Âdemoğlu, yâni insan“ahsen-i takvîm / en güzel bir kıvam” ile yaratılıp müstesnâ istîdatlarla donatılarak “eşref-i mahlûkât” yani sayısız “varlıkların en şereflisi” kılınmıştır. Dolayısıyla insanın Hâlık’ına karşı sonsuz bir şükür borcu vardır. Bu hususta en mühim ve çetin mesele de, bu şükür nîmetinin bedelini ödeyebilmektir. Zirâ bedeli ödenmeyen bir şeye sâhiplik iddiâ etmek, abesle iştigaldir. Cennet ve onun daha da ötesinde Cemâlullâha mazhariyet de; sadâkatin, dostluğun ve hiçlik hâlinde yaşamanın mukâbili olarak, merhameti sonsuz olan Allâh’ın müstesnâ bir lutuf ve ikrâmıdır. Sahip olduğumuz bu şükrün bedelinide en kolay ödemenin bir yolu “Duâ” etmektir.
Duâ; Kulun bütün benliği ile yüce yaratana yönelerek O’ndan dilekte ve istekde bulunması ve bu amaçla yapılan ibâdet şekilleridir. Resûlullah Efendimiz (s.a.v): “Duâ ibâdetin özüdür, iliğidir” buyurmuştur. (Tirmizî, Daavât,1) Duâ, ihtiyaç anahtarımızdır, ihtiyaç sâhiplerinin istirahat mahallidir. Sıkıntıda kaldığımızda, sığındığımız muhteşem bir konaktır. Dertlerimiz ve hâcetlerimiz anında derin nefes aldığımız alandır. Hak Teâlâ duâ etmeyi terk edenleri hoşgörmemiş ve: “Onlar ellerini kapalı tutuyorlar…”(Tevbe,9/67) buyurmuştur. Bu âyet-i kerime “Ellerini duâ için bize uzatmıyorlar” şeklinde tefsir edilmiştir.
Duâ, insanda fıtrî bir olgudur. Bu sebepledir ki, bütün dinlerde mevcuttur. Üstün bir varlığa inanan her insan şu veya bu şekilde duâ eder. İnsanlar hayatları boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok şeylerle karşılaşmakta, keder, sıkıntı, acziyet ve ümitsizliklere maruz kalmaktadırlar. Yüce Allah şöyle buyurur: “İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır, ama biz onun sıkıntısını giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir.“ (Yunus, 10/12)
Duâda en büyük sığınağımız Hak Teâlâ’dır. Çünkü Allah Teâlâ’nın, kullarının nihâyetsiz günahlarına yetecek, hepsini örtecek af ve mağfireti vardır. Günahlarımız, hatalarımız ne kadar büyük ve çok olursa olsun, Allâh’ın af ve rahmeti ondan daha çoktur. Onun af ve mağfiretinden aslâ ümit kesilmez. Ümit kesenler, O’nu hakkıyla tanımayanlardır, buyuruluyor. İnsan olmamız hasebiyle, bir an olsun hatâ, kusur ve günahtan hâlî olmadığımız halde, Allah, bu hatâ ve günahlarımızdan dolayı cezâlandırma yoluna gitmemekte ve bizi varlık sahasından silip atmamaktadır. Hattâ bunca isyan ve günâhımıza rağmen, bize olan nîmet ve lütuflarını devâm ettirmektedir.
Her duâ ruhtan bir filizin yeşermesi, boy sürmesidir. Duâ, kişinin kalbinde, îmâna dayalı düşünce, kudret elini görme, her harekette O’nu hissetmektir. Başına gelen sıkıntı ve ferahlıkta kalbini O’na bağlamaktır, Sıkıntılara dayanmak, ferahlığa şükretmektir. Bâzen bu söylediklerimizin de üstünde farklı bir gönül âlemine geçip, sıkıntı hâlinde de sevinçli hâlinde de şükredebilmektir. Çünkü ferahlıkta olduğu gibi, sıkıntıda da Allâh’ın bir lütfu ve rahmeti gizli olduğunu, günahlarını eksiltmek veya sevap kefesini ağırlaştırmak gibi bir îkâza mebni olduğunu kabul ederek, her hâlükârda kendisinin hayrına olduğunun düşüncesine girebilmektir.
