Prof. Dr. Hakan POYRAZ[i]
Konuya merkezinden değil dolaylarından girmek istiyorum; Lidya kralı Gyges’in öyküsüyle… Kralın tahta çıkış şekliyle ilgili farklı öyküler anlatılır[1]. Bunlardan biri de Platon’un Devlet adlı eserinde anlattığı yüzük öyküsüdür.
Hikâyeye göre, Gyges, Lidya kralının hizmetinde bir çobandır. Günün birinde bir kasırga veya deprem yüzünden yer çatlar ve hayvanların otladığı yerde derin bir yarık açılır. Bu yarığın içine inen çoban, orada içi oyuk, üstü delik deşik, tunçtan bir at bulur. Eğilip atın içine baktığında orada insan boyundan büyük, parmağındaki altın bir yüzük olan ölü görür. Bu yüzüğü alıp yukarı çıkar. Çobanlar ay sonunda krala hesap vermek için toplanırlarmış. Gyges toplantıya bu yüzükle gelir. Otururken yüzüğün taşını farkına varmadan avucunun içine çevirir. Bunu yapar yapmaz da görünmez olur. Kendisi de dâhil, orada bulunan herkes şaşakalır. Yüzükle oynarken taşı çevirince yine görünür olur. Böylece Gyges, yüzüğün tılsımını keşfeder: Yüzüğün taşını içeri çevirince görünmez oluyor, düzeltince görünür. Bunun üzerine görünmez olarak saraya girer, sarayda kraliçeyi baştan çıkartır, onun yardımıyla kralı öldürüp yerine geçer (Devlet, 359d).
Gyges’in yüzüğü gibi kişiyi görünmez yapan iki yüzüğümüz olsa, birini doğru adamın, birini de eğri adamın parmaklarına takarak şehre salıversek, ne olurdu? “Bunlar her istediklerini korkmadan alacaklar, evlere girip gönüllerinin hoşlandığı kimselerle düşüp kalkacaklar, canlan kimi isterse öldürecek, kimi isterse hapisten kurtaracak tıpkı bir Tanrı gibi dilediklerini yapacaklar” (Devlet, 360c)” Üstelik kimse kendilerini görmediği için dürüst olarak bilinmeye devam edecekler. Böylece en dürüst görünen -görünmeyi beceren- en ahlâksız adam olacak.
Bir an için bu fantezinin gerçek olduğunu ve takan kişiyi görünmez yapan böyle bir yüzüğe sahip olduğumuzu düşünelim. Artık yakalanıp ceza görme endişemiz yok ve görünmezlik bizi her şeyi yapabilecek bir güç ve kudrete ulaştıracak. Diğer insanların bizim hakkındaki kanaatleri, başkaları tarafından takdir edilmek ve toplumsal onay bizim için hâlâ önemliyse yüzük bu problemi de çözmekte: Bir ahlâksızı ahlâksız yapan arzu istek ve heveslerimizi ölçüsüzce tatmin edebileceğiz ama yine ahlâklı bir adamın görüntüsüne sahip olabileceğiz. İşte soru burada düğümleniyor: Her türlü bağdan azade olarak, yakalanma, ayıplanıp dışlanma korku olmadan her şeyi yapabilecek bir güce sahip iken, hiç kimseye hesap verme endişesi taşımazken ahlâklı olmaya devam eder miydik? Neden? Ahlâksız ile aramızda fark nedir? Niçin ahlâklı oluyoruz?
Bu sorunun, bu bilimsel toplantıda sorulmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Zira hem yönetim hem de siyaset açısından, ahlâkı, zayıf olanın güçlü olan karşısındaki hak talebinin sonucu olarak değil, güçlü olanın hak karşısındaki duruşuyla anlayabileceğimizi düşünüyorum. Yani ahlâk ölçü getiriyor ve ölçü gücün kullanımını da belirliyor. Bu ölçü haktır. Bu ölçü adalet olarak kendini gösterir ve kanunda somutlaşır.
