Birinci ve ikinci bölümden farklı olarak üçüncü ve son bölümde A. Ağaoğlu’nun birkaç eserini dikkat merkezine alarak onun görüşlerini, fikirlerini ve dönemin sorunlarını bugün ile bağlantı kurarak anlatmaya çalışacağız.
A. Ağaoğlu’nun ‘’İslam, Ahund ve Hatifülgeyb’’ eseri İslam ve güya İslam’ı tebliğ eden ahundu konuşturarak dönemin sorunlarını ortaya koymaktadır. O, sorunlar ki, bugün dahi güncelliğini koruyor. Kendini İslam’ın hadimi ve fedaisi sayan Ahund İslam’ın kendisinden yüz çevirmesine içerlenmekte. Lakin İslam kendisine en büyük zararı verenlerin kendini İslam’ın fedaisi, hadimi sayan ancak ‘’hakikat emirde hiçbir düşman, canı onu öz düşmanına yapmamış ki,’’ bu Ahundlar ve Şeyhler İslam’a yapmıştır. Bugün dahi İslam’ı tebliğ ettiğini zanneden sürü ile Ahund, tarikat şeyhleri var ki, insanları ayrıma hatta ölüme götürmekte. İslam’ın ‘’Ben nefsi-vahit miyim?’’ sorusuna ‘’Elbette’’ diye cevap veren Ahund maalesef ki, ‘’Peki, neden kurt gibi benim bedenimi parça-parça etmişsiniz? Hanı menim işleyen kollarım, yürüyen ayaklarım, gören gözlerim, danışan dillerim? Başım Afrika’nın intihasında, ayağım Çinin vesaitinde. Bu büyük bedenin bir yeri, bir azası var ki, cerahat ve dertsiz olsun? Bunu kim yaptı? ‘’ sorusu karşısında acizdir. Çünkü ‘’Kuranı Kerimi mütalaa’’ etmeyen Ahund ‘’Kuran imdi modada değil. Modada hadis ve rivayetlerdir. Bizim sözlerimiz ve dediklerimizin hamsı(hepsi) hadis ve rivayete aittir. Şimdi Kuran’ı o kadar da okuyan yoktur ve ona o kadar itina olunmuyor’’ demekte. İşte günümüzde bile Kuranı Kerimden ziyade hadislere rivayetlere dayanarak İslam anlatılmıyor mu? A. Ağaoğlu bu eserinde İslam’ı bölen, parçalayan, tarikatlara ayıran, Kuran’dan bihaber, menfaati için yalandan hadis ve rivayet uyduran Ahundlar olduğunu dile getirmektedir. ‘’ Ona göre ki, onlar rüyada halalarını görüp, muhteremin dilinden naklediyorlar ki, sahibi-keşfi keramette iken- vahi de Abuzer Gaffarı görmüş ve Abuzer ona hikâye etmiş ki, Ebu Eyüp Ensari buyurdu ki, bir gün peygamber aleyhisselam Mescidi-Medine’de bu güne şeb edebaz, fitnekar, müridsaz ahundlar için ne nef (kar, fayda) ediyor ki, Kuran modada olsun?’’
Eserde konu alınan bir diğer mesele de rüşvettir. Öyle ki, vatandaş devlet dairesine her hangi bir işi ile ilgili gittiğinde memur cebindeki tarağı vatandaşa satarak para alıyor. Sonra da tarağı vatandaştan hediye olarak kabul ederek güya aldığı parayı rüşvet damgasından kurtarıyor. Görünüyor ki, bu gün bile hadisten, rivayetten kendi kötü amellerine pay çıkarmaya çalışanlar o devirde de İslam’ın kurallarına kendilerince kılıf uydurmakta idiler.
İslam’ı anlamayan ve ondan bihaberler, İslam’ı ruhen yaşamayı değil sadece namaz kılıp, oruç tutmayı tebliğ eden yani, her şeyi sadece zahiri gören şeyhler, ahundlar bugün de Müslümanların başının belası olmaya devam etmekte. A. Ağaoğlu eserinde asıl olanı İslam’ı anlamak, dinimize gerektiği gibi amel etmek gerektiğini, rivayetlere, hadislere değil İslam’ın kendi kitabı olan Kuran-i Kerime başvurmanın gerektiğini belirtmektedir.
