Dünyâ hâkimiyeti el’ân süren İngiltere’nin, anayasaya ihtiyaç duymadan yaşadığı huzûra ve refâha bakabilsek, nerede durduğumuzu veya durdurulduğumuzu anlayacağız… Lâkin önce “anlama” nîmetini hak etmemiz lâzım. Bunun içinse, edebiyât tedrîsine şiddetle ihtiyaç var.
Edebiyâta az vâkıf olmak, vukûfsuzluktan daha büyük bir bedbahtlıktır. Çünkü en büyük çamlar bu yüzden devriliyor. Haddini bilmemenin en dramatik hâli, gâliba edebiyât âleminde yaşanıyor.
Etrâfımıza bakıp da, sözlü ve yazılı ifâde kaabiliyetinin fıkdânından, nezâketi tamâmen kaybedişimizden, kaba-saba insanların doldurduğu mekânlarda yaşamaktan hiç, ama hiç şikâyet etmeyin.
Fuzûlî’den, Bâkî’den, Şeyhülislâm Yahyâ’dan, Nedîm’den, Şeyh Gâlib’den, bir başka milletin, hattâ düşman safındaki temsîlcileri olarak bahseden, bunları mekteb müfredâtından kovan bir topluluk, aslâ “millet” olamaz. Neylersin; “Elim ermez yâre / Bulunmaz derdime çâre!”.
Ölmek için, önce yaşamak lâzım. Dolayısıyla yaşamak, her sâlise biraz ölmektir. Ölümün hayâta yakınlığı, onu hemen yanımızda hissetmemize sebep oluyor. Bir başka ifâdeyle; ölüm, hayâtın ferdâsıdır. Memâtın sonrası da olmalı diyorsanız, bu zinciri âhiretin yollarına kadar taşıyabilirsiniz.
İnkâr, bütün sâhalarda olduğu gibi, Mâverâ’ya âit husûslarda da sâhibini yarı yolda bırakır, ciddî mânâda ilerlemenin en büyük ayak bağı olur.
Şimdi, bu akıl yürütme işini tersden alalım ve ölümle hayâtın yerlerini değiştirelim. Önce ölüp sonra hayâta doğsak ne olur?
İşte, ölümü hayâtın önüne aldın mı, ortaya böylesine kerîh bir manzara çıkıyor. İlâhî nizâmı ve sıralanışı bozuyorsun, sonra da Cennet sitelerinin ferah mekânlarından dem vuruyorsun.
Birileri, bu netîceyi yıllarca önceden plânlayıp, dinî hayâtımızı bu noktaya taşımışlar. Câmi kürsüsünden “Cennet köşkü” mübâyaası, başka neyle îzâh edilir.
Allâh, bu milleti daha büyük “cehâlet marketleri”nde alışveriş yapmaktan korusun…