğer.

    Bazen yüreğimi çıkarıyorum. Aslına bakarsan geri koymak bile istemiyorum. Hatta o da dışarda kalmaktan oldukça memnun ki yeter diyene kadar tepindim içinde, şimdi bulmuşken gün ışığını az ısıtıvereyim kendimi diyor. Sonra onun cümlesi kanat takıp beni göklere kaldırıyor. Birlikte mavi asfaltlarda son sürat ilerliyoruz. Ayaklarımın altından yamalı bohçaları andıran tarlalar geçiyor. Tarlalardan hasat zamanları geçiyor. Hasat zamanlarında bir alıç ağacının altında kara kuru bir oğlan çocuğunun yüzüne bırakıyor beni. Sonra ben çocuk olur da elinin tersiyle iter beni diye kokarak usulca aşağı inip yakındaki ebegümecinin yaprağına konuyorum da oradan bakıyorum kara kuru oğlan çocuğuna. Ağacın dikenlerinde pantolonunu yırtmak, hatta daha yeni giydiği el örgüsü kazağından ilmek kaçırtmak pahasına da olsa alıç topluyor. Çekirdeklerini gülüşüyle hizaladığı bir hedefe tüküre tüküre rekor kırmaya çalışıyor. Annesi görse ensesine şaplağı yerdi ama benim bile yapasım geliyor o tükürüklü şeyi. Kalbi kabuğunu kırmak isteyen bir civciv gibi tepinse de içinde o duymamazlıktan geliyor. İyi biliyor çocuklar çocuk olmanın kıymetini. Erkenden büyüyünce alıç çekirdeklerini tüküremeyen çirkin insanlara dönüşeceklerini iyi biliyorlar. Biliyorlar ki o sandığa bir defa girilince bir daha çıkılmıyor. Elimi uzatıyorum ve bir avuç alıç alıyorum. Yolda giderken büyümek denen şeyi hedef seçip ha bire çekirdeklerimle on ikiden vurmaya çalışıyorum. Sonra eve gelip beynime yalvarıyorum o kara kuru oğlan çocuğuyla oynadığımız oyunu atma diye. Bakarız diyor. 

    Bunlar da gözlerim. Nice uykuları delik deşik edip, kan revan gecelere salıncak kurmuş bir örümcek ağını izleye izleye sabahı ediyorlar. Belki tek bir noktaya odaklanarak başka alemlere dalarsam uyku ağır bir top gibi gözkapaklarımdan yuvarlanır da yastığımın yumuşaklığında pamuklu bir düşe dönüşür diye öylece bakarım örümceğe. Örümcek sabrından bir gece, uzayıp gider de ben kendimi ninemin dizlerinde kıymıklı bir türkünün ortasında bulurum. Besleme gibi kesilmiş saçlarımı karıştırdıkça elleri, sanki hikâyeler saçlarımın arasındadır ve ninem onları sağa sola hareket ettirdikçe şımarık kıvılcımlar gibi sıçraya sıçraya gidip dudaklarında birer gül lokumuna dönüşürler. Sonra ninem bunları alıp pudra şekeriyle bir güzel harmanlar. İki bisküvinin arasında ninem dudaklı hikâyeler dinleye dinleye büyüyüp bir örümcek hikâyesine karışırım ben ve sonra gidip uykusu kaçmış bir adamın tavanından dik dik ona bakarım. Adam gözlerimi sanki kendi gözleriymiş gibi uzanıp tavandan koparmak isteyince, hikâyeler gözlerle birlikte uzayıp mavili kırmızılı damarlardan ve yağlı vıcık vıcık kaslardan ibaret bir örümcek ağı gibi esneyip esneyip koparlar ve ben yatağımda kendimi gözlerini tavana dikmiş bir uykusuz olarak bulurum. Bu yüzden gözlerimi bir türlü yerine koymak istemem. Hem koyarsam bilirim ki beynim gördüklerimi bir bir atar karanlık yerlere. Sonra ara ki bulasın çocukluğundan kalmış kırık dökük hikâyeleri. Hiç olmazsa bir fukaraya verseydik atmak da neymiş desem de beni dinlemez ve rengi solmuş, kumaşı eprimiş, yamaları sökülmüş nice güzel çocuk yüzlerini de atar ki ben sokakta gördüğüm birisine çoğu zaman selam dahi veremem eskiden kalma yüzünü şimdikine benzetemediğim için. Bu yüzden varsın kızsın annem, ondan gizli karıştırdığım benlik sandığımı toplamak istediğimde dışarıda kalanlar için. 

    Dedim ya son zamanlarda aramız iyi değil beynimle. Çok zor durumda bırakıyor beni bu aralar. Geçen gün telefonum çaldığında karşıdan tatlı sesiyle konuşan bayanın ‘’İyi günler efendim, …’dan arıyoruz, bizde bir cüzdan mevcut ve büyük ihtimalle size ait, size vereceğim adrese gelmeniz mümkün mü?’’ dediğinde ‘’Hayır ben değilim o’’ diye cevap verdim. Sahi adım neydi ki benim? Biriyim ama kimim? Ne zaman silindi kimliğim aklımdan? 

Ayşe YAZICI YAVUZ

Yazar
Ayşe YAZICI YAVUZ

1980 Niksar doğumlu. 2003 yılı, Osmangazi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı mezunu. Aynı üniversite bünyesinde 2004 yılında Tezsiz Yüksek Lisans diploması aldı. Üniversiteyi kazanmasına vesile olan dershanede uzun yıllar bu defa... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen