Hilmiye KETENCİ
Afv kelimesi sözlükte yok etmek, silip süpürmek demektir. Istılâhdaki anlamı ise kötülük ve haksızlık edeni, suç veya günah işleyeni cezalandırmaktan vazgeçip bağışlamaktır. Afüv, Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden biridir ve kullarının günahlarını bağışlayıcı demektir.
Allah Teâlâ afetnek konusunda biz inananlara şöyle buyuruyor;”Mü’minler o muttakî kimselerdir ki, onlar hem sevinç, hem keder, hem varlık, hem darlık zamanlarında fakirlere ihsan ederler, kızdıkları zamanda öfkelerini yutarlar, halkın kusurlarını affederler. (Al-i İmran/134)
Kötülük yapanların af ve iyilikle ıslâh edilişine dâir Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen en güzel misâllerden biri, Yûsuf (a.s)’ın kardeşlerine olan muâmeleside bizler için muhteşem bir örnektir.
Yâkub (a.s) on iki oğlu içinden en çok Yûsuf (a.s)’da kendi mânevî husûsiyetlerini görmüş ve diğer çocuklarından ziyâde gönlü ona meyletmişti. Bu hâl, kardeşlerinde ona karşı kıskançlık duygularının filizlenmesine sebep olmuştu. Hattâ kardeşleri, Hazret-i Yûsuf’u öldürmeye karar verdiler ve onu bir kuyuya attılar. Yûsuf (a.s) oradan geçmekte olan bir kervan vâsıtasıyla kuyudan kurtuldu. Fakat Mısır’a götürülüp köle olarak satıldı. Yaşadığı pek çok ağır imtihanın ardından zaman içinde Mısır’ın hazîne nâzırlığına kadar yükseldi. Kıtlık yıllarında erzak dağıtıyordu. Kardeşleri de erzak istemeye geldi. Hazret-i Yûsuf, kendini kardeşlerinden gizledi. Dilese, onlardan rahatlıkla intikam alabilecek durumdaydı. Fakat onları ne cezâlandırdı ne de azarladı. Bilâkis onlara sayısız iyilik ve ikramda bulundu. Gördükleri bu fazîlet karşısında onlar da:
“–Sen Yûsuf’sun, Allah hakikaten seni bizden üstün kılmış.” diyerek büyük bir mahcûbiyet içerisinde gerçeği îtiraf etmek zorunda kaldılar. Yûsuf (a.s)’ da onlara bir kat daha fazîlet sergileyerek:“Bugün size (eski yaptıklarınız sebebiyle) hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» buyurdu. Daha sonra da kardeşlerinin mahcûbiyetini hafifletmek için:“O zamanlar aramıza şeytan girdi.” diyerek fazîletini daha da perçinledi.
Allah’ın en sevgili kulu, son ve en büyük peygamber Hz. Muhammed (s.a.s) bir saadet güneşi olarak doğdu. Kurumuş yapraklar su ile yeşerdiği gibi Peygamber Efendimizin gelmesiyle insanlık yeniden hayat buldu. O’nun kalplere yerleştirdiği iman ışığı sayesinde kalplerden yanlış inançlar silindi, cehâletin yerine ilim, zulmün yerine hak ve Adâlet, kin ve düşmanlığın yerine insan sevgisi, acımasızlığın yerine affetmek,şefkat , merhamet duyguları yerleşti. Gerçek anlamda İslam kardeşliği kurularak toplum barış ve huzura kavuştu.
Gerçekten de o günkü câhiliye insanları, O’nun yumuşak tabiatlı, affedici, güzel ahlâklı, halîm ve müsâmahakâr şahsiyeti karşısında bir mum gibi erimiş, vahşet ve huysuzlukların elinden kurtularak O insanlık nûrunun etrafında pervâne olmuşlardır. Çünkü O, insanlığın hüsrânını değil, hidâyetini istiyordu. Azâbı değil, rahmeti temsil ediyordu.
