Ahmet Hamdi TANPINAR (19 Haziran 1901- 24 Ocak 1962)
Hazırlayan: Halime KEÇE
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın elimizde bulunan en eski kimlik beyanını Erzurum Lisesi’nde öğretmenlik yaptığı sırada, kendi el yazısıyla doldurmuş olduğu, resmi bir evrakta okuyoruz. O evrakta 19 Haziran 1901 yılında doğduğu yazar. Babası Kadı Hüseyin Fikri Efendi annesi, Nesime Bahriye Hanım’dır. Tanpınar’ın çocukluğu babasının tayin edildiği (Ergani, Sinop, Antalya, Kerkük) imparatorluğun çeşitli şehirlerinde geçmiştir. Bu sayede Tanpınar sadece büyük şehirleri değil, taşranın ve taşra insanının da yapısını gözlemleyip, öğrenme şansına sahip olmuştur. İlk ve orta öğrenimini Sinop’ta tamamlamıştır. Sinop’un denizi, kumsalı, muhayyilesine etki eden ilk unsurlardandır. Daha sonra da Siirt’e geçmişlerdir. Tanpınar’ın Sinop ve Siirt’te okuduğu kitaplar arasında, Namık Kemal’in Cezmi’si, Celalettin Harzemşah’ı; Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sı vardır. Bir yandan da babaannesinden yıldızların efsanesini, Aslı ile Kerem hikâyelerini, Yunus Emre şiirlerini dinleyerek büyümüştür.1914 Temmuz’unda Tanpınar ve ailesi Kerkük’tedir. Ne yazık ki fazla kitap bulamadığı Kerkük’te bulduğu her kitabı okumak zorunda kalmıştır. Binbir Gece Masalları’nı ve Celal Nuri’nin kitaplarını okumuştur. Bir süre sonra, babasının tayini Antalya’ya çıkmıştır. Kerkük’ten Antalya’ya göç ederken annesini Tifüs’ten dolayı kaybetmiştir. ‘’Annem İçin’’ şiiri, bu acı hatıranın ürünüdür.
1918 Ağustos’unda, yüksek tahsil için İstanbul’a gitmiştir. Bir yıl Baytar Mektebi’nde okumuştur. Fakat Dar-ül Fünun Edebiyat Fakültesi’nde Yahya Kemal’in hoca olduğunu öğrenince, kaydını Edebiyat Fakültesi’ne yaptırmıştır. O dönemde Edebiyat Fakültesi, hem hoca, hem de öğrenci kadrosu bakımından oldukça zengindir. Yani Tanpınar, talihli bir dönemde, Fakülte’ye kayıt yaptırmıştır denilebilir. Mustafa Şekip Tunç, Mehmet Fuat Köprülü, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Ali Ekrem Boladır, Cenap Şahabettin gibi önemli şahsiyetler orada hocadır. Aynı zamanda, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Kutsi Tecer, Mükrimin Halil İnanç gibi daha sonra unvan yapacak isimlerle de sınıf arkadaşıdır. Bütün hayatı boyunca öğrencisi, daha sonra yakın dostu olmakla övündüğü Yahya Kemal’in, verdiği ilk dersi ayrıntılarıyla hatırlayan Tanpınar, bir süre sonra ,birer akademi hüviyeti gösteren devrin kıraathanelerinde birkaç arkadaşıyla beraber onun etrafında yer almakta gecikmez. Yahya Kemal’in gerek dersleri, gerekse sohbetleri bir taraftan Türk ve Batı edebiyatına açılırken diğer taraftan mütareke ve işgal acılarını yaşayan heyecanlı gençleri vatan sevgisi ve tarih duygusu etrafında birleştiriyordu. Buna aynı duyguları başka bir perspektiften tattıran İstanbul gezilerini de eklemek gerekir. Tek başına veya Yahya Kemal’le kenar mahalleleri, Boğaz köylerini, sur çevrelerini gezerken tarih şuuru uyanıyor, devamlı inşa halinde bir medeniyeti fark ediyor, bir taraftan da mütareke ve işgal yıllarının acısıyla zihinler yine tarihe ve zafer asırlarına uzanıyordu.Bahsettiğimiz kahvehaneler arasında genç üniversitelilerin Nuruosmaniye’de keşfettikleri İkbal Kıraathanesi öncekileri unutturur.