Ağaoğlu’nun önemli eserlerinden biri de Cumhuriyet gazetesinde parça parça yayınlana ‘’Men Kimim’’dir eseridir. Bu eserde bir insanın içi ile dışı arasındaki çatışmalardan bahseder. A. Ağaoğlu çölü (dışı) ile içinin çarpışmasının, çatışmasının asıl sebebini de egoizm olduğunu söyler. ‘’Gece yatağa girip içim ve dışımın yalnız baş-başa kaldıktan sonra bu defa içimin dışıma dalga geçmesi, sitemi başlıyor. Örneğin geçen gün öyle bir kavga başlattılar ki, sabaha kadar uyuyamadı. İçim dışıma diyor ki: ‘’Sen ne utanmaz, ne hayâsız adamsan. Haradan uydurdun o âlimlerin adlarını? Almanya’da o adda hiç âlim var?’’ Dışım derhal başkaldırarak derin bir hiddetle içime hitaben: ‘’Sen de oradaydın değil mi? Neden beni tekzip etmedin? Niye bu yorganın altındaki cesareti orada da göstermedin’’ dedi. A. Ağaoğlu’nun insanın dışın sahip olduğu egoizm ve için sahip olduğu altrüizm arasındaki çatışmayı çok iyi bir şekilde kaleme almıştır. Bu eser bir nevi Fyodor Dostoyevski’nin ‘’Yer Altından Notlar’’ adlı romanına benzemektedir.
Ağaoğlunun bir diğer önemli eseri ise ‘’Tanrı Dağında’’ mitolojik hikâyesidir. İlk defa 2 Şubat 1939 tarihindeki Cumhuriyet gazetesinde silsileler halinde sonra ise ‘’Ağaoğlu külliyatı’’ın 1. Cildinde yayınlanmıştır. Hikâye şöyle başlar: ‘’Tanrının huzuruna gidiyorduk. Yolumuz çetin ve korkuluydu, niceleri kafalarını ve gövdelerini vermişlerdi. Meni dayanılmaz bir sevda çekiyordu. Önümde yol göstericim Şamanlar Şamanı Garagurumlu Göyçe idi. O yürüyor ben, ben de arkasından gidiyordum. O, Tanrı kulu, Tanrı elçisi idi. Elindeki def Canavar dağı öküzün derisinden yapılmıştı. Defin çevresindeki çıngıraklar bin bir ses çıkarıyor, bin bir dilde konuşuyordu. Belindeki tütek(üflemeli çalgı aleti) Göygölden alınmış kutlu bir kamıştı. Güneşten ve rüzgârdan yanmış bedeninde asılan parçalar birer tılsım ve efsundu. Başından uzanıp dökülen ve çehresini bürüyen saçlar kadim adet ve ananelerin dağınık masalları idi’’. Engeller aşa aşa tanrının huzuruna yürürlerken yollarda karşısına çıkan canavarları tüteği ile def eden Şamana bunun nasıl olduğunu yoksa tütek de tanrı kuvvetimi var diye sorar. Şaman şu cevabı verir: ‘’ Tütek tanrı gölünden götürülmüştür ancak asıl mesele tütekte değil onu üfleyen nefestedir. Nefes içten gelmeli ve emiz olmalıdır. Yalnız tanrı için çekilen nefes içten gelir. Bil, anla ki, mende, sende bu dağlarda, taşlarda, ağaçlarda yaşayan bir cevher, bir kök vardı. Biz o cevherin muhtelif şekilleriyiz! Ayrı ayrı görünsek de, cevherimiz bir olduğu için hakikatte biriz. Canavarları gördün mü? Nefese dayanamadılar. Çünkü nefes aslına