Müslümanlığı teblîğ etmek için Tâif’e gittiği zaman, câhil, putperest ve egoist Tâif halkı kendisini taşlamışlardı. Dağlar Meleği, Hazret-i Cebrâil ile gelerek Rasûlullâh (s.a.v)’e
“–Şu iki dağı birbirine çarparak bu kavmi helâk edeyim mi?” deyince Peygamber Efendimiz râzı olmadı:
“–Hayır, ben Cenâb-ı Hak’tan onların soylarından sadece Allâh’a ibâdet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak bir nesil getirmesini dilerim.” buyurdu.[1]
Kendisini beldelerinden taşlayarak türlü hakâretlerle çıkaran ve hicrî 9. yıla kadar da şiddetle direnip müslümanlara pek çok zâyiât verdiren bu Tâifliler hakkında:“Yâ Rabbî! Sakîf Kabîlesi’ne hidâyet nasîb eyle! Onları bize gönder!” diye duâya devâm etmiş, nihâyetinde Tâif halkı, bir müddet sonra müslüman olmak üzere Medîne-i Münevvere’ye gelmişlerdi.[2]
Hebbâr bin Esved, İslâm düşmanlarının önde gelenlerinden idi. Mekke’den Medîne’ye devenin üzerinde hicret eden Hazret-i Peygamber Efendimiz’in kızı Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’yı mızrağıyla vurarak deveden aşağı itmişti. Hazret-i Zeyneb annemiz, hâmile olduğundan çocuğunu düşürmüş, ağır bir şekilde yaralanarak kanlar içinde kalmıştı. Bu yara daha sonra vefâtına sebep olmuştu. Hebbâr, bunun gibi daha birçok suç işlemişti. Mekke’nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Rasûlullâh Efendimiz, Medîne’de ashâbıyla oturduğu bir esnâda huzûr-i saâdete gelerek müslüman olduğunu bildirdi. Peygamber Efendimiz, onu da affetti. Hattâ ona hakâret edilmesini ve târizde bulunulmasını bile yasakladı.
Peygamber Efendimizin, O’nun izinden gidenlerin ve bilhassa kendi tarihimizdeki îmân ve vecd kahramanlarının heyecan dolu gönüllerinin seviyesine yeniden ulaşabilmek,güzel ahlâk sahibi olmak için tekrar o âbide ve örnek insanlara sahip olmamız gerekmektedir. Bunun için de onları duymak, anlamak ve onların gönül âlemlerinden hisse alabilmek gerekir. Yani onların bu fânî âlemi nasıl telakkî ettiklerini, Allâh’ın kendilerine ihsân ettiği akıl, iz’an, idrâk, can ve malı nasıl kullanarak hem kendilerine hem de insanlığa saâdet yolunu açtıklarını iyi bilmek îcâb eder.
Cenâb-ı Hak insanı, incelik, zerâfet ve ulvî derinlik istîdâdlarıyla techîz etmiştir. İnsanın asıl kıymeti de bu meziyetlerini gönül âleminde yeşertip geliştirdiği nisbettedir. İnsanın sâdece sûreten değil, sîreten de insan olabilmesi; ancak güzel huylarla bezenip kötü huyları tesirsiz hâle getirmesiyle mümkündür.Rûhâniyet dolu kalbler, güzel ahlâk, amel-i sâlih ve mânevî hâllerin tezâhürüne âmil olur. Bu şekilde kul, en güzel sûrette yaratılmış varlık olmanın îcâbını gerçekleştirmiş olur.
Kin, nefret ve intikam duyguları kadar, insanın kalbini karartan, sevgi, şefkat ve merhamet hislerini öldüren başka bir duygu yoktur. “Kul kusursuz olmaz”, derler atalarımız. Bunun mânâsı, herkesin hatâ yapabileceğidir. Yaşı, mevkii, cinsiyeti, tahsili ne olursa olsun,insanların hatâ yapması mümkündür. Burada önemli olan zanaat, hatâ yapmak değil, yapılan hatayı tekrarlamamızdır. Özür dileyenin özrünü kabûl etmemizdir.Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz:م“İster yalan söylesin ister doğru; suçsuz olduğunu savunan kimsenin mâzeretini kabul etmeyen kimse, kıyâmet gününde Havz-ı Kevser’ime gelemez” buyurmuştur.[3]
Kötülük yapan kimseyi affedip, onun bu durumuna aldırmamak,yerinde ve teşvik edilmiş olan bir husustur. Çoğu kez de vâcib olur. Resûlullah (s.a.v)’ın “Müslümanların huylarının en üstünü, affedici olmalarıdır” dediği rivâyet olunmuştur. Allâh’ın sizin günahlarınızı affetmesini sevdiğiniz gibi, sizden daha aşağı durumda olanları bağışlayınız. Peygamberimiz (s.a.v)’in “Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz”[4] buyruğu da bu mânâyı dile getirmektedir ki, çok önemli hasletlerdendir.
Ancak insan, yapısı gereği hatâ yapmaya meyyâl ve çok müsâit bir varlıktır. Her an, pek çok mevzûda eksik düşünebiliriz, yanlış bir karar verebiliriz, hatâlı bir tavır sergileyebiliriz. Fakat, insanı yaratan ve ondaki bu eksiklikleri bilen Allah, yapılan hatâları da affedicidir. Allah Teâlâ’nın affediciliği olmasa hiçbir insanın cennete girmesi mümkün olmazdı. Bu gerçek âyetlerle sâbittir.[5] Bunlarıda tefekkür etmemiz gerekir.
