A. Yağmur TUNALI
Ahmet Yakupoğlu, bu güzel vatan toprağında güzelden güzel bir ömür sürdü. 97 yılı, bir fâniye ender nasib olacak bir yaratıcılıkla süsledi. Ressam, minyatürist, neyzen, klâsik sanatlar uzmanı, çok yönlü bir hoca, çevreci, aktivist ve toplum önderiydi. Bu saydıklarımızın her birinde yüksek değer yaratan bir isimdi.
Şunu hemen söylemem lazım: Sanatının ve yaptığı işlerin yanına yaklaşamayacak değerde iş gören onlarca, belki yüzlerce insan itibara ve imkâna boğulurken, o, halkın arasında işine bakıyordu. Neler yaptığı, kaç büyük isimle donandığı, nesiller boyu devam edecek bir estetik miras bıraktığı ne devlet katında, ne aydın muhitlerinde ve ne de geniş halk kitlelerinde bilindi. Hâsılı, bu memleket onu tanımadı.
Buna şaşılmaz. Birinci sebebi biliyoruz: Bu memleket kendi gerçeğini ıskalamakta derin krizlere girdi. Bu bizim ârızamızdır. Ancak, ona ferd planında çok etki etmeyecek, engel teşkil etmeyecek bir ârıza halinde kalmıştır. Çünkü vazife adamıdır. Yolunu çizmiş, dümdüz giderken etrafına bakmamıştır. Üstlendiği görevleri yaparken kimseden beklenti içinde değildir. Sanatını, işini, yapıp ettiklerini sahibine beğendirmek isteyen bir aşkın imanla zırhlanmıştır.
Evet, apaçık görüyoruz ki bu zor bir tercihti. Parlak sanatında kendini hep geriye çeken ve görünmemeyi seçen bir kişiliği vardı. On parmağında on hüner taşırken, dönüp yaptıklarının etkisini kontrol etmeyi düşünmek onun işi değildi. İyi hazırlanmıştı; bilirdi, görürdü ve elbette görüp göstermeye çalışırdı. İşinden emindi, yolu apaçıktı. Fakat, dikkati, çokça rastladığımıza benzer şekilde, kendi yaptıklarına tapınma duygusundan uzaktı. Aldığı pozisyonun böylesi bir vakit kaybına müsaadesi yoktu.
Derviş-sanatkâr tipinin şâhâne örneğiydi. Emsalsiz bir örnekti. Bir hayattan hayatlar çıkaran büyük yaratıcıydı, olgun bir seciye ve ahlâk adamıydı.
Hâsılı görünmeden yaşamayı seçti
Hakkındaki belgesel metnini çalışırken, -önceden de bilmek ve sevmekle beraber- üzerinde derin düşünme ihtiyacını duyduğum ve hayranlığıyla dolduğum bir isimdi. O zaman da acı acı hissettiğim, büyük sanatının, erişilmez insanlığının yeterince tanınmamasıydı. Büyük iş ve kültür adamı merhum A. Aydın Bolak Bey, Rengârenk Kütahya kitabını Yılanlı Yalı’da hediye ettiği zaman, uzunca bu bahsi konuştuğumuzu hatırlarım. Verdiği mülakatta da büyük sanatkârı “bir hâlet-i rûhiye adamı” olarak vasıflandırmıştı. Pek beğenmiştim. Öyle ya, ruh olmuş insanların görünme kaygısı olamazdı.
Ondan bahis açılınca, söylemeye doyamayacağımız güzellikler içindeyiz. Evet o, hayatı dolu dolu doldurandı. Dedikodudan ibaret hayatlara öte durandı. İliklerimize kadar bizimle ve hayatlarımıza karışan bir hayat adamı olmasına rağmen böyleydi. Garib gelip garib gitmesi bundandı. Kırklar yediler uğurlarken de böyle görünmesine şaşılmaz. O, bu dünya gurbetinde garibliğin şuuruyla yaşayıp garibliği seçendi.
Esasen, bilirim ki, ona pek çoğu maalesef kaybolmuş emsalsiz değerlerin kâmil bir temsilcisi olduğu için “Son Osmanlı” demek temayülünde olan dostlarımız çok haksız değiller. Gerçekte, “velî sanatkâr” tipinde, tam cedlerimizin binbir örneğini verdiği eski nesil önder soyundandır. Ve o soyun büyük bir temsilcisi olduğunu bilerek söyleyen uzmanlarımız var. Ona “Son Hezarfen” diyenler ise belki de en doğru hükmü veriyorlar. Şunu ısrarla belirtmeliyim ki bize ait değerleri ve o değerlere sahip insanları “son”la başlayan bir hitapla anmak milliyetimize ve yaratıcılığımıza bühtan gibi geliyor. Bunun için kabullenemiyorum. Ahmet Yakupoğlu inşallah son değildir ümidiyle inancımı diri tutuyorum.
