Ahmet Hamdi Akseki (1887-1951)
Din âlimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Üçüncü Diyanet İşleri Başkanı
Hazırlayan: Mehmet MEMİŞ, (E) Öğretmen
Ahmet Hamdi, Akseki’nin Sülles (Güzelsu) nahiyesinde doğdu. Babası Güzelsu Camii imamı Mahmud Efendi’dir. Beş altı yaşlarında iken Kurʾan okumaya başladı. İlk Arapça derslerini nahiyedeki iki medreseden biri olan Mecidiye Medresesi’nde Abdurrahman Efendi’den aldı. On dört yaşına geldiğinde babası onu Ödemiş’e götürerek Karamanlı Süleyman Efendi Medresesi’ne verdi. Orada Gerçekli İsmâil Hasib Efendi ile Aksekili Hacı Mustafa Efendi’den medrese öğreniminde temel derslerden olan Arapça, Farsça, akaid, fıkıh, tefsir ve hadis dersleri okudu. Tahsili müddetince bir yandan da mühür kazıyarak geçimini sağladı.
1905’te İstanbul’a giderek Fâtih dersiâmlarından Bayındırlı Mehmed Şükrü Efendi’nin derslerine devam etti ve 1914’te ondan icâzet aldı. Bu arada o dönemin ünlü dersiâmlarından olan Tokatlı Hacı Şâkir Efendi ile Aksekili Hacı Mustafa Hakkı Efendi’den özel dersler aldı. Ayrıca Mehmed Âkif’ten Muʿallaḳāt-ı Sebʿa başta olmak üzere Arap edebiyatı ile ilgili bazı metinler okudu. Bir taraftan medrese tahsilini sürdürürken diğer taraftan da Dârülfünun’un Ulûm-i Âliyye-i Dîniyye Şubesi’ne girdi. Dördüncü sınıfa geçtiğinde bu fakültenin lağvedilmesi üzerine Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi’nin yüksek kısmına nakledildi ve son sınıfı burada okuyarak icâzet aldı. Daha sonra Medresetü’l-Mütehassısîn’in Felsefe, Kelâm ve Hikmet-i İlâhiyye Şubesi’ne girdi. Buradan birincilikle mezun oldu. Ruûs imtihanını kazanarak dersiâm olduğu sırada otuz iki yaşındaydı.
1908’den sonra yazı hayatına başlayan Ahmet Hamdi Akseki’nin bazı makaleleri Beyrut ve Mısır gazetelerince iktibas edildi. Balkan Harbi’nden önce Sebîlürreşâd mecmuasının Bulgaristan ve Romanya muhabirliğini yapan Akseki, Bulgaristan’ı dolaşarak müslümanları irşad etti ve intibalarını Bulgaristan Mektupları adı altında bu mecmuada neşretti. Medresetü’l-Mütehassısîn’in son sınıfında iken Heybeliada’daki Mekteb-i Bahriyye-i Şâhâne’ye din dersleri, din felsefesi ve ahlâk dersleri hocası olarak tayin edildi (Mart 1916). Aralık 1916 Kasım 1918 tarihleri arasında muhtelif zamanlarda Aksaray Pertevniyal Vâlide Sultan, Dolmabahçe, Üsküdar Mihrimah Sultan ve Hırka-i Saʿâdet camileri kürsü şeyhliklerinde bulundu. Ağustos 1919’da Medresetü’l-İrşâd’ın Vâizîn Şubesi tarih felsefesi müderrisliğine, Şubat 1921’de İbtidâ-i Dâhil Medresesi ilm-i nefs müderrisliğine tayin edildi ve aynı yıl eylül ayında bu görevi içtimaiyat müderrisliğine çevrildi.
Millî Mücadele için Anadolu’ya geçen Ahmet Hamdi yazı, vaaz ve konferanslarıyla Anadolu harekâtını desteklemiştir. Ocak 1922 – Kasım 1923 tarihleri arasında Ankara Lisesi ulûm-i dîniyye muallimliği yaptı. Bu görevi yürütürken Umûr-ı Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti Tedrisat Umum Müdürlüğü’ne tayin edildi (Mart 1922). Bu sırada medreselerin müfredat programlarını ıslah etmiş, hazırladığı rapor ve lâyihalar ile Dârülhilâfe medreselerinin sayısı on üçten otuz sekize çıkarılmıştır. Şer‘iyye Vekâleti’nin ilgası üzerine Dârülfünun İlâhiyat Fakültesi hadis ve hadis tarihi müderrisliğine getirildiyse de (Nisan 1924), aynı tarihte Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi’nin isteği üzerine, Diyanet İşleri Reisliği Hey’et-i Müşâvere âzalığına tayin edildi. Bu görevi sırasında Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsiri ile Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi’nin yayıma hazırlanmasında büyük hizmet gördü. 1920 yılında kurulan Tarîkat-ı Salâhiyye Cemiyeti’nin üyesi olduğu ve bu cemiyetin faaliyetlerine katıldığı ithamıyla 1925’te Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandı. Cemiyetle ilgisi bulunan on bir kişinin idama, birçoğunun da ağır hapse mahkûm edildiği mahkemede suçsuz bulunarak beraat etti. 1939’da Diyanet İşleri reis muavinliğine ve M. Şerefettin Yaltkaya’nın ölümü üzerine 1947’de Diyanet İşleri reisliğine getirildi. Bu vazifede iken 9 Ocak 1951 tarihinde Ankara’da vefat etti ve Cebeci Asrî Mezarlığı’na defnedildi.
Bekir Sıtkı Sencer, Akseki’nin vefatına şu tarihi düşürmüştür: “‘İrciî’ fermânı geldikte Diyânet Başkanı / Azm-i Ukbâ eyledi mağfûr ola mesrûr ola / Kudsiyan ‘cevher’le tanzîm ettiler târîhini / Aksekili Hamdi Efendi’nin durağı nûr ola” (h. 1370).
Arapça, Farsça ve İngilizce bilen Ahmet Hamdi Akseki son derece zeki, ileri görüşlü, devrindeki gelişmeleri takip eden, kendini devamlı olarak yenileyen ve taklide karşı olan bir din âlimidir. Müsbet ilimlere, akılcı anlayışa ve felsefî düşünceye ilgi duymuş, bir kısım filozofları bu açıdan incelemiş ve İslâmî bakımdan tenkit etmiştir. Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini yaşayan bir âlim ve fikir adamı olarak müslüman Türk toplumunun uğradığı sosyal ve kültürel değişikliği yakından takip etmiş, eser ve makalelerinde bu konuda isabetli teşhis ve tahlillerde bulunmuştur. İktisadî, siyasî, kültürel ve ilmî bakımdan geri kalmış İslâm toplumlarının her alanda gelişme ve ilerlemeleri için hayatı boyunca gayret sarfetmiştir. Bu gaye için Kur’an’ı ve hadisi esas alarak İslâmî ilimlerin canlandırılmasını, gelişmelerin ışığında İslâmî müesseselerin yeniden düzenlenmesini gerekli gören Akseki, Mehmed Âkif ve arkadaşları gibi, bir taraftan hurafe ve bâtıl inançlarla diğer taraftan da dini Batı kalıpları içinde değerlendirerek modası geçmiş bir müessese şeklinde gösterip İslâm’a hücumda bulunanlarla mücadele etmiştir. Batı emperyalizminin İslâm dünyasının parçalanması için kurduğu plan ve sürdürdüğü gayretlere dikkatleri çekmiş, Garpçılık ve milliyetçilik hareketlerine karşı çıkarak müslüman toplumların kurtuluşu için İslâm birliği fikrini savunmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe tercümesiyle namaz kılınması yönündeki temayüllere karşı gerek Hey’et-i Müşâvere âzalığı sırasında takındığı tâvizsiz tavrı (bk. Hikmet Bayur, s. 152-153), gerekse Diyanet İşleri reis muavinliği sırasında, bu yönde bir kanaate sahip bulunan reis Şerefettin Yaltkaya’nın isteği üzerine hazırladığı raporda böyle bir uygulamanın dinî ve ilmî hiçbir dayanağı bulunmadığını ortaya koyarak karşı tavır alması (bk. Vehbi Vakkasoğlu, s. 192), ilmî ve dinî gayret ve cesaretinin bir ifadesi olarak değerlendirilmelidir. Ahmet Hamdi Akseki, verdiği eserlerle halkın uzun süre ihmal edilen dinî bilgiler ihtiyacının karşılanmasında da büyük hizmet görmüştür.
Eserleri.
1. Ruh ve Bekā-yı Ruh. A. Hamdi Akseki bu eserinde ruh meselesini, İlkçağ Yunan düşüncesinden Thales ve İyonya mektebi filozoflarından başlayarak müslüman filozof ve mutasavvıfların bu konudaki görüşlerini de ele alıp tenkit etmiş, daha sonra bazı çağdaş filozofların ve materyalistlerin delillerinin ayrı ayrı münakaşasını yaparak sonunda kendi görüşlerini ortaya koymuştur. Eser, Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Heyeti’nce neşredilmek üzere satın alınmış, ancak yayımı gerçekleşmemiştir.
2. İslâm Dîni. Türkiye’de en çok okunan dinî kitaplardan olup şimdiye kadar 1,5 milyon dolayında basılmıştır (1. bs., Ankara 1933).
3. Peygamberimizin Vecizeleri. Önsözünde, hadisi inkâr edenlere karşı uzun müdafaalar ortaya koyduğu bu eseri de basılmıştır (1945).
4. Mezâhibin Telfîki ve İslâm’ın Bir Noktaya Cem‘i. Talebeliğinde Reşîd Rızâ’dan tercüme ettiği bu eser de neşredilmiş (İstanbul 1332), daha sonra Hayreddin Karaman tarafından sadeleştirilerek bazı notlarla birlikte İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhebleri adıyla yeniden basılmıştır (Ankara 1974).
Bir kısmı defalarca basılan diğer eserleri de şunlardır: Dinî Dersler (I-III, İstanbul 1339-1341); İslâm Dîni Fıtrîdir (İstanbul 1341, 1966); İslâm Dîni Tabiî ve Umumî Bir Dindir (I-IV, I. cilt İstanbul 1943, 1966; II. cilt Ankara 1981); Ahlâk Dersleri (İstanbul 1924, 1968); Askere Din Kitabı (Ankara 1924, 1945, 1980, 1982); Yavrularımıza Din Dersleri (İstanbul 1941, 1948, 1968); Köylüye Din Dersleri (İstanbul 1928); Düşmana Karşı (1979); Yeni Hutbelerim (İstanbul 1936, 1937, 1966); Ve’l-asr Suresinin Tefsiri (İstanbul 1928).
Değişik yerlerde yayımlanan makale türündeki yazılarını ihtiva eden eserleri ise şöyle sıralanabilir: Ramazan Armağanı (Ankara 1937); Peygamberimiz Hz. Muhammed ve Müslümanlık (Ankara 1934); Akāid-i İslâmiyye; Ulemâ-i İslâmiyyeye Bir Sual ve Abdullah Guvilyam Efendi’nin Cevabı (Arapça’dan tercüme, İstanbul 1332); Garânik Meselesi veya Hâtemü’l-Enbiyâ Hakkında En Çirkin Bir İsnadın Reddiyesi (1922); Namaz Sûrelerinin Türkçe Terceme ve Tefsiri (Ankara 1949); Bir Misyonerle Musâhabe; Bulgaristan Mektupları; Gazâli’nin Ruh Nazariyesi; İslâm’da İktisad ve Tasarruf (1932); Bilinmesi Elzem Hakikatler (1916); Prophet Muhammed (Ankara 1956); A Study on Prophet Muhammed (2. bs., Ankara 1959); İslâm Âlemi’nin Gerileme Sebepleri (G. Riviore’den tercüme, İstanbul 1966).
Ahmet Hamdi Akseki’nin yayımlanmamış olan eserleri de şunlardır: Namaz ve Kur’an; Kur’ân-ı Kerîm Radyo ve Gramofon; İslâm’da Resim ve Sûretin Mâhiyeti; Hızır Hakkında; Kudret-i İlâhiyye ve İrâde-i Cüz’iyye; İhlâs Sûresi Tefsiri; Ölüm Nedir; Ahlâkî Umdeler; Terâvih Namazı; Kurban Nisabı; İbn Sînâ Felsefesi ve Tâcü’l-ʿarûs ile Refʿu’l-melâm tercümeleri.
KAYNAK: TDV İslâm Ansiklopedisi, Müellif: Süleyman Hayri Bolay
***
AHMET HAMDİ AKSEKİ’NİN TEMEL İNSAN HAKLARI İLE İLGİLİ HUKUKÎ GÖRÜŞLERİ
Ali Aslan TOPÇUOĞLUYrd, . Doç. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Toplumsal hayatı düzenleyen kuralların en etkili olanının ahlâk olduğu kanaatini dile getiren Ahmet Hamdi Akseki, bununla beraber ahlâkın ne kadar sağlam temellere dayansa da toplumu tek başına ıslah etmek için yeterli olamayacağı görüşündedir. Çünkü Akseki, ahlâkın, bir müeyyideye dayanması gerektiği anlayışıyla hukuku, ahlâk için müeyyide olmaya en uygun unsurlardan biri olarak düşünür. O’na göre ahlâkın müeyyide kuvvetleri meselesi en önemli meselelerden birini teşkil etmektedir. Müeyyideye sahip olmayan hükümler ve kanunlar, şüphe yok ki, tesirli olmaktan uzaktır. Bu çerçevede hukuku, ahlâk için bir müeyyide kuvveti olarak kabul ederek bu iki unsuru birbirini tamamlayan sosyal düzen kuralı olarak değerlendirmektedir. Ayrıca ahlâkın en büyük destekleyici kuvveti olan ulûhiyet ve ahiret fikrini de bir müeyyide olarak görmekte, vazifelerin ve ahlâkî kanunların en büyük bekçisi ve koruyucusunun ahiret sorumluluğu olduğuna vurgu yapmaktadır. Bu mülahazalarla İslam dini cismanî ve ruhanî ihtiyaçları birini diğerine feda etmeksizin birlikte temin ederek madde ile ruhu, dünya ile ahireti yan yana yürüten, hem hissî duygulara ve hem de akla hitap eden, ferdin saadetini, cemiyetin saadetine bağlamaktadır.
İslam tarafından ortaya konan sosyal esaslar gereğince, her Müslüman için birinci vazifenin sosyal vazife, yani insana saygı olduğunu temel haklar konusuna yaklaşımında mihenk taşı yapan Akseki’ye göre vazifelerin, ne olursa olsun, yerine getirilmesi gerekir. Ancak bu vazifelerin bir kısmı zarurî, bir kısmı da zarurî değildir. Adalet vazifeleri gibi zarurî vazifeler daima bir hakka karşılıktır. Yani adalet ile hak, birbirinden ayrılması imkânsız şekilde birbirine bağlı kavramlardır. Zira adalet, başkasının hukukuna riayet etme anlamına geldiği için bir insan, başkalarının hakkına tecavüz etmedikçe kendi hakkına sahip olur. Buradan adaletin olmadığı bir yerde haktan da bahsedilemeyeceği anlamı çıkar. Öyleyse insan, insan olmak haysiyeti ile başkasına adaletle muamele etmeye nasıl mecbur ise bir başkasının da o insana karşı aynı mecburiyeti söz konusudur. Onların şahsı benim için nasıl muhterem ve tecavüzden masun ise, benim şahsım da onlar için öyle olmalıdır. Hak, alacağımız vazife de borcumuz olduğu cihetle adalet icabı olarak bana gereken her bir yükümlülüğü benim de şahsım için aynen ve hukuk adına başkalarından isteme hakkımın olması en tabiî bir haktır. O halde ictimaî vazifeler karşılığında olan haklar, tabiî haklardır. Vazifenin mutlak ve zorunlu olan bir yerde hak da mutlak ve zorunludur. Bunun içindir ki; ihsan kavramından gelen vazife, bir hakka karşılık değildir, her insanın kendi isteğine bırakılmıştır ki başkalarına hiçbir garaz ve karşılık düşünmeksizin iyilik etmekten ibaret bir erdemdir. Bu kapsamda her insanın tabiî ve müktesep olmak üzere iki çeşit hakkı bulunduğunu söyleyen Akseki, bu haklardan tabiî haklar şeklinde ifade ettiği temel hakları şu şekilde ifade etmektedir: İnsanın doğuştan sahip olduğu haklar, tabiî hukuktur. İnsanın yalnız insan olması bakımından fıtrî olarak sahip olduğu bu haklara tabiî veya fıtrî haklar denilmektedir. Yaratıcı kudret tarafından verilen bu haklar, insanların yalnız insan olmaları sebebiyle doğuştan bu haklara eşit bir şekilde sahiptirler. Dolayısıyla hiçbir kişi bu haklardan mahrum edilemez. Söz konusu olan bu tabiî haklar, öncelikle bir vazife karşılığı da değildirler. Ancak bunları sonuna kadar koruyabilmek için insanın, kendisi gibi olan diğer insanların aynı haklarına tecavüz etmemesi ve sosyal nizama aykırı harekette bulunmaması şarttır. Tabiî hukuk olarak nitelendirdiği bu temel hakları ise şu şekilde tasnif etmektedir: Hayat hakkı, hürriyet hakkı, mülk edinme/tasarruf hakkı ve eşitlik hakkıdır.
Yüce Allah tarafından, mahlûkatın en şereflisi ve irade sahibi olarak yaratılmış olması sebebiyle insan, fıtraten bu haklara sahiptir. Diğer insanlara karşı mecbur olduğu ictimaî vazifelerine riayet ettikçe, her insan, karşılıklı olarak bu haklara sahiptir. Vazife gibi hak da, şahsî hürriyetin bir neticesidir. Bu haklar insandan ayrılmayan tabiî ve fıtrî şeyler olduğunu, bunlara uymayan ve aykırı düşen her şeye de insanın karşı çıkacağını söyleyen Akseki, bu meselelere dair görüşlerini nasslarla temellendirmektedir: “Muhakkak ki Allah, adâleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz”. Bu anlayış çerçevesinde Müslümanlara ve hatta bütün beşeriyete karşı kardeş muamelesi yapmak, başkalarının; canını, malını, ırz ve namusunu, şeref ve haysiyeti gibi bütün haklarını kendisininki gibi muhterem ve mukaddes tanımak; hiçbir kimseyi eliyle, diliyle incitmemek; herkese elinden geldiği kadar yardımda bulunmak, mümin kardeşlerinde; ahlâkî ve ictimaî anlamda gördüğü eksikliği, onun gönlünü kırmayarak hatırlatmak gerekir. Ayrıca Hz. Peygamber’in, “Kendiniz için istediğinizi mümin kardeşiniz için de istemedikçe (kâmil) mümin olamazsınız…” sözü istikametinde Akseki, insanların tabi’i oldukları ahlâkî vazifeyi ve düsturu şu şekilde ifade etmektedir: “İnsanın kendisi için sevdiği ve istediği şeyi, başkaları için de sevmek ve istemek, hoşlanmadığı ve istemediği şeyi başkaları için de istememek.” Aynı şekilde “Başkalarının bize yapmalarını arzu ettiğimizi bizim de onlara yapmamız, bize yapılmasını istemediğimizi başkalarına yapmamamız”
Ahmet Hamdi Akseki’ye göre, müktesep haklar, herhangi bir vazifenin karşılığında dinin ve kanunun verdiği haklardır. İctimaî vazifeler: Her insanın başkalarına karşı ifâsıyla mükellef olduğu karşılıklı vazifeler anlamına gelmektedir ki, bu iki kısma ayrılmaktadır. Bunlardan biri, başkalarının haklarını tanımak ve hiç kimseye zarar vermemek; diğeri ise başkalarına iyilik yapmak, yani ihsanda bulunmaktır.” O halde tabiî, fıtrî ve umumî bir din olan İslâmiyet, hayat hakkı, hürriyet hakkı, mülk edinme ve tasarruf hakkı gibi tabiî hukuk ile bunlara lâzım olan diğer hakları tamamıyla kabul etmektedir. Dolayısıyla tabiî hukuktan olsun dinin bahşettiği meşru müktesep haklardan olsun her hak, bir vazife karşılığıdır. Meselâ hayat hakkı, diğerlerini öldürmemek, kazanç hakkı, bir iş yapmak karşılığıdır. O vazifeyi görmeyen insandan o hak düşer. O halde; öldürmek, hayat hakkından; tembellik, kazanç hakkından insanı mahrum eder. Bununla beraber Akseki’nin tercih ettiği görüşe göre hak, vazifeden önce gelir. Çünkü her hak, bir vazifeye karşılık olmayabilir. Meselâ ana rahmindeki ceninin hiçbir vazifeye karşılık olmayarak hayat hakkı vardır. Yine doğan bir bebeğin, yaşama hakkı vardır. Çocuğun bu hakkı, mutlak adalet duygusuna dayanmaktadır.