Platon, Gualikon’a şeytanın avukatlığını yaptırarak şöyle dedirtir: “Haksızlıktan şikâyet edenler haksızlığa uğrayan1ardır” (Devlet, 359a). Eğer güçleri yetseydi haksızlık etmeyi bırakırlar mıydı? Hayır! “Haksızlık etmek fırsatını bulan herkes haksızlık eder” (Devlet, 360c). Şimdi, bir doğru bir de eğri adama dilediklerini yapma fırsatı tanıyalım. Soma artlarına düşüp onları eğilimlerinin nereye götüreceğine bakalım. Göreceğiz ki, doğrunun gittiği yer, eğrinin de gittiği yer olacak; çünkü kendinde olandan fazlasını istemek, bunu iyi bir şey sayıp, ardına düşmek, insanın doğasında olan bir şeydir. İşte onu bundan alıkoyan, eşitlik saygısına götüren şey kanundur (Devlet, 359c).
Bu anlayışa göre mecbur olmasa kimse ‘ahlâklı’ davranmaz. O halde ahlâk “Oynamak zorunda olduğumuz çok gelişmiş, ince bir oyun, toplumda yaşamak için ödediğimiz bir fiyattır. Ahlâk insanları itaat ettirmek için yaratılmış bir kurallar bütünü, güçlü olanı istediği şeyi yapmaktan engellemenin yoludur. Gerçekten güçlü olanlar beyinleri yıkanıp suçluluk duygusu duymadıkça istedikleri şeyi elde ederler. Gerçekten endişelenmeye değer tek bir kural vardır: Yakalanmamak” (Homer; Westacott, 2001: 171).
Yasaya yakalanmadığımız sürece her şey mubahtır! Bu yasa hukuk gibi ahlâk gibi toplumsal normlar olur ama her seferinde bir dış yasadır. Peki ya derunumuzdakinden -içimizdeki ahlâk yasasından- kaçabilir miyiz?[2]
Burada, “dış ahlâk” ve “iç ahlâk” ayrımı yapmak oldukça işlevsel görünüyor.
Ahlâklı olmanın dış gerekçeleri olarak saydığımız dış şartlar; toplumun bizden uymasını beklediği ve bizi kendisine uymaya zorladığı, uymadığımız zaman yaptırımlara maruz bıraktığı ahlâk kuralları, adeta cengâverin savaşa giderken düşmana karşı korunmak için giydiği zırh gibidir. Bu zırh onun bir çok hareketini engellese de, onu düşman saldırılarından korumaktadır. Sosyal ahlâkı bu zırha benzetebiliriz. Bu ahlâk, içinde tırtılı kelebeğe dönüştüren koza misali olursa değerlidir. Yoksa içi boş bir ahlâk olarak, herhangi bir değer taşımaz. Sosyal ahlâk kuralları içerisinde gerçekleştireceğimiz kendi özümüz, gerçeğimizdir. Ahlâkın içi ve dışı olarak resmettiğimiz bu durumu, “dış ahlâk” ve “iç ahlâk” olarak yeniden adlandıralım: Dış ahlâk iç ahlâka çerçeve üretir, iç ahlâk dış ahlâka hayatiyet verir. Dış ahlâk iç ahlâkların ortak noktasıdır. Ortak ahlâkî mirastır ve gelenek olarak yaşar.
Eğer ahlâkı böyle görmezsek kişiyi ahlâklı olmaya iten bir çok dış gerekçeyi de, dış ahlâkı da, anlamsızlaştırır. Üstelik bu gerekçeler aynı zamanda ahlâksızlığın da gerekçesi olarak görülebilir. Bu gerekçeler olarak toplumsal kurallar, dinsel emirler, duygularımızın rolü, fayda sayılabilir. Eğer ahlâkı bu gerekçelere indirgeyeceksek bir şeylere mahkûmuz ve mahkûmiyet hücremiz de ahlâk demektir. Ahlâk, sihirli bir yüzükle kendisinden kurtulabileceğiz bir mecburiyet, bir mahkûmiyettir ve onda kişiyi özgürleştiren bir açılım imkânı bulunmamaktadır. Böyle bir ahlâk, ahlâksızlığı meşrulaştırır: Yeter ki yakalanma; yakalanmadığın sürece ahlâklısın! O zaman yakalanmadığımız sürece her şey mubahtır anlayışına varırız.