döndü, özünü buldu, birliği uyandırdı. Bu şekilde asıla dönen her nefes her şeyi özüne ram eder’’. Eserin kahramanına tanrının huzuruna giden yolda engelleri aştırır yedi büyük çayda temizletir. Tanrının huzuruna geldiklerinde her taraftan gelen Şamanlar ( Sarı renkli tuğun altında Cungirya şamanları, kırmızı renkli tuğun yanında Kırgız şamanları, Gök renkli( mavi) Orhun şamanları, yeşil renkli Kağşar şamanları, pembe renkli Altay şamanları, Garagurum şamanları) tanrıyı beklerler. Huzuruna geldikleri Ulu Toyan (Yakut Türklerinin mitolojisinde en büyük, en kudretli şamanların ecdadı ve onları himaye eden ruh. Şamanların ali hâkim gördükleri ve çetin meselelerinin çözümü için başvurdukları Ulu Toyan) şamanlara dönerek ‘’ Kişi(er,insan,adam) Tanrı eşidir. (İnsan Allaha taydır manasında). O, Tanrı gibi kimi eğilmez, bükülmez, öz içinde başka kimseden çekinmez. O, Tanrı kimi diyanetledir. Varlığa, yokluğa, açlığa, tokluğa, ucalığa, zenginliğe bakmaz! O, Tanrı gibi hak yolunun, insanlık yolunun, şeref ve haysiyet izinin, hürriyet ve istiklal zirvesinin koruyucusudur. Tanrı kimi o da binasiplerin(yardıma muhtaç) yardımcısıdır! Tanrı gibi o da ötkem sözlü, açık danışandır, yalan bilmez, riya sevmez, yaltaklık etmez. Kısacası o menim kâinattaki eşimdir. Men onda yaşıyorum, onda görüyorum. Vakti ile tanrı elinde kişilik vardı, men onunla idim! Tanrı onunla tanrılık ediyor, bozulmuş elleri onunla düzeltirdi’’ der. Ulu Toyanı dinleyen Şamanlar burada sözleşirler ve Garagumun Şamanlar Şamanı ayağa kalkarak şunları der: Ey Türk ellerinin(illerinin) elçileri Tanrıyı dinlediniz. Gösterdiği yolu bellediniz! İmdi hamınız ellerinizi göklere doğru kaldırınız ve menimle beraber bu andı içiniz: Yerin-göğün, canlı-cansız- her şeyin yaratanı uca Tanrıya bu andı içiyoruz: haktan başka hiçbir kimseye uymayacağız! Elimiz var-işleyecek, ayağımız var- yürüyecek! Beynimiz var-düşünecek, gönlümüz var- duyacak! Bir-birimize sarılacağız. Varlığa, yokluğa, açlığa tokluğa, bolluğa, sıkıntıya bakmayacağız! Yürüyeceğiz! Başımız dik, yüreğimiz açık, sözümüz ötkem-yürüyeceğiz. Hiçbir engel bizi durduramayacak! Sönmüş ocaklarımızı ışıklandırmak, dağılmış yurdumuzu kurmak için yürüyeceğiz!’’ der. A. Ağaoğlu’nun Türklerin eski yaşayış, adet, gelenek, görenek, inançlarından esintilerin yer aldığı bu eser ile bize iç temizliğinden ve onun öneminden bahseder. Zira Ağaoğlu iç temizliğine çok büyük önem vermektedir. ‘’Ben Kimim’’ eseri de bu düzlemde yer aldığını diyebiliriz. Ayrıca bu hikâyeden yola çıkarak Ağaoğlu’nun belki de bir ‘’ En-el hak’’ düşüncesinde olduğunu düşünebiliriz.
