Ahmet Yılmaz Soyyer’in Şiir Dünyası
Yılmaz Soyer, ya da şiir dışındaki çalışmalarıyla A. Yılmaz Soyyer, 1960 yılında Konya’nın Ereğli ilçesinde doğdu. Annesi ve babası o henüz bebekken ayrıldıkları için annesinin yanında büyüdü ve dedesi 1924 Manastır muhacirlerinden Bektaş Ağa (Kaçar) tarafından yetiştirildi. Nüfus cüzdanında yapılmış olan bir hata sonucunda üniversiteye kadar soyadını SOYER olarak bildiği için erken yaşta başladığı şiir hayatında da soyadını tek “y”si eksik kullandı.
1974 yılında ülkücü oldu, teyzesinin eşi ve ülkücü hareketin Ereğli ve Konya’daki mühim isimlerinden tarihçi, Dr. Alaeddin Ceylan tarafından fikren eğitildi. Onun kütüphanesi ülkücülüğü bile bilmediği zamanlarda ortaokul 2. Sınıftayken keşfetmiş ve “Bozkurtların Ölümü”nden başlamak üzere zaten okumaya başlamıştı. Ülkü Ocakları henüz Menzil sakallılarının darbesini yemediğinden, Ereğli Ülkü Ocakları’na her ay TÖRE dergisi gelirdi. Yılmaz Soyer de çevresince sevilen bazı şiirler söylemekteydi. Bu arada lisede aruz veznini öğrendi, kullandı; kullanabildiğini anlayınca da klasik Türk edebiyatına derinliğine yöneldi.
1977 yılında TÖRE dergisine birkaç şiir yolladı; derginin sahibesi Emine Işınsu hanımefendi bir mektup yollayarak kim olduğunu ve kaç yaşında olduğunu soruyordu. Çünkü şiirler imlâ hatalarıyla doluydu ve berbat bir yazıyla yazılmıştı. O sene Konya Ereğli Lisesi Marksistlerin eline geçtiği için bir sene okula gidemedi. Ertesi sene Ankara’ya Işınsu hanımla tanışmaya gidince orada kaldı, dergide çalışmaya başladı ve Ankara Atatürk Lisesine gitti. İkinci olarak yayınlanan şiirinin adı Nehirler ve Biz idi:
NEHİRLER VE BİZ
Kar yağmada, yollar kapanık, dağlar aşılmaz,
Buz tuttu sular, şimdi nehirler dolaşılmaz.
Seyhan tepeden kıvrılarak inmiyor artık
Azgın Fırat’ın nerde sesi? Aksa duyardık.
Evvel tanımazmış ki rakip dağdan inişte
Hayret Kızılırmak da koşup akmıyor işte
Dicle’m, Fırat’ım yaslı bugün, hıçkırıyorlar
Bilmem, bilmem, belki de bir şey soruyorlar
«Derdin ne» desem, dilleri yok, anlayamam ki
Tâ Rabbe varan seslerini ben duyamam ki
Lâkin bilirim aynı olur dertleri Türk’ün
Hep aynı belâlar karşı koyar bizlere her gün
Biz çünkü biriz, bir yüreğiz yurdun içinde
Bir bitmeyecek güçlü yeliz Türk denizinde
Irmaklarımız biz gibidir her şeyimiz bir
Hür dalgaların şarkıları sözlerimizdir.
Onlar içimizden doğarak ufka akarlar
Burçtan alarak bayrağı tâ arşa takarlar
Ben Kafkas’ı Özler onu her lâhza anarken
Onlar da anar Kafkas’ı yüksek tepelerden
Biz tıpkı nehirler gibiyiz anladım işte
Hep yan yanayız ülkümüzün kutlu izinde
TÖRE’de çalışıyor, Konya Öğrenci yurdunda kalıyordu. Burası onun için gerçek bir üniversite olmuştu.