Toplum bizden ahlâklı olmamızı istediği için mi ahlâklı oluyoruz? Ahlâklı olmak, sosyal organizasyonun kurallarına uymaya indirgenebilir mi? Ahlâklı olmamızın ─müşterilerine karşı dürüst olan işadamının, sözüne sadık politikacının, tutarlı ve ilkeli davranan bürokratın vd.─ gerekçesi sadece toplumsal onay mıdır? Bir hayatı başkaları için yaşayan birisi, farkına varmadan veya vararak başkalarının kendisi üzerinde egemenlik kurmasına izin veren kişidir. Gerçekte ahlâklı olmak, kişinin kendisi üzerinde egemenlik kurması, yüzüğün değil kendinin efendisi olmasıdır.
Ahlâklı olmayı başkasının bakışına hapsedemeyiz! Ahlâkın yüzdeki yansıması, başkasının bakışları tarafından yakalanma korkusu değil, bakacak yüzü olmaktır. Bu nedenle ahlâklı olmak, toplum baskısıyla, sosyal izolasyon korkusuyla “Başkası ne der?” diye davranışlarım ayarlayarak değil, kendine egemen bir kişi olarak yaşayarak gerçekleşebilir.
Başkalarının bakışını hesap eden bir ahlâk, ahlâkın sahip olması gereken ana değerlerden beslenerek yeni değerler yaratamamış bir toplumun yaşadığı kirlenen ve kirleten bir ahlâktır. Kirlenmeden ahlâksızlar kadar, hatta onlardan daha fazla, ahlâkçılar sorumludur. Böyle durum, ahlâk açısından çelişiktir. Zira varsayılan durum, olması değil, olmaması gereken bir durumdur. Sözgelimi, “Arap eli öpmeyle dudak kararmayacağını” söyleyen, “Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı” denilmesini tavsiye eden, “Kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyen”, devlet malını deniz gören, ona dokunmayan yılanı baş tacı eden ve bu şekilde değerler üreten bir ahlâk… Değerler hiyerarşisi tersyüz olmuş; ahlâk, belden aşağıya hapsedilmiştir. Bu ahlâk, kendine can veren kaynakla bağını yitirmiş, onun yerine, bireyi egosuna hapseden ve bunu özgürlük olarak algılayan bireyci bir ahlâk ikame edilmeye çalışılmış olsun. Her iki ahlâk da, ıslah edici değil yok edici ahlâktır. Bu ahlâklar, davranışı doğruya yöneltme olmaktan çıkmış, kısıtlama ahlâkına dönüşmüş ve kısıtladığı da, daralttığı da kendisi olmuştur. İnsanlar ahlâkı bir kartvizit ahlâkı olarak yaşamakta; onu görenek, törel davranış kalıpları ve hatta tarih olarak görmekteler. Bu ahlâkın zemmetme, yerme ve yer değiştirme mekanizmasının dışında bir işlevi de bulunmamaktadır.
Bu ahlâktan çektiğimiz kendi fotoğrafımızdır.
Ahlâkı böyle görmediğimizi baştan belirtmiştik. Bu noktada “Niçin Ahlâklı Olmalıyız?” sorusu, “Bu ahlâkı nasıl yaşamalıyız?” sorusuna bağlıdır ve bu soruyu ancak onu nasıl yaşamamız gerektiğine dair ilke kararlarına sahip olan bir bilinç ile cevaplandırabilir. Bu bilinç, etik bilinçtir[3]. Ahlâk hayatımız ile basiret adını verdiğimiz ahlâkî bilincin etkileşimi sonucu bu cevap aydınlanabilir.