Son Hezarfen
Israrla vurgulamak istediğim noktayı tekrar etmeden biyografisine geçemeyeceğim: Bu kadar sanatkâr, bu kadar değerli, bu kadar büyük bir insanı biz niçin tanımıyoruz? Bu can alıcı sorunun cevabı, demeye çalıştığım gibi, önce Ahmet Yakupoğlu’nun tarihî mirasla donanmış modern zamanlar adamı olmasında gizlidir. O, “derviş sanatkâr” neslinin bir devamı olduğu için şöhretten köşe-bucak kaçmıştır. Sonra, Osmanlı muhabbetini slogan olarak söyleyen geniş kütlelerin onu farketmelerine de imkân yoktu. Yerli hayata ve değerlere soğuk duran çevrelerin ondan bahsetmesi ise zaten imkânsızdı. Hem kendisini, dolayısıyle hem de temsil ettiği değerleri elbette yok sayacaklardı. Geriye, gerçekten Osmanlılığa âşinâ, yerli kültürle iç-içe az sayıda insan kalıyor ki, onların gönlünde sanatkârlar sanatkârı, yangından mal kurtarıcı, hayat verici bir “hezarfen”dir.
Nasıl bir çevrede doğdu?
Ahmet Yakuboğlu, 1920 yılında Kütahya’da dünyâya geldi. Şehzade şehrinde doğmuş olmanın şahsiyetine yüklediği eski değerlere sevgiyle doluydu. Ve o değerlerin kaybına razı olmayan bir çocuk kalbiyle onları tesbite çalışıyordu. Çünkü en önce farkettiğimiz çevremizdir; geniş mânâsında tabîattir. İlk beliren merakı, bu tesbite en uygun sanat olan resimdi. Kütahya’nın, diğer memleket köşelerinde olduğu gibi, sür’atle betonarmeye teslim oluşunu derin bir üzüntüyle karşılıyordu. Seyretmiyordu, gösteriyordu.
Ahmet Yakuboğlu, bu resim merakının, bir sanat eğitim-öğretimiyle taçlanması gerektiğinin bu yıllarda farkına varmıştı. Bunun için adını duyduğu Güzel Sanatlar Akademisi’ne giriş yollarını arıyordu. O küçük çevrede, kimseden teşvik görmesi maalesef mümkün değildi. Kendi başına da bu büyük işi başaramazdı. Fakat içindeki aşkın karşılıksız kalması da mümkün değildi. Bir gün, yollar açılacaktı. Nihayet, onu Akademili yapacak insan, kendi söyleyişiyle “âdetâ ayağına gelmişti”: Bu Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’di. Kütahya’da bâzı eski eserler üzerinde çalışmak üzere gelen Süheyl Hocayla tanışması, hayatının seyrini değiştirdi. O büyük Hoca, kütüphanede karşısına çıkan bu genç adamı, kısa sürede keşfedecek ve İstanbul’a davet edecekti.
Ahmet Yakuboğlu’nun İstanbul’a gidişi, Akademili oluşu, inceliklerine doyulmayacak, hem hüzünlü, hem sevinçli günler, aylar, yıllarla yaşanmıştır ve eskilerin tabiriyle “rikkate dokunacak’’ bir hikâyedir. Kendisi bu hikâyeyi “Rengârenk Kütahya” adlı eserinin ilk sayfalarında ne tatlı bir sohbet üslûbuyla anlatır.
Süheyl Ünver’in gözbebeği
Akademi öğrencisi Ahmet Yakuboğlu, Feyhaman Duran Atölyesi’nde çalışmaya başlar. Bir taraftan da, Süheyl Ünver Hoca’nın tezhib-minyatür ve diğer klâsik Türk Sanatları kurslarına devam etmektedir. Bu genç kabiliyet, bununla da yetinmez: Hem Akademide, hem bütün İstanbul’da ne kadar belli başlı sanat ve kültür adamı ve merkezi varsa hepsiyle tanışır, tanıştırılır ve her birinden bir şeyler alır.
Şu notu da düşmeliyim: O devrin İstanbul’unda (1940’lar) henüz Türk Kültürünün her şubesinde yetişmiş insanlar bulmak mümkündü ve o insanların yerine yenilerinin yetişmeyeceği artık belli olmuştu. Çünkü, o kültürün tedavülden kaldırılması bir ölçüde devlet politikası olarak benimsenmişti.
