“…Tanpınar’da beni büyüleyen şairliğinden, romancılığından çok memlekete bakış tarzı, zihniyeti olmuştur. Tanpınar benim bu memlekete bakış tarzımı değiştirmiştir. Elbette kendime bakış tarzımı da. Kendi oluş tarzımı da.”(1)
Yahya Kemal, Tanpınar ve Hilmi Yavuz: Söz konusu ‘kendilik’, insanın ‘kendi olma’ gayretiyse, benim mikro-kanonum bu üç entelektüel üzerine kuruludur. Bu üçlüde insanın ‘kendilik’ kaygısı, Tanpınar’ın o meşhur deyişiyle, ‘devam ederek değişir, değişerek devam eder’: Bir tür baba-oğul ilişkisi olarak. Yalnızca poetik (şiire özgü) değil, aynı zamanda politik, yani yaşamla, başka insanlarla, ötekiyle, kısacası kendi dışımdakilerle ilişkilenme biçimimi belirleyen bir kanondur bu. Takipçisine ‘yerli, milli’ değil, daha çok ‘kendi’ olmayı öğretir. Çoğu zaman aynı şey sayılır, zannedilir bunlar, oysa öyle değildir: Yerlilik, millilik başka şey, kendilik başka şeydir. Kendilik, kendiliğindenlik, hakikiliktir, ya da Hilmi Yavuz’un ifadesiyle ‘sahihlik’. Olması gerekenden ziyade, olandan, olup bitenden yola çıkmaktır. Kendilik kavgası, kozmopolitliğe, köksüzlüğe karşı verilebildiği gibi, kimi zaman, yerli yobazlıklara, millici taassuplara karşı da verilebilir. Gerektiğinde, kendimizi, yerli, milli köktenciliklere karşı da muhafaza ederiz. Maksat, varoluşumuzdaki devinimi, çeşitliliği, çoğulluğu koruyabilmektir. Ki, önerdiğim mikro-kanonda, bu türden muhafazaların da somut örnekleri çokça mevcuttur.
Mevzubahis mikro-kanondaki entelektüeller, mesele Türkiye’nin ‘zihin tarihi’ olduğunda, akıllara mutlaka gelen -veya gelmesi gereken- isimlerdir. Her üçü de, farklı özellikleri öne çıkarılarak, sayfalarca anlatılabilir, çeşitli şekillerde değerlendirmeye tâbi tutulabilirler. Ancak ben burada, çok kısaca, Tanpınar üzerinde duracağım, daha doğrusu onun ‘okunma biçimi’ üzerinde.
Besim F. Dellaloğlu, ‘Bir Tanpınar Fetişizmi’ adlı, leziz kitabının sonunda, “Tanpınar Türkiye’dir” der. (2) Tanpınar’ı keşfettikçe anlarız ki, Besim Hoca, hiç de haksız sayılmaz. Öte yandan, evet, “Tanpınar Türkiye’dir”, Tanpınar, okurunu Türkiyelileştirir; ancak Türkiye, Tanpınar’ı hakkını vererek, yani edebiyat dışına taşırarak okumuş değildir henüz. Eğer okumuş olsaydı, bugün bu durumlara düşmez, ideolojik arzularımız adına birbirimizi boğazlıyor olmazdık. Tanpınar’ı edebiyat dışına taşırarak okumak derken, onun, karşıt kimliklerin bir arada yaşamasına müsaade eden, mütereddit zihnini, Türkiye’deki siyasal hayatın zemini hâline getirmekten bahsediyorum. Böylelikle, belki biraz olsun, siyasal zorbalıklara dur diyebilir, güç zehirlenmelerinin önüne geçebiliriz. Çünkü Tanpınar külliyatı, totalitarizmin, züppeliğin, kaba sabalığın, gelişigüzelliğin en etkili panzehirlerinden biridir. (Gelişigüzellik demişken, aksakal mimarlarımızdan Doğan Hasol’un bugünkü İstanbul’a dair bir iddiası, tam da bu noktada hatırlanmaya değerdir:(3) “İddiam şudur: İstanbul eskiden güzeldi, şimdi gelişigüzel.”) Tanpınar’ın yapıtlarında yer alan ‘çağrılar’, burada önerdiğim şekilde okunduğu takdirde, şehirli, Eser Karakaş’ın deyişiyle,(4) aklı fikri milletin apış arasında olmayan, kalitesi yüksek bir muhafazakârlığa, sürdürülebilir bir modernliğe, dolayısıyla demokratikleşmeye hizmet eder.