Bu söylediklerimize, insan toplumsal bir varlık ve ahlâk da toplumda uymamız gereken kurallar bütünüdür şeklinde karşı çıkmak mümkün. Her ahlâk anlayışının kaçınılmaz olarak bir insan tasavvuru var. İnsan, değerleriyle insan oluyor. Ahlâklı oluşumuzun gerekçesi bu tasavvurla alakalı. Toplumsal değerler ve bunların kazandırılması (eğitimi) ahlâkın toplumsal yanından vazgeçemeyeceğimizi gösteriyor. Bu karşı çıkış, ahlâkı kurallara indirgemediğimiz sürece halklıdır da. Ahlâk kuralları bağlayıcıdır ve içinde yaşadığımız toplumsal yapı bizden ahlâklı olmamızı bekler, bizi ahlâklı olmaya zorlar. İnsanın toplumsal bir varlıktır. Toplum, üyeleri ile kendi arasında bir uygunluk tesis eder. Bu uygunluk o topluluğun ortak değerleri ile mümkün olmaktadır. Ahlâkî de değerler ortak yaşamayı mümkün kılan değerlerdir, ahlâk kuralları bu değerleri yaşamanın kuralları…
Değerler ve kurallar… değeri bağlantılı olduğu eylemle tasarlanır. “İyi” ahlâkî bir değerdir ve bu değeri eylemimizde gerçekleştiririz. Bu gerçekleştirme, kalıplar ve kurallar içinde olur. Bu kalıplar ve kurallar tek başına ahlâkı temsil etmezler, ama ahlâkı tesis etmenin vasıtalarıdır. Evet, ahlâk kişiler arasındaki ilişkilerde, toplumsal alanda ortaya çıkar. Bu nedenle toplumsal bağlarından kopuk bir ahlâk düşünülemez. Ama ahlâk tek başına toplumsala da indirgenemez. Böyle bir indirgeme, toplumu bir doğal durum olarak belirleme, bireyi toplumsalın içine hapsetme demektir. Bu nedenle toplumsal ahlâktan söz etmek, toplumda yaşanan, o toplumdaki yaşama tarzını, ilişkilerin biçimini belirleyen inançlar ve tasarımlardan, bu inanç ve tasarımları oluşturan ahlâkî-toplumsal bilinçten söz etmektir. Bu bilinç, tek tek bireylerin bilincidir, bu bilinçlerin arakesitidir.
Toplumsal normlar ve onların baskısı kişiyi ahlâklı davranmaya zorlayabilir fakat aynı yukarıdaki örnekte olduğu gibi ahlâksızlığı da teşvik edebilir. Doğru olduğuna inanmadığı bir fikri savunan politikacı, eylemini sırf tasvip alma, kınanıp ayıplanmamak için seçen-gerçekleştiren eyleyen bir bürokrat ne ölçüde ahlâklı, ne ölçüde ahlâksızdır? Kant’ın verdiği örnekle: Müşteri kaybetmemek için dürüst davranan bir tüccarın değil, öyle davranmak zorunda olan, dürüst olmak ödevi olan kişinin ahlâkîdir (Kant, Temellendirme’.!!). Fakat buradaki zorunluluğun bir dış zorunluluk olmadığını, Kant’tan daha önce yapmış olduğumuz alıntıda dile getirmiştik (bkz, dn.2).
“Ahlâkî mecburiyet, bir boyun eğme değildir. Sadece toplumsal tasvip için ahlâklı olmayız. Toplumsal ahlâkın sıkıntıya soktuğu kişiler olsa da toplumsal mutabakat ve uyum adına onların kişisel hesaplarından vazgeçmesiyle oluşan toplumsal mutluluk, kişide olumlu duygular uyandırır; toplumsal mutluluk bireysel mutluluğa yeğlenir” şeklinde bir itiraz yapılabilir söylediklerimize. Toplumsal mutluluk da ahlâkın sonuçlarındandır, tıpkı fayda gibi… Bütün bu saydıklarımız, tasvip, takdir edilme duygusu, duygudaşlık, fayda, mutluluk ahlâklı olmanın dış gerekçelidir asıl gerekçeleri değil. Ahlâk kişide iyi duygular uyandırır ama duyguya indirgenemez.
Ahlâkı duygu dışlaştırmaları olarak gören ve: “Bir önermenin etik sembolü, onun olgusal içeriğine bir şey katmaz. Birisine ‘bu parayı çalmakla yalnış davrandınız’ dediğimde, ‘yalnızca bu parayı çaldınız’ demenin dışında yeni bir şey söylemiyorum. Bu eylemin yalnış olduğunu eklemekle onun üzerine yeni bir bildirim yapmış değilim. Yalnızca onu ahlâken tasvip etmediğimi söylemekteyim. Bu, ‘parayı çaldınız’ derken sesime özel bir tiksinti tonu vermiş olmak ya da yazarken ünlem işareti koymak gibidir. Ton ve ünlem cümlenin anlamına bir şey katmaz. Yalnızca konuşmacının duygularına eşlik etmeye yarar.” (Ayer, 1936: 142) diyen duygucu teori bize niçin ahlâklı olmamız gerektiğini açıklayabilir mi?