Duâ, kulun Allah Teâlâ ile her an bir olduğu; O’nunla âdetâ konuşur gibi bulunduğu ilticâ ve tazarru ânıdır.Kul ile Allah arasındaki ilişkinin ferdî ve kalbî olarak en yoğun zamanıdır.İnsanın Allah’a muhtaç oluşunun ve acziyetinin farkına varması ve yüce kudrete boyun eğerek içten bir sevgi ve samîmi bir gönül bağı ile yalvarıp yakarmasıdır.İnsanın duâsı, ruhtaki korkunç şiddete, bir buluşma özlemidir, ebedi ve ezeli sevgiyle…
Duâ, fâni maddeden, mânâ sonsuzluğuna doğru bir yükseliştir. Her samimi duâ, mutlak bir kurtuluştur. En iyi bilenin huzurunda hiçbir şey gizlemeye ve inkâra cesaret edemeden açık bir muhâsebedir. Kul Allah’a muhtaç olduğu kadar O’na duâya da muhtaçtır. Diğer taraftan Allah Teâlâ’ da kullarının duâlarına önem vermekte; duâ ve niyâzı olmayan kullar için: “Sizin duâlarınız olmasa Rabbım sizi ne yapsın?” (Furkân,25/77) buyurarak, duâsız bir kulun değersiz oluşuna işâret etmektedir. Kişi duâ ile geçici olan her şeyden kendini sıyırıp bâki olana yönelmeyi başaran insan, Allah’a varan yolda adım adım ilerler ve bu ilerleyiş ekmele, yani yüce Dosta, Allah’a (c.c) gidiş demektir. “Ben insanın sırrıyım insan da benim sırrımdır”buyurmuştur ki bu kudsi hadisi de zumnuna alıyor. İşte insan, Cenâb-ı Hak indinde böylesine ikrâma lâyıktır. “Velev arafe’l-insanu”mübârek sözü de bunu en açık bir biçimde teyit etmektedir.
Gavsu’l-Azam Abdulkadir Geylani Hazretleri, insanın Allah-u Teâlâ indindeki derecesinin yüceliğini şöyle ifâde buyurmuştur:“Velev arefe’l-insanu menziletehu indi lekale fi kullu nefsin mine’lenfasila mulke’l-yevme illa li.”“Eğer insan, benim indimde ne kadar makbul ve yüce mertebe sahibi olduğunu bilseydi, her bir nefes, bugün mülk benim mülkümdür, diye nida ederdi.”
Duâlarımız olmasaydı, Cenâb-ı Halîka giden yolu bize kim gösterirdi,tevhidin yüzünden perdeyi bizlere kim açardı, kapılarının açılmasını kim söylerdi? Beşeri sıfatlar ve insandaki kötü huylar bu yakarış ve yürekten gelen nidâlar ile dağ dağ sökülür, Af ve bağışlama dilenmeye lâyık tek zât Allah Teâlâ’dır. Sâdece O’ndan, affetmesi dilenir. Önemli olan, bizlerden hiç eksik olmayan hatâ ve kusurlarımızı O’na bağışlatabilmektir. O’nu râzı etmektir. Bu af ve bağışlama, Allâh Teâlâ’nında onayına mazhar olursa bir değer ifâde eder.Bu yakarışların bereketiyle gönüldeki dünyevî bağlantılar grup grup yok edilir.Bu nidâlar,işveler gönüldeki,bâtıl ilâhları yok eder, gerçek mâbud ve ilâhı ispat eder.Duâ yolcusu imkân âleminin mertebelerini o gönülden gelen kelimelerin yardımıyla aşar.
Duâ makamında kişi, boyun eğilmeye, en çok sevilmeye, son noktasına kadar tâzim edilmeye lâyık olanın sâdece Allâhü Teâlâ olduğuna inanır, bu gerçeğe gönülden bağlanır. Duânın ruhu ihlâstır. İhlas, sadece Allah rızâsını gaye edinmek, davranışlarında sevgi ve samimiyetten başka bir hedef göstermemektir. Beş vakit namazda kırk defa okuduğumuz Fâtiha sûresinde bu samimiyet prensibini günde kırk defa tekrar etmekteyiz. “İyyâke na’büdü ve iyyâke nestain= yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz.” Böylece insan yüce Allah’ın kendisine ne kadar yakın olduğunu, O’nun devamlı kendisini gördüğünü, sürekli üzerinde kudretiyle tecelli ettiğini ve O’nu her yönden kuşattığını müşâhede eder. Bundan dolayı her şeyden önce Allah’a yönelir. Her şeyde gönlü, O’na bağlanır, herşeyde O’nu zikreder, kalbi her şeyden çekilip O’na bağlanır, herşeyde O’na döner, sadece O’na muhabbet eder. Yakîn ehli, Allah’ın, kalbine- can damarından, rûhuna -hayâtından, gözlerine- buluşmadan, diline- tükrüğünden daha yakın olduğunu bilir.
Herkesin rûhunda bir hattatlık sıfatı bulunmaktadır. Bir kimse güzel yazıda mahir biri olmak istediğinde, bu kişinin yapacağı tek bir şey vardır; o da, mâhir yazı ustaları gibi eliyle güzel yazı yazma üzerine uzun bir müddet alıştırma yapmak ve taklid etmektir. İlk etapta her ne kadar zorlana zorlana bunu yaparak kendisini hattata benzetse de, bir müddet sonra hattatlık rûhuna yerleşerek bu durum, onda artık tabiî bir hal almaktadır.[1]Bizlerde hiçbir zaman ümidimizi kaybetmeden, dilimizin döndüğü kadar, gönlümüzden ne gelirse duâ etmeliyiz. Çünkü kişi duâ ile ile hayat, huzur bulabilir. Sâhibimiz olan Allah (c.c) bize “huzur” kisvesini giydirdiği vakit, duâlarımızda süreklilik özelliği kazanırlar.