Edebiyat Fakültesine, Sahaflar Çarşısı’na, kitapçı ve matbaa çevresi olan Bâb-ı Âli’ ye yakınlığı dolayısıyla İkbal, kısa zamanda bir entelektüel ocağı özelliği kazanmıştır. Bir süre sonra bu sıcak mekanda Dergah Dergisi’ni çıkarma kararı alınır.Derginin mali patronu Mustafa Nihat’tır. İkbal, aynı zamanda Dergah’ın karargahı olur. Bu atmosfer, gençler ve Yahya Kemal’le beraber Mustafa Şekib, Osman Cemal, Ahmet Haşim, Abdülhak Şinasi gibi devrin fikir adamlarını, yazarları ve şairleri de bir araya getirmiştir. Dönemin önemli fikir ve sanat dergisi olan Dergah, bir taraftan da Anadolu’daki Milli Mücadele hareketini destekliyor, bu yüzden zaman zaman sansüre de uğruyordu. Tanpınar da bu dergiyle yayın hayatına atılmış olur.42 sayı çıkan dergide Ahmet Hamdi imzasıyla 11 şiiri görülür. Bunların hiçbiri, sağlığında kitaplaşacak olan ‘Şiirler’ine almayacaktır.
Darü-l Fürun Edebiyat Fakültesi’ni başarıyla tamamlayan Tanpınar, lisans bitirme tezini Şeyhi’nin ‘Hüsrev-ü Şirin’ eseri hakkındaki bir konuyla tamamlamıştır. Aynı yıl Erzurum Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak göreve başlamıştır.
Tanpınar Erzurum’da Dostoyevski, Shakespeare, Homeros, Verlâine, Nedim, Şeyh Galip ve Naili gibi önemli isimleri okumaya devam etmiştir. Tanpınar’ın daha sonra Konya’ya tayini çıkmıştır. Konya’da bir Kadir Gecesi’nde Mevlevi ayinini ilk kez izlemiştir. Bu durum onda daha sonradan oluşacak olan Klasik Türk Musikisi zevkine kaynaklık etmiştir.
1927 yılında Ankara’ya tayini çıkmıştır ve 1932’ye kadar Ankara’da yaşamıştır. Günlüklerinde belirttiği gibi ömrünün en güzel yılları, Ankara yılları olmuştur. Gazi Orta Muallim Mektebi’nde ders vermeye başlamıştır. Burada Musiki Muallim Mektebi’nde bulunan bir Klasik Batı Müziği koleksiyonuyla karşılaşmıştır. Tanpınar’ın Batı müziği zevkinin ufukları da bu vesile ile açılmıştır. Erzurum ve Konya’da herhangi bir eser yayımında bulunmamıştır. Fakat Ankara’da içinde bulunduğu entelektüel çevrenin de etkisiyle Milli Mecmua ve Hayat Dergisi’nde şiir ve nesir yayımlamıştır.
Tanpınar bir mektubunda radikal bir Batıcı olduğu söylemektedir. Devrimlerin yoğunlaştığı o yıllarda muhtemelen arkadaş çevresinin de yalnızca Batı’yla ve Batı Müziği ile ilgilenmesi onu ziyadesiyle etkilemiştir. 1930 yılında Ankara’da toplanan Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi’nde sunduğu tebliğinde Divan Edebiyatı’nın lise müfredatından kaldırılmasını ve edebiyat derslerinin Tanzimat’tan sonraki dönemle sınırlandırılması, teklifinde bulunmuştur. Bu da onun radikal tavrından ileri gelmiştir.
1932’de İstanbul’a tayini çıkmış,1934 yılında da akademiye geçmiştir. Ve burada bulunduğu süre zarfında şiirler, makaleler, denemeler, yazmaya devam etmiştir. Özellikle bahsedilmesi gereken iki yazısı vardır. Bunlardan birincisi ‘’Eski Şiirimize Dair, ikincisi ‘’Kendimizin Peşinde Çok Mühim Bir Mesele adlı yazısıdır. Bu iki yazıda Divan şiirimizi, eski sanatlarımızı, medeniyetimizi ve Klasik Musikimizi savunur ve över. Bu yazılar Tanpınar’ın radikal düşüncelerinden dönüşünün ilk itiraflarıdır. Bu dönüşümde 1933 yılında yurda dönen Yahya Kemal’in çevresine girmiş olmasının etkisi vardır. Bu yıllarda bir gün Yahya Kemal ile Belediye Konservatuar’ına gitmişlerdir. Orada Itri’nin Neva kar’ını üst üste dinlemişlerdir. Tanpınar’ın Klasik Türk Musikisi’ne hayranlığı da bu vesile ile başlamıştır.