Süheyl Ünver Hoca, sür’atle kaybolan bu kültürün “..neyini, nasıl yakalayabilirsek, tesbit edip kenara koyalım” fikrindeydi, Sadece tesbit etmekle de yetinmiyor, mümkün olduğunca eski sanatları diriltmek için talebe yetiştiriyordu. Ahmet Yakuboğlu, bu yolda eline düşmüş en kıymetli mücevherdi. Onu en yakınında tuttu. Ailenin bir ferdi ve çocuklarının, talebelerinin “Ağabey” i kendisinin “Hayrülhalef”i olarak gördü. Ahmet Yakuboğlu da hakkındaki hiçbir düşüncesini boşa çıkarmayacak bir öğrenci oldu. Hocasına bir mürşide mürid olur gibi bağlandı. Dâimâ yolunda yürüdü, Türk’ün bütün değerlerini kucaklayacak bir geniş gönle ve azme sâhib oldu.
Yetiştiği İstanbul
Resim ve diğer Türk klâsik sanatları yanında, eski mûsikîmizle haşır-neşir olmayı da elbette ihmal edemezdi. Çünkü, Yahyâ Kemâl’in tabiriyle “o mûsikîden anlamayan bizden anlayamaz”dı. Hocaları, saz olarak ney’i uygun gördüler. Neyzen Emin Dede’nin talebesi Halil Dikmen Akademi’de hocaydı. Ahmet Yakuboğlu, bu büyük neyzenin rahle-i tedrîsinden geçti. Daha doğru bir tabirle ney’i ondan meşketti. Dolayısiyle, İstanbul’daki öğrenciliği sırasında, resim, mûsikî, diğer Türk Sanatları ve kültürü ile başlı başına bir medeniyet olan İstanbul’u tahsil etti. Bu şehre âşık olanlar arasında onun yeri ön saflardadır.
Öyle bir âşık ki, İstanbul’un temsil ettiği Türk medeniyetinin bütün değerlerine bağlılığı destânî değerdedir. Ve bu değerlerden bir kısmını resme aksettirmek vazifesini bütün ömrüne yaymıştır. Türk Petrol Vakfî’nın himmetiyle yayınlanan “Ahmet Yakuboğlu’nun Fırçasından Boğaziçi/Anadoiu Yakası” adlı eserde, bu resimlerin bir kısmı var. Bu kitabı görenler, şu son elli altmış yıl içinde bile nelerin kaybolduğunu, nelerin değiştiğini derin bir üzüntüyle farkedecek, ressamına minnet ve şükran duyacaklar. Hiç olmazsa, bu resimlerden, Anadolu Yakası’nın bir devresini hayâl edebilecekler.
Ahmet Yakuboğlu’nun, Rengârenk Kütahya adlı eserinde de aynı şeyi yaptığı görülecektir. Bunlar, doğduğu ve halen yaşadığı şehrin hızlı değişmesinden kaçırabildiği aziz hâtıralardır. Ve biz bunun için o resimleri buruk bir zevkle seyrediyoruz.
Yakupoğlu’nun Kütahyası
Ahmet Yakuboğlu, doğduğu topraklara sevdalı bir “hemşehri” olarak, ─böyle desek de uyar─ otağını orada kurdu. Hocasının ve İstanbul’un öğrettiklerini Kütahya’da devam ettirmek istedi. Uzun müddet yılın belli bir kısmını İstanbul’da, kalan kısmını Kütahya’da geçirmeyi âdet edindi. Kütahya doğduğu şehirdi, İstanbul, medeniyetimizin şehri.
İnsanın, bir şehrin manzarasını nasıl değiştireceğinin en seçkin, en yakın örmeği odur. Kütahya, onun varlığıyla, bir Türk mûsikîsi ve giderek Türk Sanatları merkezi oldu. Özellikle, onlarca “neyzen” yetişti. “Neyzenler şehri Kütahya” dendiğini duyanlar bunun Ahmet Yakuboğlu ve etrafındaki bir gurup idealistin eseri olduğunu bilmediler. Zannederim, o, bunun bilinmesini değilse bile söylenmesini muhteşem tevazuuna aykırı buldu.