İşte bu “huzûr” makâmı, Allah Teâlâ’nın kuluna “ihsân”ıdır. İhsân, rûhun, Allah Teâlâ’nın müşâhedesinde sâbitleşmesidir. Niyetin ihsânı, hâlis olması, vaktin ihsânı, Allah için geçirilmesidir. Hâlin ihsânı, Hakkın şer-i şerîfini uygulamaktır. Ve dâimâ Allah (c.c)’ı müşâhede etmektir.[2]
Şu güzel beyitler ile Niyâzi Mısrî Hazretleri bu durumu ifâde etmiştir.
“Cemâl-i hazret-i cânân ile yanmaktadır gönlüm
Güzel Cânânım envârının pervânesiyim ben.”
“Visâl-i yâr için dâim tehâlük gösterir gönlüm
Bu aşkın neş’esinden âlemin bîgânesiyim ben.”[3]
Sehl b.Abdullah (k.s) Duâ hakkında şöyle buyuruyor: Allah (c.c) insanları yarattı ve onlara dedi ki: “Bana münâcaatta bulununuz, eğer bunu yapmazsanız bana nazar ediniz (murâkabe hâlinde olunuz). Bunu da yapmazsanız beni dinleyiniz, eğer bunu da yapmazsanız (dilenciler gibi) kapımda bulununuz. Eğer bunu da yapmazsanız ihtiyaçlarınızı bana arzediniz.” İhtiyaçlar Allah Teâlâ’dan başkasına arzedilir mi? Bu arz duâ değil mi? her hâlükârda duâ etmek. Duâyı terk etmemek ozaman en büyük sığınak merkezimiz oluyor.
Yine Sehl (k.s) diyor ki; “Kabul edilmesi ihtimâli en fazla olan duâ (kâl ile değil) hâl ile yapılan duâdır.” Hal ile yapılan duâ, duâ edenin duâ ile istediği hususta mutlak olarak ihtiyaç halinde olması ve sıkıntı içinde bulunan kulun başka çâresi olmamasıdır. Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin, hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar istesin.”[4]
Kâinât kitabının hulâsası, fâtihası ve yaratılış sırrının tecellî mekânıdır. Kâmil insanın vücûdu bile azâlarına hâkimiyyet sayesinde kalbindeki yüceliklerin bir tezâhür sahnesidir. Kalbi ise, Cenâb-ı Hakk’a muhabbet ve aşkının mekânı, mârifetullâh hazînesinin âdetâ ihtişamlı sarayıdır. Bunun için kâmil insanın kalbi, bir mânâda beytullâh olmuştur. Gizli varlığımızın Kâbe’sini görmek ve kalpteki Kâbe’yi tavaf etmek bir müminin, bilerek ya da bilmeyerek, içinden gelen bir istektir. Bu, bütün ibadetlerin gizli özüdür. Böylece, mümin kalbinin özü ile Kâbe’nin özü karşı karşıyadır. Burası öyle bir yer ki burada ne korku ne de endişe var; burası mutlak imân, azim, güven, rızâ ve huzur yeri. Burası gönüllü bir ölümü tercih etme zorunda olduğumuz yerdir. Ancak ve ancak kendimizi tüm kalbimizle ve kayıtsız şartsız verirsek, Duâyla fâni olursak, nefsimizi fedâ etmenin sırrını yaşarsak, ilâhi bir ihsan olan hakiki sevgiye, ilâhî aşkla ebedî saadete, Huzur-u İlâhi meyvelerine mazhar oluruz.
Peygamber Efendimizin, bir üzüntüye ve kedere yakalandığımız zaman okumamızı tavsiye buyurduğu engin mânâlı duâyı, Prof. Dr. Bekir Topaloğlu’ nun tercümesinden sunarak konuyu bitirmek istiyorum. “Allahım! Ben senin âciz kulunum. Senin kulun olan bir baba ile bir annenin evladıyım. Bütün varlığım senin elindedir. Benim için verdiğin hüküm daima geçerli, hakkımdaki hükmün daima adaletlidir. Sana ait olan her bir isim hürmetine, kendisiyle zatını nitelediğin, yaratıklarından birine öğrettiğin, Kitab’ına tevdi ettiğin yahut da gayb ilminde ulühiyet makamına ayırdığın ismin hürmetine senden niyaz ediyorum: Kur’an kalbimin sürûru, gönlümün nûru olsun; üzüntümü gidersin ve kederimi dağıtsın” [5]
KAYNAKLAR
[1]Gazali, İhya, III. 58
[2] Minhâc, s.288
[3] N.Mısri Şerhleri, s.148
[4] Tirmizî, Daavât 149, H,no, 3607, 3608. cd. 3534
[5] Ahmed İbni Hanbel, Müsned, 1,391,452