Ağaoğlu’nun bir diğer eseri ise ‘’Gönülsüz Olmaz’’ dır. Bu eserde A. Ağaoğlu Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yapılan inkılapları, idarecilik, devletçilik ile ilgili problemleri, manevi ve ahlaki meseleleri ele alır. Esere eski sınıf arkadaşı olan Turgut’u anlatarak başlar. Onun nasıl bir necip kişiliğe sahip olduğunu, çalışkan-zeki biri olduğundan bahseder. Hikâye edilen bu kısımda Turgut ile mektep bittikten sonra ayrıldıklarını Turgut’un Fransa’ya kendisinin Almanya’ya gittiğini sonralar ise inkılap zamanları Turgut’un ismini sık sık duyduğunu, onun çok ateşli, canını ortaya koyarak inkılap için çalıştığından bahseder. İnkılap olup cumhuriyet kurulduktan sonra müfettişlikte çalıştığı devirde vilayetleri gezdiğinden bahseden Ağaoğlu bir gün yine bir vilayetin kazasına giderken valinin kendisine gideceğiniz kazanın Yurt köyüne gidiniz. Orada ilginç bir adam göreceksiniz’’ demesi üzerine Ağaoğlu daha yakından soruşturunca bu şahsın eski mektep arkadaşı Turgut olduğu fark eder. Turgut’un yaşadığı çamurdan, balçıktan yapılmış ahıra benzeyen otuz-kırk evin olduğu bir köy. İşlenen bir cinayet sonrası ölen genci getirdikleri ev ahıra benziyor ve bir köşesinde de inekler bağlı. Ölen genci formalite icabı muayene eden, annesinin feryatlarına tahammül edemeyen, ineklere bile kızıp hırsını acılı anneden alan doktoru, parayı almadan dua okumayıp ‘’ dua kaçmıyor ya parayı getir ‘’ diyen köy imamı, yalancı şahitlik yapan insanları, sade basit uslularla, kurana el bastırarak, yemin ettirmek usulü ile soruşturma yürüterek cinayeti araştıran müstantiği olan bir köy. Bu köy ki formalite icabı işini bitiren hekim ellerini yıkamak için su, sabun, havlu istiyor ancak sudan başka bir şey yok. Zira köy o kadar fakirdi ki, sabun, havlu dâhil hiçbir şey yoktur. Bırakın sabunu ekmeği yemek için kuru ekmekten başka bir şey ok. Doktorun hazırladığı ölüm raporu ise tam vahamet zira ne dilde yazdığı ve neyi anlattığı belli değil. Peki, Turgut’un burada ne işi olabilirdi? Fransa’da tahsil almış inkılapta önemli görevler üstlenmiş birinin bu köyde ne işi olabilirdi? Onu buraya getiren neydi? İşte Ağaoğlu bu meseleyi Turgut’un dili ile şöyle açıklıyor :‘’Bizde baş var, kalp yoktur. Fikir var his yoktur. Başka sözle insanlığımızın yarısı felç olmuştur (çalışmıyor). Kalbimizin içine öyle kurtlar girmiş ki, şiremizi (balımızı) bitirmekte, içimizi oyup çürütmekte, bizi barsız(meyve verememek) hale düşürmüştür. Kalbin şiresi (balı) merhamet, şefkat, mürvet, insaf, sevgi, af, güzelliğe ve iyiliğe muhabbet, çirkinliğe ve kötülüğe nefret, fedakârlık, tevazu, hakperesttik, kalbin kurtları da kabalık, hodbinlik (bencillik), hakka ve hakikate karşı lakaytlık, zulüm ve cefaya meyildir. Şimdi kurtlar o şireyi yiye yiye bizi içimizden kurutmuşlar. Bizim ilk işimiz işte bu kurtları temizlemek’’ der. Ağaoğlu açık bir şekilde diyor ki, Ankara’da inkılap yapmak, devrim diye kararlar almak, yasalar çıkarmak, yasaları değiştirmek boş bir şey. Bizim asıl meselemizin, sorunumuzun işini gönül ile yapan, sadakati, şefkati, bilgisi, merhameti, vicdanı olan insanların yetişmektir. Ayrıca bu eser ile Ankara’da yaşanan şatafatlı hayat ile Türkiye’nin diğer bölgeleri arasında nasıl bir uçurum olduğunu gözler önüne serer.