Aynı şekilde dindar birisi: “eğer kötülük yaparsam yapmazsam öte dünyada azap çekerim, iyilik yaparsam cennete giderim” diyebilir. Ahlâkın en güçlü yaptırımı da kanatimizce buradadır. Herkesin başına bir polis koyamazsınız ama öte dünya korkusuyla onu ahlâkın sınırları içine çekebilirsiniz. Din temelde bir ahlâk sistemi vaz eder. Fakat dini bu şekilde anlayan adamın ahlâkı da, öte dünya mutluluğunu hesap eden sonuçsalcı bir ahlâktır. Kişinin “niyet” olarak değil de sadece cehennem korkusuyla ahlâklı oluyorsa, gerçekten ona olgun-kamil bir kişilik diyebilir miyiz? Dinin istediği kişilik bu mudur? Dini ahlâk korku ahlâkı mıdır? Ya inanmayanlar ya da başka türlü inananlar, ahlâk ölçülerine sahiplerse? Gyges’in yüzüğü, öte dünya inancı olan bir adamı, öte dünyadaki azap korkusuyla ahlâksızlıktan alıkoyar belki ama, inanmadığı halde ahlâklı olanın ahlâklı olma gerekçesini nasıl açıklayacağız?
Ahlâk, ─hangi ahlâk olursa olsun─ bir kurallar mecburiyeti olarak idrak edildiğinde özgürlüğü kısıtlayıcı bir hâle bürünmektedir. Öyle davranmak zorunda olduğumuz kuralların bütünü. Ahlâkı kurallarda ararsak, farklı zaman ve mekânlardaki farklı insan topluluklarının birbirinden farklı kurallar gerçekleştirdiklerini görürüz. Kurallar bir ahlâkın dış halkalarıdır. Bireyin ve toplumun ahlâkî yolculuğunda yani insanlaşma sürecinde, yolu tarif ve tayin eden nirengilerdir kurallar. Ahlâkı kurallarda değil, kural koyucunun niyetinde aramak durumundayız. Zira kuralları belirleyen eylem, kuralların belirlediği eylemden üstündür.
Ahlâk ölçü getiriyor; insan olma ölçüsü… Ölçü kurallar, ölçüyü getiren ahlâk. Her ahlâk anlayışının bir insan tasavvuru var. Ahlâkın kaçamadığı şeydir bu. Ahlâk bu tasavvuru gerçekleştirmek, somutlaştırmak istiyor, insanı insanlaştırmak. İnsan değerleriyle insan oluyor. Bunun için toplumsal kurumlan da değerler sistemini de yaratıyor; geniş anlamıyla adalet ve hak olarak. Yaratıcı ahlâkın ana kavranılan adalet ve hak kavramlarıdır. Hak adaleti diri tutar, adalet de ahlâktaki değerleri meydana getirir. Bu bir bütünlük oluşturur ve kurumlan doğurur. Kurumlan yaratan ve ayakta tutan bu yaratıcı ahlâktır (Karakuş; Poyraz, 2005). İşte bu nedenle toplumsal kurallardan, yasadan gizlensek bile kendimizden, kendi insanlığımızdan gizlenemeyiz. Başkalarına yakalanmasak da vicdanımıza yakalanırız.
Gyges’in yüzüğü bizi yasadan, yasanın vereceği cezadan, cezanın uğratacağı ezadan, toplum baskısından, ayıplanma, tecrit edilme korkusundan velhasıl her türlü dış yaptırımdan korur ama iç yasadan, vicdan dediğimiz ve hak karşısındaki doğru duruşumuz bozulduğu anda çalan alarm zillerinin sesinden koruyamaz. Dış ile iç bağı, hak duygusuyla vicdana bağlanır. Vicdan ‘vcd’ kökünden; kendi insanlığımızı bulduğumuz kaynak; v-c-d aynı zamanda vücûd/varlık kelimesinin de kökü… Vicdan bizi içimizdeki hakka çağıran, içimizdeki varlığımızı, hakikatimizi buldurtan sestir. Gyges’in yüzüğü bu sesi görünmez kılamaz!