Şehrini içinden güzelleştirirken, dışını ihmal etmedi. Yaşadığı şehrin güzelliklerini kurtarmak için, bugünün tabiriyle “tam bir çevre gönüllüsü” olarak çalıştı. Vâcidiye Medresesi’ni müze olarak düzenletti ve bu müzede dört yıl müddetle bizzat çalıştı. Suların, ağaçların ve tabîatin ressamı, 271 000 dönüm arazinin ağaçlandırılmasını sağladı. Yellice Dağı eteklerindeki yeni dikilmiş orman, onun kurtarıcı eliyle bugün Kütahya’ya gülümsüyor.
Vefâsızlığımız ve ölçüsüzlüğümüz
Onun Kütahya’ya bir balkondan bakar gibi duran evi ve yanı başındaki câmi, eskiyle yeninin sanatlı bir kaynaşmasıdır. Yaptığı tabloların asılları evinin duvarlarını boydan boya süsler. O, bu evde yalnız yaşamış sanılsa da, dostları, sanatı, Kütahyası ve dünyasıyla beraberdi. Bu evi, kütüphanesi, tabloları ile beraber kurduğu vakfa devretmişti. Bir ömrün verimleri bu vakıftaydı. Şehirde kurulan Dumlupınar Üniversitesi onun için bir başka ışık oldu ve vakfını bütün varlığıyla onlara devretti. Ne yazık ki Üniversite henüz neredeyse hiçbir yükümlülüğünü yerine getirmedi. Acıdan acı bir durum da budur.
Memleketin genel halinden farklı bir vaziyet değildir. Bu hususu yazarken aklıma geleni de söylemek ihtiyacındayım: Son otuz yılda devletimizin verdiği ödüller, devlet sanatçılığı dâhil olmak üzere bu çapta bir sanatkâr ve toplum önderine isabet etmedi. Yine açıkça söylemem gerekecek: Son yılların güya muhafazakâr ve Osmanlıcı yöneticileri Osmanlıdan habersizliklerini Ahmet Yakupoğlu’nu görmeyerek de gösterdiler. Osmanlının hiçbir değerini tanımayan bu kof slogancılık ve gösterişçilik canımızdan can aldı. Tarihten ve milliyetimizden koparılacak noktaya geldik. Demem o ki, memleket bütünüyle bir siyaset ve okumuş felaketinde sallanıyor. Milliyetçi veya muhafazakâr veya sol-sosyalistlerimizin kıratını buradan ölçmek mümkündür.
Vakfedilmiş sevgili bir ömür
Bu yanıp yakılmanın, şikâyet dozu onu incitecek ölçüye vardı. Bunun için, biz yine onun iyimserliğine ve yapıcılığına dönelim. Kendisi başlı başına bir vakıf olan büyük sanatkâr, 97 yıllık ömründe “dem bu demdir” esprisiyle durmadan çalıştı. Ve devamlı eser verdi. Hocası Sâmiha Ayverdi ve Süheyl Ünver gibi bu çağın insanıydı. Yeni hayatın içinde ve derin köklerimize bağlıydı. Eskiyi yeniden ve yeni şekilde bugüne taşımanın derdindeydi.
Onu asıl anlatacak olan, vakıf esprisiyle birleşerek geleceğe intikal edecek eserleri ve muhteşem hayatıdır. Batı memleketlerinde böyle isimler için binlerle kitap ve makale yazılır; belgeseller, dramalar çekilir, kattığı maya böylelikle çoğaltıla çoğaltıla geleceğe taşınır.
Tekrar edeyim: O, şahsıyla ilgili böyle bir beklentide değildi. Çünkü dervişti. Gözünü gönlünü memur edildiği işe verdi ve “vazife”sini mahviyet derecesinde bir görünmezlikle tamamladı.
Bıraktıkları, nesilleri besleyecek ölçüde çok, çeşitli ve güzeldir. Eminim, Türkiye’nin yakın geleceğinde, onun ismi kurucu, besleyici mânâ erlerinin yanında zikredilecektir. Sanatta memlekete dönüş cereyanında şükranla yâd edilecek isimler arasında ona apayrı bir yer ayrılacaktır. Ve onun için böyle sıradan yazılar değil, monografiler, incelemeler yayınlanacaktır. Eminim, bu çalışmalar esnasında, onun kültürümüzü “değişerek devam etme” esprisiyle klâsik geleneğe bağladığı üzerinde ısrarla durulacaktır. Çünkü Ahmet Yakupoğlu, bütün çalışmalarında eski olmadan yeni olunamayacağını göstermiştir.
———————————————————
Bu yazı Türk Edebiyatı Dergisi’nin Kasım 2016 sayısında (517. sayı) yayımlanmış olup, Kıymetli Yazarımızın husûsî müsaadeleriyle, yayınağımızda da yayımlanmaktadır.