Konya yurdunda kalan ülkücü öğrencilerden edebiyat, felsefe ve tarih bilgileriyle donatılmış olduğunu kendisi üniversiteye başladığında anlayacaktı.
Kendisinin TÖRE’deki en güzel şiirimdi dediği Hasret de aynı yılda yayınlanacaktı.
HASRET
Ne korkunç karanlık sabaha erer
Ne ufuk güneşi çağırır burda
Bir garip bekleyiş dolan geceler
Her saat çılgınca bağırır burda
Hasretin zulmeti örülür taştan
Doldurur gözlerim kalbimi yaştan
O şarkı kaç defa çalındı baştan
Saçlarım zamansız ağarır burda
Işıklar bir tesbih misali uzar
Gönlümün onulmaz yarası azar
Ellerim gurbetin hâlini yazar
Efkârım geceye dağılır burda
Saatlar kaskatı, şu gece geçmez
Hasret bir zehir ki dudaklar içmez
Karanlık kondu mu bir daha göçmez
Ruhumuz zalimce boğulur burda
Bu hasret içimde demir parmaklık
Bir dirhem olsa da sızmıyor aklık
Susayan bağrımı yakar kuraklık
Hasretim hasretler doğurur burda
Ne alkış, ne övgü avutur beni
Ne şarkı, ne türkü avutur beni
Çelikten bir ülkü avutur beni
Hasretle beraber yoğurur burda
Bu süreçte KUBBEALTI mecmuasına da şiirler yolladı, burada da şiirleri yayınlandı.
Yazarın san’atta bir yönünü Töre diğer yönünü Kubbealtı ve Türk Edebiyatı yapılandırmıştır.
Özellikle 1985- 1990 yılları gerek Kubbealtı gerekse Türk Edebiyatı Vakfı’nın konferans ve sohbetlerinde şairin bir tür mânevî san’at ve edebiyat doktorası yaptığı dönem olmuştur. Bu sırada Kubbealtında yayınlanan şiirleri arasında “Bir Güzele Söyleyiş” bulunmaktadır.
BİR GÜZELE SÖYLEYİŞ
Ey gonca dudaklım seveceksin beni sen
Şâd eyleyeceksin yine üftâdeni sen
Ol hançer-i aşkınla yarıp gönlümü her gün
Meftun edeceksin şu ciğer pareni sen
Şair, “işte şimdi rüştümü ispat ettim” dediği döneme Türk Edebiyatı Mecmuasında şiirleri yayınlanınca girer. Gerçekten de oradaki şiirlerinde farklı bir söyleyiş vardır.
NEY VE SU
Bazen çığlık çığlık ney, bazen şırıl şırıl su
İki tılsım düşürür hayâlini yâdıma
Uzaklardan bir Mansur dem tutar feryadıma
Ne duyan var âhımı ne koşan imdadıma
O Akdeniz akşamı gözlerinin korkusu
Beni tâkib ediyor o sır yerden beridir
Annemden dinlediğim ninnilerden beridir.
Bazen çığlık çığlık ney, bazen şırıl şırıl su
Sanki Mecnûn misâli Leylâ’yı anlatır hep
Gül dalında gördüğüm rûyâyı anlatır hep
Anlatır, gizlendiğin dünyâyı anlatır hep
Geçemem o âlemde her basamak bir pusu
Bir bilsen bu özleyiş bende nerden beridir
Annemden dinlediğim ninnilerden beridir
Bazen çığlık çığlık ney bazen şırıl şırıl su
Bazen Türkmen kızının yemenisinde bir gül
Kavrulur bazen Kerem serin rüzgârda kül kül
Bazen nazla kıvrılır ayın önünde bir tül
Çökerken gönüllere bu ayrılık duygusu
Seni sayıklıyorum seherden beridir
Annemden dinlediğim ninnilerden beridir.
Bu arada lise mezunu olmasına rağmen, klasik kültürünün kaynaklarını öğrenmek amacıyla Ankara İlâhiyat Fakültesi’ni kazandı. Eğitim ağırdı, bir avuç ülküdaşının dışındaki öğrencilerle de zihniyet uyuşmazlığı yaşadı; fakülteyi çok zorlanarak bitirdi.