Türkiye’de bugün, siyasal İslâmcılık neredeyse, estetik ve politik çapsızlık oradadır; bunun nedeniyse, kanaatimce çok açık: Kendilerini topluma ‘muhafazakâr-demokrat’ diye takdim eden, AKP-tipi siyasal İslâmcılar, gerçek anlamıyla ne muhafazakâr olabildiler ne de demokrat. Baskın nitelikleri taassup, totaliterlik oldu. Muhafazakâr-demokratlık lafta kaldı. Başka türlüsü de beklenemezdi zaten. Çünkü Yahya Kemal’i, Tanpınar’ı ihmal eden siyasal İslâmcılar, onların Türkiye’yi okuyuş tarzını dikkate almadılar. Hatırlayalım: Hilmi Yavuz, ‘İman’ın estetize edilmesi ve Yahya Kemal’ başlıklı bir yazısında, şu soruyu boşuna sormamıştı:(5) “Sayın Başbakan (Recep Tayyip Erdoğan’ı kastediyor -F.K.), Akif’ten, Necip Fazıl’dan okuduğu gibi, İslâm’ın estetik medeniyetinin son büyük temsilcisi Yahya Kemal’den ne zaman şiirler okuyacak?” Zaman geçtikçe, söylem ve eylemlerinden anladık ki, Sayın Başbakan’ın bu soruya verdiği yanıt ‘hiçbir zaman’dı. Böyle bir eksikliğin, yani Yahya Kemalsiz, Tanpınarsız bir estetik ve politik tutumun, eninde sonunda ‘zevk hezimeti’ne ve -daha da kötüsü- toplumsal cepheleşmeye yol açacağı belliydi ki, öyle de oldu. Ayasofya Müzesi ve Topkapı Sarayı müzesi müdürlüklerinin ardından Kültür Bakanlığı Müsteşarı olan Prof. Dr. Ahmet Haluk Dursun, ‘içeriden bir isim’ sıfatıyla, önemli bir tespitte bulundu:(6) “Muhafazakâr kesim üç şeyi yapamadı; kültür, sanat ve çevre.” Prof. Dursun, bu tespitinde, küçük bir düzeltme yapıldığı takdirde çok haklıydı: Söz konusu üç şeyi yapamayanlar, muhafazakârlar değil, siyasal İslâmcılardı ve üstelik tam da muhafazakâr olmadıkları için yapamadılar. Yaşamın hemen her alanında ya kabuklarını hesapsızca kırıp dağıldılar ya da tamamen kabuklarına çekilip, orada kaldılar. ‘Ya hep ya hiç’, ilke sözleri hâline geldi. Oysa Tanpınar’a kulak vermiş olsaydılar, ‘ya hep ya hiç’ yerine ‘her şeyden biraz’ diyebilir,(7) ‘Huzur’daki İhsan’ın şu sözlerini kendi mini-manifestoları kılabilirdiler:(8) “Zannetme ki, sana kabuğunu kır! diye cevap vereceğim… O zaman dağılırsın! Sakın kabuğunu kırma! genişlet… ve kendine mal et, kanınla işle ve canlandır. Kabuğun kendi derin olsun…”
Öte yandan, Tanpınar’a burun kıvırmak, onu, fikir sorunlarıyla ilgili alanların dışında bırakmak, sadece siyasal İslâmcılara mahsus bir hata değil elbette; aynı hataya, ne yazık ki, hemen her kesimin ezici çoğunluğunda rastlamak mümkün. Türkiye’de hiçbir politik topluluk, muhafazakârlığı, Yahya Kemal’deki, Tanpınar’daki içeriğiyle, Fransız-tipi modernizme karşı ‘eleştirel bir yöntem’ olarak sahiplenmiyor veya sahiplenemiyor. Hâl böyleyken, ‘muhafazakârlık’ sözcüğünün muhtevası, gitgide ‘mutaassıp’ sözcüğünün Türkiye’deki ‘dine yapışık’ muhtevasınca işgal ediliyor ve biz, artık, muhafazakârlığa dair bazı tikel durumları açıklamakta zorlanıyoruz. Zorlanınca, işin içinden çıkamayınca da, çareyi inkâr etmekte, “Yok öyle bir şey!” demekte buluyoruz. Hâlbuki var. Mesela, büyük bestekârımız Itrî için kalem kavgasına giren Hüseyin Nihal Atsız’daki,(9) ya da kendisini ‘muhafazakâr solcu’ diye tanımlayan Selda Bağcan’daki,(10) herhangi bir ideolojik kalıba sığmayan, doğrudan dinle, dinin itikat ve akait veçheleriyle temellendirilmeyen muhafazakârlığı anlamlandıramıyoruz. Hilmi Yavuz, Sosyal Düşünce Akademisi’nce düzenlenen bir söyleşide anlatmıştı: Yahya Kemal’i mesela, önünde bir duble rakıyla görünce, rahatlıkla tekfir edebiliyor, onun, İslâm medeniyetine yaptığı tüm katkıları bir anda yok sayabiliyor, ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ şiirinin şairi olduğunu unutabiliyoruz.(11) Çünkü bütün bu ayrıksı durumlar bize, birer sapkınlık, birer kafa karışıklığı örneği gibi geliyor. Oysa tam aksine, muhafazakârlığın ‘kendine özgü’, farklılıkların birlikteliğine hizmet eden anlamı, asıl bu gibi ‘sıra dışı’ örneklerde ortaya çıkıyor.