Sahih bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Sadakadan dolayı mal eksilmez. Affı sebebiyle, Allah, ancak bir kulun izzetini arttırır. Kim Allah için mütevâzî olursa, Allah o kişiyi yüceltir.”[6]Cezâlandırmaya gücü yetmekle birlikte, kullarını affetmek, Allah Teâlâ’nın yüce sıfatlarındandır. Her ne kadar ruhsat verilmiş ise de, çirkinlikleri, haksızlıkları kötü söz ve davranışları açığa vurmamak, bağışlamak daha doğru bir harekettir, üstün vasıflardandır. Bağışlamayabilir de, fakat bağışlar, affeder geçersek, güzel bir iş yapmış, üstün bir ahlâk örneği sergilemiş oluruz. Ki, serdedilen âyetlerde de, haksızlığa uğrayanların bağışlaması teşvik edilmektedir. Aynı mevzûda pek çok hadis de rivâyet edilmiştir.[7]
Eşrefzâde Hazretleri ne güzel buyuruyor.
“Gelse celâlinden cefâ yâhud cemâlinden vefâ
İkisi de câna safâ senden hem o hoş, hem bu hoş.”[8]
Şâyet Bizler,Ayet-i kerime ve Hadisi şeriflerden affetmenin semeresinin ne olduğunu bilmiş olsak, hiç kimse, kendisine kötülük yapanı cezâlandırmazdı. Fakat gözlerimizdeki perdeler, bunu engeller ve kötülük yapanı cezâlandırıp, gâyesini gerçekleştirmek ve hemen tatmin olmakla sâkinleşiriz.Cinâyetlerin en büyüğü, nisbet edilen kötülükten uzak olduğunu bildiği halde, bir mü’mine iftirâ etmek ve ona, kendisiyle ilgili olmayan bir şeyi nisbet etmektir. Binâenaleyh, böyle bir iftirâya mâruz kalan insanın, iftirâyı affetmesi, güzel ahlâkın kemâlindendir. İftirâya uğrayan kişi, iftirâcıyla tartışmadan ve kendisi adına, ondan intikam almayı tercih etmeden, sırını iftirâcıdan gizler. Affetmek, özellikle eğitimle ilgilenenler için bulunması gerekli olan bir vasıftır. Kalbi katı olan birisinin gerçek mürebbî olması düşünülemez. Zîra rahmet, kalbî bir kıpırdanış, ruhî bir teessür ve insanı, terbiye ettiği kimseleri hafife almaktan engelleyen bir duygudur.
Abdülaziz Debbağ (k.s), Nübüvvetin cüzleri mevzuunda affetmeyi, yedinci cüz olarak alıyor ve diyor ki: Af, devamlı sûrette zatta sâkin olan nûrdan meydana gelir. Bu nûrun karakteri ve tabiatı, kendisine zarar verene yarar sağlamaktır. O halde bu, sürekli olarak, zarâra karşı, yararla karşılık verir. Kendinden kopana yaklaşır, zulmedeni bağışlar, kötülük edene iyilikte bulunur. İşte bu ölçüde bir affetme, nübüvvetin cüzlerinden bir cüzdür. Ve bunun devâmı gereklidir. Çünkü sebebi nûrdur, bu nûr zâtta süreklidir. O halde affetme durumu da süreklidir. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, işte bu durumda bulunuyordu.[9]
Bursevî (k.s) anlatıyor: Kâmil insan, tıpkı deryâ gibidir. Kim ona eziyet eder, aleyhinde konuşur ve kötülük yapmak isterse, o, bu hareketlerden dolayı etkilenmez ve üzülmez. Hakkımızda kötü söz söyleyen veya bize yönelik kötü bir iş yapan kimseye hakkımızı helâl ediyoruz. Biz aslâ ona değil, Allâh’ın bizim için takdir ettiği şeylere bakarız. Çünkü O’nun icraattı güzeldir ve Cemâl sıfatı, Celâl sıfatının içinde saklıdır. Hz.Mevlânâ (ks) Mesnevîsinde buyuruyor ki; “Suyun kerem ve ihtişâmı yüzlercedir. O kirleri kabul eder ve temizler.”[10]
“Ne şemmet bülbülün verdin ne de hârdan incin
Ne gayrın yârine meyl et ne sen ağyârdan incin
Ne sen bir kimseden âh al, ne âh u zârdan incin
Ne sen bir kimseden incin ne senden bir kimse incinsin.”[11]
[1] Buhârî, Bed’ü’l-halk, 7; Müslim, Cihâd, 111
[2] İbn-i Hişâm, IV, 134; Tirmizî, Menâkıb, 73/3942
[3] Kenzu’l-Ummâl, c.3, s.7032
[4] Mecmâü’z-Zevâid, c.3,s.17
[5] Nahl,61
[6] İbn Kesîr, c.5, s.1976
[7] Bursevî, c.2, s.336
[8] Eşrefzâde
[9] El-İbriz, c.1 ,s.151
[10] Bursevî, c.5, s.415
[11] Pertev Paşa