İnsan değerleriyle varolur dedik. O, bu değerler yoluyla kendini inşa eder, gerçekleştirir. “İnsan her şeyden önce ve en mühim vasfıyla ahlâkî bir varlıktır. Ahlâkî varlık demek ferdin fiiliyle kamulaşması; parçanın kişilik halinde bütüne açılması demektir.” (Ülken, 1981: 15) Bu oluş, canlı bir organizmandan ‘insan’ oluşa, biyolojik varlıktan ahlâkî varlığa, fiziki yaratılıştan {halk), manevi yaratılışa (hulk) doğru bir harekettir[4]. Bu harekette kazanılan tecrübe, başkalarına açılarak, objektifleşir ve kişide yaratılan bir iç ahlâktan, başkalarına çerçeve olmak üzere dış ahlâka dönüşür.
İnsanileşme süreci, insanın kendini gerçekleştirme sürecidir. “Kendini kaybetme” “Yaptığı insanlığa sığmamam”, “İnsanlıktan çıkma” “adam etmek”, “adam etmesini bilmek” gibi ifadelerde atıf, biyolojik bir türe değil, insanlık erdemine ve bu erdemin eğitim yoluyla kazandırılmasınadır. Bu erdem, eylemimizin arkasındaki ilkedir; ilkeyi ortaya koyan niyettir.
Sonuç olarak;
Hangi çağda ve hangi kültür çevresinde yaşarsa yaşasın, insan kendini değerler dünyası içinde inşa eder. İnsan olarak bizler, varoluş ödevimizi gerçekleştireceğimiz bir çerçeve ahlâkın içine doğarız. Bu çerçeve, bu kalıp içerisinde gerçekleştireceğimiz kendi özümüz, gerçeğimizdir. ‘İnsanlık’ denince akla, zekî bir memeli türünden çok, bu kavramının değer boyutu gelmektedir. Çünkü “insan olma” erdemi, insanın ahlâkî yolculuğundaki son durakta, insanlık idealinde, gerçekleşir. Hâl, yani yaşama durumu, yaşayandan kopartılamayacağına; bu ideal ve onu gerçekleştirecek değerler, değerlendirmeler yapan bireyden bağımsız bir ide olarak düşünülemeyeceğine göre, ahlâk hem yaşayan, hem de yaşatandır.
Bu hal, Gyges’in yüzüğünün değil, kendimizin efendisi olduğumuzda gerçekleşir.
KAYNAKÇA
AKURGAL, E (1998), Anadolu Kültür Tarihi, Ankara: TÜBİTAK yay,.
A YER, A.J (1936), Language, Thnıth and Logic, London: Pelican Books.
CEVİZCİ, Ahmet (1999), Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yay.
HORNER; WESTACOTT (2001), Felsefe Aracılığıyla Düşünme, Çev. Ahmet Arslan, Phoneix Yay.
HEBBEL, F (1944), Gyges ve Yüzüğü, Çev: S. Ali, İstanbul: Maarif Vekaleti.
Kamus Tercümesi, (Mütercim Asım), İstanbul: MatbaatüT-Osmaniye, 1305.
KANT (Temellendirme) (1982), Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev. İoanna Kuçuradi, Ankara: Hacettepe Üniv. Yay.
KANT (Pratik Akıl) (1980), Pratik Aklın Eleştirisi, Çev: I. Kuçuradi, Ü. Gökberk, F. Akatlı, Ankara: Hacettepe Univ. Yay.
KARAKUŞ; POYRAZ (2005), “Türk Medeniyet Çevresinin Felsefesi”, Türk, Dünyasında Sosyal Bilimler: Kuram Yöntem ve Uygulama, III. Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi, Cilt: 2 Celalabat Kırgızistan.
LLOYD, S. (1997), Türkiye’nin Tarihi, Çev: Ender Varinlioğlu, Ankara: Tübitak Yay.