Demek ki muhafazakâr olup olmamak, kendilerine ‘muhafazakâr-demokrat’ diyen siyasal İslâmcılara, onların kurduğu bu sahte özdeşliğe razı olan diğer politik topluluklara ve ‘muhafazakârlık’ sözcüğünü, ‘tutuculuk’ sözcüğüyle karşılamakla yetinen sözlüklere bırakılmayacak kadar ciddi bir meseledir.
Muhafazakârlığı, ancak ve ancak Tanpınar’ın -veya Tanpınar gibilerin- metinlerinde, burada sözünü ettiğim, bölmek yerine bütünleştiren, derleyip toplayıcı anlamıyla bulmak mümkündür; yeter ki okurun niyeti, Tanpınar’ı, “Türkiye, beni yedin!” diyen bir ‘düşünür’ sıfatıyla okumak olsun, yani edebiyat dışına taşırarak.
Bütün bunları söylerken tabii ki şunun da farkındayım: Tanpınar elbette, yapıtlarının ne niceliği ne de niteliği yönünden bir Dostoyevski’dir. Fakat onda, bize, Türkiye’ye has bir ‘Dostoyevski tadı, etkisi’ vardır. Sözgelimi, onun roman kahramanları, Pessoa’nın ifadesiyle ‘bizler kadar gerçek’,(12) bizler kadar kusurlu, bizler kadar karmaşıktır. Onları bizler için vazgeçilmez kılan da budur zaten. Onlar aracılığıyla kendimize, kendi gerçekliğimize, yani Türkiye’ye kavuşuruz.
*Bu yazı İnziva Dergisi’nde yayınlanmış, yazarın izni ile sitemizde de yayınlanmaktadır.
KAYNAKLAR
1 Besim F. Dellaloğlu, Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2013, s: 11.
2 Besim F. Dellaloğlu, Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi, s: 192.
3 “Doğan Hasol: ‘İstanbul eskiden güzeldi, şimdi gelişigüzel.’”, Erişim Adresi: ‘http://www.milliyet.com.tr/-istanbul-eskiden-guzeldi-simdi/pazar/haberdetay/08.02.2015/2010255/default.htm’, Erişim Tarihi: 6 Ekim 2015.
4 “Eser Karakaş: ‘Türkiye’de apış arası muhafazakârlığı var!’”, Erişim Adresi: ‘http://t24.com.tr/haber/eser-karakas-turkiyedeki-apis-arasi-muhafazakarligi-var,282222’, Erişim Tarihi: 6 Ekim 2015.
5 Hilmi Yavuz, ‘İman’ın estetize edilmesi ve Yahya Kemal’, Erişim Adresi: ‘http://www.zaman.com.tr/yazarlar/hilmi-yavuz/imanin-estetize-edilmesi-ve-yahya-kemal_2026332.html’, Erişim Tarihi: 11 Ekim 2015.
6 “Prof. Dr. Ahmet Haluk Dursun: ‘Yol, köprü, bina yaptık ama kültür ve çevrede geri kaldık.’, Erişim Adresi: ‘http://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/yol-kopru-bina-yaptik-ama-kultur-ve-cevrede-geri-kaldik-690208’, Erişim Tarihi: 11 Ekim 2015.
7 Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergâh Yayınları, İstanbul, 17. Baskı: Mayıs 2009, s: 375.
8 Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, s: 253.
9 Hüseyin Nihal Atsız, “Millî Değerler ve Millî Ruh”, Turancılık, Millî Değerler ve Gençlik, Ötüken Yayınları, İstanbul, Şubat 2011, s: 52-56 arası.
10 “Selda Bağcan: ‘Muhafazakâr solcuyum…’”, Erişim Adresi: ‘http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_selda-bagcan-12-eylulde-en-azindan-iftira-yoktu_2309410.html’, Erişim Tarihi: 12 Ekim 2015.
11 Söyleşinin tamamına şu adresten ulaşılabilir: ‘https://www.youtube.com/watch?v=4SzUxkp8AbE’, Erişim Tarihi: 12 Ekim 2015.
12 Fernando Pessoa, Hiçbir Şey İstememenin Mutluluğu / Aforizmalar, Çeviren: Hakan Akdoğan, Zeplin Düşünce Yayınları, İstanbul, Mart 2015, s: 45.