Onun için ruhi problemlerle dolu zamanlar olmuştu fakülte devresi. Bir sevgili dostunun îkazı üzerine şiiri bıraktı. Bilime yönelen Soyyer ilmi eserlerinde -belki de o problemli yılları unutmak için- gerçek nüfus kütüğündeki soyadı olan Soyyer soyadını kullanmaya başladı. Evlendi, iki oğlu oldu. Ruhî problemleri tamamen sükûn buldu ve şair kimliğini bir daha kullanmamak üzere akademik çalışmalara soyundu. Artık makaleler yazıyordu. Doktorasını Bektaşilik konusunda verdi ve çalışması 1992’de bitti; Dr. Sait Başer’in kurduğu Seyran Yayıncılık tarafından basıldı. Asıl önemsediği çalışması doktora sonrasında yaptığı “19. Yüzyılda Bektaşilik” idi. Sonra 48 yaşına kadar şiir söylemedi. Bir roman yazdı; “Çerağlar Uyanırken” Doğan Yayıncılık tarafından basıldı. Bu meyanda bir iki şiir söyledi, ilham damarı kurumamıştı. Dostları bu yeni tarz ilahiyatçı kimliğini ön plana koyan şiirlerini sevdiler. “Semah Aşka Doğrudur” isimli bir roman daha yazdı ki bu POST yayınlarınca basıldı. Şiire de devam etti artık. Şu an hem şiir söylemekte hem de Mevlevîliğin 1925 yılında kapatılışını konu alan bir yeni romanı harıl harıl çalışarak bitirmeye uğraşmaktadır.
Bazı 48 yaş sonrası şiirleri:
KAVALA DESTANI
-Sait Başer ağabeyime-
Töreyi penah bilmişiz
Altay’ı dergâh bilmişiz
Bir geyik boynuzu bir bozkurt başı
Gül Kam’ın elinde son yada taşı
Sicim gibi gökten boşanan yağmur
Lâ ilâhe illallahla inen nûr
Tekbirlenen palalarda od yanar
Savrulanlar sanki birer zülfikâr
Sadaklar boşanır yaylar gerilir
Her okun ucuna bir gül verilir
Gül atarlar akıncılar düşmana
Gül aşkına düşman gele îmana
Horasan mülkünden akan atlılar
Kalyonlar üstünde ak kanatlılar
Adalar denizi yel sunar tuğa
Erler ikrâr verir Sarı Saltuk’a
Güneşin ardında yüzlerce hilâl
Cemâlden kut bulmuş yüzlerde celâl
Nefîr üflenerek sâhile yakın
Hasretiyle “elest”teki firâkın
Alperenler kır atlarda yay gerip
Rum’da o gün Kızılelma göğerip
Ulaşır erenler şafak vaktine
Şafaktan renk bulan bayrak vaktine
II
Türk’ü hayırhâh bilmişiz
Altay’ı dergâh bilmişiz
Dillerde hitâbı Resûl-i Hakk’ın
Yakındır bu fetih elbet çok yakın
Ki “Letüftehanne’l Kostantıniyye”
Söylenir “İstanbul fethola” diye
Üçoklar Bozoklar saf saf oldular
Sırbı Nemçelisi itlâf oldular
Hep zaferler zaferleri getirdi
Zaferleri Hak erleri getirdi