MERT, N. (2004), Ömer Seyfettin, İstanbul: Kaknüs Yay.
PLATON (1982), Devlet, Çev: S. Eyüboğlu, M. Cimcoz, İstanbul: Remzi Kitabevi. ÜLKEN, H. Ziya (1981), Aşk Ahlâkı, İstanbul: Ülken Yay.
————————————————————–
Kaynak:
Poyraz, Hakan. “Ahlaklı Olmanın Gerekçesi Nedir.” Sakarya Üniversitesi İİBF, Sayı: 2 (2005), Sf. 9-16.
————————————————————–
Dipnotlar
[1] MÖ 685 yılında Lidya tahtına çıkan Gyges ile ilgili ilginç hikâyelerden birisi tarihçi Heredot’tur. Diğeri M.Ö. 7. yüzyıl ozanlarından, tiran (tyrannos) sözcüğünü ilk kullanan kişi olan Arkhilokos’tur (Akurgal, 1988: 322).
Anlatılanlara göre Lidya’nın efsanevi Kralı Kandaules, karısının güzelliğine hayrandır ve bu güzelliği komutanı Gyges’e de teşhir etmek ister. Gyges bu hayâsızlığa karşı çıkar. Fakat kralın ısrarı neticesinde onların yatak odasındaki bir dolabın içine gizlenir ve kraliçeyi soyunup kocasıyla sevişirken seyreder. Bu durumu fark eden kraliçe, kocasına çok kızar ve onu öldürmesi için Gyges’i ayartır. Gyges Kandaules’i öldürür ve kraliçeyle evlenerek tahta geçer. Böylece 141 yıl sürecek olan Mermnad egemenliği başlar (Lloyd, 1997: 91; Akurgal, 1998: 287, 322) Gyges’in hikâyesi G. F. Hebbel tarafından Gyges und sein Ring adıyla dramlaştırılmış ve Sabahattin Ali tarafından 1944 yılında Gyges ve Yüzüğü adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir. Ömer Seyfettin’in “Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür” adlı hikâyesinde bu efsaneden ilhamla almıştır. Gyges’in hikâyesi ile bu hikâye arasındaki ilgiyi Necati Mert’in hatırlattığını ve bu bilgiyi kendisine borçlu olduğumun bilinmesini isterim (Bkz, Mert, 2004: 82).
[2] Pratik Aklın Eleştirisinin sonunda İmmanuel Kant, “üstündeki yıldızlı gök ve içindeki ahlâk yasası”ndan söz ederken ‘iç’in nasıl bir ahlâkî merkez olduğuna da işaret etmektedir (Kant, Pratik Akıl, s, 174).
[3] Toplumun bir ferdi olarak insan, ahlâkî hayatı bizzat yaşar ve kendi eylemlerinde cisimleştirir. Fakat bununla kalmayıp taşıyıcısı ve hayata geçirdiği değerlerin anlamı üzerine düşünmeye başladığı zaman, etik kavramının sınırları içinde bir iş yapmış olur (Cevizci, 2002: 19). Etik, bu manada ahlâk durumları üzerine bir bilinç durumuna işaret eder. Bunun için etik sözcüğü daha çok ahlâk üzerine düşünme veya ahlâk felsefesi bağlamında kullanılmaktadır.
[4] Ahlâk, ‘huy’ anlamına gelen ‘hulk’ kelimesinin çoğulu. Lügatte, huy karakter, mizaç, alışkanlık anlamlarına gelse de, Arapçadan türetildiği fiilin kök harfleri, ahlâkı yaratma eylemi ile ilişkilendirmektedir: H-l-k, yaratmak, biçimlemek, oranlamak… (Kamus Tere., 11:892) demektir. Maddi varlık için yaratma manasına halk, manevi yaratılışa (karakter) işaret için hulk kullanılmaktadır ve hulk, tıpkı Latince (mos-mores-moral) ve Grekçe (ethos, ethik) karşılıklarında olduğu gibi, karakter, alışkanlık, huy, mizaç ve yaratılış anlamlarına gelmektedir.
[i] MSGSÜ Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi, e-mail: [email protected]