Tanzimat’ın yüzüncü yılı yaklaşırken Maarif Vekâleti tarafından İstanbul Üniversitesi’nde Tanzimat Edebiyatı için ayrı bir kürsü kurulması kararlaştırılmıştır. Ve buradaki dersleri Tanpınar’ın vermesi ön görülerek buraya Profesör olarak atanmıştır. Ondan, Tanzimat sonrası için bir edebiyat tarihi yazması beklenmektedir.
Verdiği derslerde konusuna pek bağlı kalmayan Tanpınar’ın güzel konuşması ve zengin kültürü ile öğrencilerinin hayranlığını kazandığı bir gerçektir. Fakat Tanpınar bu memuriyet hayatından memnun değildir.
O,daha iyi bir gelirle daha rahat bir yaşamda eser verme hayallerinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Ve milletvekili olmanın yollarını aramaya başlamıştır.1943 senesinde Kahramanmaraş vekili olarak meclise girmiş tekrar Ankara’ya yerleşmiştir.Edebiyatçı dostlarıyla daha çok vakit geçirmeye başlayan Tanpınar, fikir ve edebiyat adamı olarak daha verimli bir döneme girmiştir. Bu dönemde Abdullah Efendinin Rüyaları ve Beş Şehir’i bastırmıştır. Vekillik görevinden sonra tekrar akademik hayata dönmüştür ve vefatına kadar da akademik yaşamını sürdürmüştür.[1]
Tanzimat sonrası edebiyat ve fikir hayatının uğraşı, Doğu-Batı, gelenek-modern ikilemi olmuştur. Dergâh Dergisi’ni çıkaran aydınlar, pozitivist sosyolojik düşüncenin niteliğine karşı, Türk düşünce hayatında manevi düşünceyi inşa etmeyi amaçlamış, Bergson felsefesine ilgi duymuş, bilhassa Mustafa Şekip Tunç’un çalışmalarıyla bu düşünce ilerlemiştir.
Bergson felsefesinin merkezinde ‘süre’ kavramı vardır. Geçmişin devamlı olarak gelişmesi anlamına gelen süre, Dergâh çevresindeki aydınlar grubunun hareket noktası haline gelmiştir. Yahya Kemal’de bu kavramın, “Kökü mazide olan bir atiyim’’ mısrasında, Tanpınar’da ise ‘’Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek’’ fikrinde zuhur ettiğini görmekteyiz.
Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek…
Bu cümle Tanpınar’ın Doğu-Batı terkibi fikrinin anahtarı mahiyetindedir. Düşünce ve sanat dünyası büyük ölçüde, bir medeniyet krizi yaşayan Türkiye’nin, Doğu ve Batı arasında kalmış olan Türk insanının meseleleri üzerine kurulmuştur. Bu meselenin çözüme kavuşabilesi için terkibin gerekli olduğunu ve nasıl gerçekleşmesi gerekeceği sorusuna cevap aramıştır. Huzur romanı karakterlerinden Mümtaz, eski bir Osmanlı mahallesinden geçerken sokakta oynayan kız çocuklarının, çok eskiden beri bilinen bir türküyü söylediklerini duymuştur. Orada İşte,der Mümtaz, devam etmesi gereken şey bu Türkü’dür…Her şey değişebilir, Fakat değişmeyecek olan tek şey hayatımıza bizim damgamızı bastığımız şeylerdir.