Gelince nevbeti Yıldırım Han’ın
Sol Kol’da toplanan binlerce canın
Aktı kanı, Kavala düştü bize
Altınla kaydoldu defterimize
Ve dedem düşüme düştü düşeli
Elinde mızrağı Kalyoncu Ali
Çınlattı adını ruhuma çın çın
Sırma saçlı Rumeli kızlarının
İzdivâc üstüne izdivaçlanmış
Gök gözlü nesiller burda taçlanmış
Tâkip etmiş asırlar asırları
Gönüller türküye vurmuş sırları
Cepkenlere nakışlanmış yıldızlar
Kavala’yı vatanlaştırmış kızlar
Hû demiş sırlayıp her dağı taşı
Dervişler hakk etmiş Hacı Bektaş’ı
Uymuşlar Yûnus’un nefeslerine
Turnalar karışmış ney seslerine
Ve devretmiş nevbetlerini erler
Şimdi İbrâm Paşa câmii bekler
Kim derdi bu cengin dönüşü varmış
Kim derdi asırlar bir gün kadarmış
Kim derdi bu hüsran kader olacak
Kim derdi Kavala heder olacak
Ve hicret, kaçarak o seher demi
Son vapur son yurda atıp dedemi
Bahtımıza yalnız hayret düşecek
Yüzlerce yıl belki hasret düşecek
III
Pınarlar gümrâh bilmişiz
Altay’ı dergâh bilmişiz
Dem bu demdir, demi Molla Hünkâr’ın
Şâhidi olacak vallâhi yarın
Mânâsıyla şehir mânâlanacak
Minârelerinde mahyâ yanacak
Bal rengi şal saracak kardinaller
Diz üstünde varacak kardinaller
Dalga dalga lâ ilâhe illallah
Gönüllerde hem aşk-ı Resûlullah
Türk’ün mabedine taş koyacaktır
Ve Mesîh töreye baş koyacaktır
HAYÂL
Gizlendim ud mızrabına
Neylere başpâre geldim
Sâgârdan aşkın kabına
Düştüm pâre pâre geldim
Rüzgâr yeldirdi ıraktan
Döküldüm telden dudaktan
Belki yüz yıl belki bir ân
Dolaşıp âvâre geldim
Verdi bir söz, tutar dilim
Dillere bal katar dilim
Dilden dile akar dilim
Sırken âşikâre geldim
Gâh açıldım gâhi soldum
Yârin bağında savruldum
Temmuz gününde kavruldum
Meydana bîçâre geldim
Erenler der bu ne hâldir
Derim bir ince melâldir
Şâirim sözüm hayâldir
Yanılıp inkâre geldim.
AĞIT
-Fırat Çakıroğlu’na-
Son kefensiz alperene şân oldu
Dedem Korkud durdu söyledi adın
Daha bir fidanken kahraman oldu
Nâmı bin yıl yâd olunsun Fırat’ın
İletsin Hallâk-ı Cihân’a cibrîl
Toprağa karıştı bir al karanfil
Savurdu ardından yel ifil ifil
Uçmağa yükselen şahlanmış atın
O hançer gizlenip ay ışığında
Değildir gecede uyumaz kında
Ne arar Azrail düğün çağında
Sanki taşımakta cennet beratın
Biçilen gök ekin hak mı erenler
Bu tâlih kara mı ak mı erenler?
Yere düşen bir bayrak mı erenler
Yeniden kapkara çağlar mı yakın?