Ahmet Hamdi Akseki esrlerine serpiştirilmiş halde bulunan İslâm hukukuna dair konulardan biri de günümüzün en aktüel konularından birini teşkil eden temel haklardır. Akseki, toplumsal hayatı düzenleyen kuralların en etkili olanının ahlâk olduğu kanaatini dile getirmekle beraber ahlâkın ne kadar sağlam temellere dayansa da toplumu tek başına ıslah etmek için yeterli olamayacağı görüşündedir. Zira ahlâkın, bir müeyyideye dayanması gerektiği anlayışıyla hukuku, ahlâk için müeyyide olmaya en uygun unsurlardan biri olarak değerlendirmektedir. Müeyyideye sahip olmayan hükümlerin ve kanunların, tesirli olmaktan uzak olduğunu söyleyen Akseki, bu çerçevede hukuku, ahlâk için bir müeyyide kuvveti olarak kabul ederek bu iki unsuru birbirini tamamlayan sosyal düzen kuralı olarak ifade etmekte ve ayrıca vazifelerin ve ahlâkî kanunların en büyük koruyucusu olarak ahiret sorumluluğunu görmektedir.
Akseki’ye göre temel haklar, tüm insanların doğuştan sahip olduğu haklardır ki, yaratıcı kudret tarafından verilen bu haklara, insanlar yalnız insan olmaları sebebiyle eşit bir şekilde sahiptirler. Bu nedenle herhangi bir vazife karşılığı olmayan bu haklardan hiç kimse mahrum edilemez. Ancak bu hakları korumak için toplumda tüm insanların aynı hassasiyet içerisinde davranarak diğer insanların haklarına tecavüz etmemesi ve sosyal vazifesine aykırı harekette bulunmaması gerekir. Bu açıdan her insanın üzerine düşen ahlâkî düstur, başkalarının bize yapmalarını arzu ettiğimizi bizim de onlara yapmamız, bize yapılmasını istemediğimizi başkalarına yapmamamızdır. Bu bağlamda insanoğlunun temel hakkı, varlığının ve fizikî devamlılığının ilk şartı olan yaşama hakkının her fert için öncelikli bir hak olması itibarıyla ictimaî vazifelerden ilkinin de insan hayatına saygı göstermek olması gerektiğini söyleyen Akseki, insan hayatının taaruz ve tecavüzden masun olduğu esasının İslâm dininde kabul edildiği gibi ahlâk bilginlerince de benimsendiğini ifade etmektedir. Ayrıca hayatın devamı için gerekli olan “güvenlik hakkını” yaşama hakkına dâhil etmektedir. Zaten günümüz hukukunda da bahse konu bu başlık, “güvenlik içinde yaşama hakkı” dâhilinde ele alınmaktadır. Buna ilaveten Akseki, inanç özgürlüğünü ise düşünce özgürlüğünün çeşitli şekillerinden biri olarak kabul ettiği için, ayrı başlık halinde ele almayıp bu husustaki görüşlerine düşünce ve ifade özgürlüğü başlıkları altında yer vermektedir. Genel anlamda islâmî esasların, bir insanın başkalarının hakkına tecavüz etmemek şartıyla, temel haklardan yararlanmasını kabul ettiği anlayışından hareketle Akseki, her insanın kendi hakları konusunda dinî ve ahlâkî ölçüler içinde istediği gibi tasaaruf gücüne sahip, iradesinde ve ihtiyârında özgür olduğunu; ancak insanın, hakkı olmayan şeylerde tasarrufta hür olmadığı gibi, akla, edebe, genel hukuk esaslarına ve umumun menfaatine aykırı olan maksatları hedef alan fiilleri de hürriyet olarak görülmemesi gerektiğini ifade etmektedir.