Geçmiş zamanın üzerinde çokça duran Tanpınar, geçmişi bir sanatçı gözüyle ele almış ve insanı ön planda tutmuştur. Romandaki karakterlerin hemen her biri, bir düşünceyi yansıtmaktadır ve terkip fikrini etrafında dolaşmaktadırlar. Yine bu fikrine dair şu cümleleri aktarır: ‘’1932’den sonra kendim için tefsir ettiğim bir Şark’ta yaşadım. Asıl yaşama iklimimizin böylesi bir iklim olacağına inanıyorum. ‘Beş şehir ve Huzur’ bu terkibin araştırmalarıdır. Yazacağım öbür eserlerimin de çekirdeği bu konudur. ‘’
Doğu Medeniyeti çöktükten, bu medeniyet etrafında oluşturduğumuz yaşantımız bozulduktan, ötelendikten sonra, Türk Milleti büyük bir çıkmazın içine düşmüştür. Çünkü eski olan Doğulu, mazisini ve bu mazinin değerlerini inkâr etmekte, hatta beğenmemekte, buna karşılık olarak yeni bir kimlik sahibi olmayı da başaramamaktadır. Bu başarısızlık, Tanpınar’ın cümlelerinde eleştirel bir üslupla kendini gösterir:
‘’Biz şimdi bir aksülamel devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede’yi, Wagner olmadığı için, Yunus’u, Verlaine, Bâkî’ yi, Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her şey bizden yeni bir terkip bekliyor. Biz, misyonumuzun farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşıyoruz…’’
Kendimizi sevmeyişimiz ve kültürel boşlukta oluşumuzun kanıtı olan bu cümlelerde, kendi değerlerimizi kendi şartlarımız dâhilinde değerlendirmek yerine, Batı ile mukayese edip benliğimizi reddedişimiz, zengin kültürümüzden faydalanamayışımızın sitemi vardır.
Eski-yeni mücadelesinde ya Doğu, ya da Batı yüceltilmiştir. Fakat yüceltilmesi gereken tek şey milli hayattır. Çünkü medeniyetler, milli hayatlar içindir. Aksi takdirde medeniyetin hiçbir kıymeti yoktur.
Tanpınar Türk kültür hayatında ,birbirinden farklı iki dünyanın, başka bir deyişle “eski” ile “yeni”nin zıtlaştığı noktada, bunlardan sadece birini benimseyip diğerini dışlamak suretiyle sağlam bir çözüme varılabileceğine de inanmamaktadır.
Bu hususta o, Mâhur Beste romanında, roman kahramanı Sabri Hoca ile tartışan İsmail Molla’nın ağzından dikkate değer şu düşünceyi öne sürer: “Ne Şarka, ne Garba, ne falana feşmekâna bağlıyım bize bağlıyım. Hayata, yani ölmeyen bir şeye bağlıyım.”[2]
Bu sözler, Doğu’nun öldüğü iddiasına karşılık olarak söylenmiştir. Doğu medeniyeti ölmüş olabilir, hayat tabii olarak kendini yenileyecektir. Ölüm, yok oluş, bütün varlıkların ortak kaderidir. Medeniyetler de bu kaderden payını alır. Ölmeyen tek şey, memleket hayatıdır ve bizi yere sağlam bastıracak olan şey yine geçmişi, bugünü ve yarınıyla ayırt etmeden, bütünüyle sahiplenmemiz gereken milli hayattır. Milli hayatları bir coğrafyaya, zamana yahut da medeniyete hapsetmemek gereklidir.
Var olmak kaygısını ‘eşik’le bütünleştiren Tanpınar, var olabilmenin ve insanın kendiliğinin farkına varabilmesinin ancak, eşikte sağlam bir şekilde durmayı başarabilmekle mümkün olabileceğini düşündürtüyor. İki dünya arasında kalmışlığa karşı ürettiği fikirlerle yaşayan ve bu milletin içine düştüğü düalist yapının huzursuzluğunu fazlasıyla hissetmiş olan yazarın, şiirindeki gibi zamanın için de ya da dışında olamaması, çektiği kimlik sarsıntısının dile gelişidir.
Bu milletin yükünü yaşamı boyunca ,sağlıklı bir fikir dünyasıyla sırtında taşımış olan ve biz neyiz, kimiz, nasıl olmalıyız ,sorularını zihnimize batırarak, bizlere kendilik davasını miras bırakan yazarı ölümünün 54.senesinde rahmetle anarak ,yazımı ‘Ne İçindeyim Zamanın’ şiiri ile sonlandırıyorum.
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.
Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
KAYNAKLAR
[1] M.Orhan Okay ,Zamanın İçinde Dışında Bir Hayat Hikayesi
[2] Ahmet Hamdi Tanpınar, Mâhur Beste