Allahım sabrımı sabr-ı cemîl kıl
Yüce Resûlünü bize delîl kıl
Rahmetini üstümüze sebîl kıl
Azmimiz aşkınla dövülsün çın çın
DİL
Mânâ dile düşünce dili dillendirdi dil
Türküler dillenince dili dillendirdi dil
Kor-kut olmuş akıldan süzüldü ak sütleyin
Her kelâm ince ince dili dillendirdi dil
Destanlaştı yiğitler yelden yele uçmağa
Yuğ vaktine girince dili dillendirdi dil
Yenisey yaylağında balbal oldu taş oldu
Kopuzdan gündüz gece dili dillendirdi dil
Mermerin ak bağrına tamgalar damgalandı
Bilge Kaan peşince dili dillendirdi dil
Sözlüğe düştü gül gül Kaşgarî’nin dilinden
Çağlar mesafesince dili dillendirdi dil
Gönlünden Hâs Hâcib’in doğdu Kutadgu Bilig
Kaydolup binbir hece dili dillendirdi dil
Yunus’tan yâda düştü Risâletü’n-Nushiyye
Kâh ak saça kâh gence dili dillendirdi dil
TAŞA KAZILI DİL
Yuluğ Tigin’le ses bulur tamgalar
Dilim Yenisey’de taşa kazılır
Dağ keçisi kağanlığı damgalar
Bütün haşmetiyle başa kazılır
Soğuk mermerlerle kucak kucağa
Yaşayıp ulaşır dünden bu çağa
Ötüken’den nakledilen ocağa
Sanmayın ki bu dil boşa kazılır
Kaç lisan var taştan taşa nakleden
Ebediyyetin sırrını akleden
Amca buyruğunu hakkedip yeğen
Sanki sözler tâ güneşe kazılır
Atam Bilge Kağan boşa buyurmaz
Sözün Türk’e söyler taşra duyurmaz
Töre iner gayrı ne söylense az
Kâh alına, gâhi döşe kazılır
Türkülerle kızlar sunar şerbeti
Kızıl Kam’ın yankılanır sohbeti
Mızraklarla Kök Tengri’nin âyeti
Bucak bucak köşe köşe kazılır
HASRET
Ebûzer misâli sevdâlı ruhum
Hem İmrü’l-Kays olmuş peşinde onun
Kalbimde yeşermek üzre bir tohum
Ki yalnızca o var içinde onun
Düştüm sözlerinin ayak izine
Çölde sevgiliyi aramak için
Belki de bu yolum varacak Çin’e
Bir gün O’nun gibi yaşamak için
Satırlardan duyulur o ses bana
Cilt cilt kitapları öpüp koklarım
Onun hilyesinden bir nefes bana
Nakış nakış tezhiblerle saklarım
Sözlerini okumak ve anlamak
Ve hakk etmek duvarlara, dağlara
O söz nûrdan parlak o ses sütten ak
O sesten uzak bir dünya kapkara
Rüyâlarım açılıp perde perde
O’nu bir kez olsun görmek isterim
Orda devesinin çöktüğü yerde
Diz çöküp sözlerin dermek isterim
Vakit geç Buharî olamam artı
Bakıp sayfalara ağlasam yeter
Teşrîf et rüyama bir akşam artık
Çınlasın isminle yeniden her yer
Müminler baş başa verip otursun
Yalnız onun sözü duyulmalıdır
Melekler saf tutup selâma dursun
Hadîs meclisleri kurulmalıdır
Mâlumdur ehline hakîkat ey Dost
Senin söylediğin âşikâredir
Nasıl taklîd olur o san’at ey Dost
Diller âciz idrâkler biçaredir
Kokun geliyorsa sahîhtir o söz
Sen duyulmuyorsan merdud biline
Seni görmüyorsa satırlarda göz
Aktaran ki şakî haydud biline
Kağıt kalem yazamamış ey Resûl
Binlerce cild eksik anlatmış seni
Ne yapsın biçare kamış ey Resûl
Yaradan muhteşem yaratmış seni
DEM
Baykuşun ocağı gayrı sönecek
Asitane yine şenlenecektir
Nefir üflenecek teber dönecek
Âşıklar o demde demlenecektir
Nuh’tan kalan tufan duruldu diye
Yabanda namımız soruldu diye
Toplanın ki dernek kuruldu diye
Dosta ehibbaya ünlenecektir
Bir de müjde verse Nebi-i zişan
Rûmiler kılacak küfrü perişan
Horasan’dan, Belh’ten akan dervişan
Konya’da bir nefes dinlenecektir
Alacak gaziler yine sancağı
Açacak yeniden kutlu bir çağı
Eyüb Ensari’nin anlatacağı
Ulu mahkemede dinlenecektir
Altay dergâhında dem dem üstüne
Ballar katılacak zemzem üstüne
Bin karanlık kavuşuyorken güne
Bahtımda “fe-yekun” “kün”lenecektir