Bu eserlerden başka A. Ağaoğlu’nun Serbest İnsanlar Ülkesinde’’, ‘’Serbest Fırka Hatıraları’’ gibi ciddi bir şekilde ele alınması gereken eserleri mevcuttur. Özetle geçecek olursak ‘’ Bizdeki rejim tam manası ile asıl diktatörlüktür ki, bunu hamı bilir. Lakin buna bakmayarak herkes hürriyetten, cumhuriyetten bahsediyor, herkes cumhuriyet olduğunu iddia ediyor, söylüyor. Bu karşılıklı bir aldatmacadır ki, memleketin bir ucundan bir ucuna kimi devam etmekte. Ortada ne inanan var ve inam! Beyin boşluğu, ruhi boşluk içerisinde boş bir varlık yuvarlanıp sürünmekte. Bu zavallı ülkenin bütün felaketlerinin membaı bu korkunç ruh hastalığıdır’’ diyen A. Ağaoğlu bu Türkiye Cumhuriyeti hakkında bu düşüncelere sahipti. Çünkü Türkiye’de tek partili ve bir sistem mevcuttu. Sonralardan oluşturulan ikinci parti de aşağıdan değil yukarıdan bir bu tek parti tarafından oluşturulduğu için en başından yenilgiye mahkûm idi. Zira öyle de oldu ve 1930’da yapılan seçimlerde Serbest fırkanın seçilmesini kabul edilemeyince fırkanın faaliyeti durduruldu. Bu olaydan sonra kendisinin ve ailesinin kurtarıcısı olan Atatürk’ten bu uğursuz oyundan onuru ile çıkması için imkân yaratılmasını istedi. Atatürk ‘’ne yapacaksın?’’ sorusu üzerine ‘’emriniz ile girdiğim yeni partiden çıkmayacağım. Bunu izzeti-nefsim için tahkir kabul ederim. Lakin siyasi hayattan çekilip, milletvekilliğinden istifa edip, sadece öğretmenlik ile meşgul olacağım’’ cevabını veriri. A. Ağaoğlu sözünün ağası olmayı başardı ve yeni partiden istifa etmedi ve dediklerini yaparak hayatının gerini kalanını öğretmenlik ve yazarlığına devam etti.
1932’den sonra her Pazartesi evinde devrin tanınmış düşünürlerinin katıldığı büyük toplantılar düzenledi. Nazım Hikmet’ten Peyami Sefa’ya kadar pek çok tanınmış kişinin katıldığı bu toplantıları ölümüne kadar sürdürdü. 1932’de Cumhuriyet gazetesinde Kadrocular’la amansız bir fikir tartışmasına girdi. Batıda hürriyet ve serbestinin fertleri güçlendirdiği; güçlü fertlerin batıyı kalkındırdığı görüşünü savundu[2]. Şevket Süreyya ise bu görüşlerin ömrünü tamamladığı, savaş döneminin bir ürünü olduğu görüşündeydi. Tartışma Ağaoğlu’nun 5 Şubat 1933’de yayınlanan “Son Söz” başlıklı yazısı ile bitti. 1933’de hükümete karşı muhalefeti ile tanınan “Akın ” gazetesini çıkarmaya başladı. Gazete, hükümetin devletçilik ve ekonomi politikasını eleştiriyordu. Akın, 119 sayı yayınlandıktan sonra kapatıldı. Ağaoğlu, gazetenin kapatılmasından kısa süre sonra gerçekleşen üniversite reformu sırasında üniversitedeki görevinden emekliye sevk edildi. O sırada ağır hasta olan eşi Sitare Hanım, bu olay üzerine daha da ağırlaşarak 16 Kasım 1933’de hayatını kaybetti. Hayatının son yıllarını Nişantaşı’ndaki evinde geçiren Ağaoğlu, “Kültür Haftası” ve “İnsan” dergileri ile Cumhuriyet gazetesinde dizi yazılar yazdı. Karaciğer kalp ve nefes darlığından mustarip olan Ahmet Ağaoğlu, 19 Mayıs 1939’da İstanbul’da hayatını kaybetti. Feriköy Mezarlığı’na defnedildi.
Ahmet Bey Türkiye’nin ilk kadın avukatı Süreyya Ağaoğlu‘nun, eğitimci ve milletvekili Tezer Taşkıran‘ın, elektrik yüksek mühendisi ve işadamı Abdurrahman Ağaoğlu’nun; siyasetçi, edebiyatçı ve hukukçu Samet Ağaoğlu‘nun ve tıp doktoru Gültekin Ağaoğlu’nun babasıdır.
KAYNAKLAR
Ahmet Bey Ağaoğlu Seçilmiş Eserleri,
Ömer Faik Numanzade Seçilmiş Eserleri,
Yusuf Akçura Türkçülüğün Tarihi,
Ali Bey Hüseyinzade Seçilmiş Eserleri,
Celil Memmedkuluzade Eserler,
Azerbaycan’da Romantik Türkçülük,
Ağaoğlu Ahmet’in “Liberal Muhalif” Gazetesi: Akın (1933) Hakkı Uyar,
Korkmaz Alemdar, Basında Kadro Dergisi ve Kadro Hareketi ile İlgili Bazı Görüşler,