Her sene yayınlanan “Dünyanın En İyi 500 Üniversitesi” adlı çarşaf listesinde bol çizgili, bol yıldızlı ülke bayrakları arasında ay yıldızlı bayrağımızı ararken geçiçi görme kaybı yaşamamak için büyük mücadeleler veriyoruz. Tek tük gördüğümüz ay yıldızlı bayraklarla da tatmin olma yolunu seçiyoruz. 75 milyonluk bir ülkenin, en üst zekâ seviyesine sahip olan gençlerinin kıyasıya ve acımasızca yarışarak ( Bu bana hep Gladyatörlerin düellolarını hatırlatır.) girdiği, büyük puntolu ve yaldızlı harflerle isimleri yazılan birçok üniversitemiz; bilimsel bilgi üretme mukayesesinde, İstanbul’un çok da kalabalık sayılmayacak bir ilçesinin nüfusu kadar yaşayan insan sayısı olmayan Almanya’nın şehir üniversiteleri kırmızı halıda boy boy fotoğraf çektirirken, ancak “yoldan geçerken uğramış” pozisyonunda kalıyor.
Bunlar acımasız birer eleştiri olarak addedilebilir ama gayemiz hakikatleri söylemek ise tam da realitenin üzerindeyiz. Yaptığımız, yapmaya çalıştığımız, anlayanlar oldu ise “onlar ileri, biz geriyiz” tarzındaki buram buram aşağılık kompleksi kokan ve bizim Tanzimat aydınlarının veya Felatun Bey gibi şekilci, Garbçı karakterlerde olduğu gibi sathi ve kopyacı tahliller yapma gayesi peşinde olmak değil. Gayemiz, halimizi net bir şekilde ortaya koyup, bu mevcut durumu ortaya çıkaran nedenler üzerinde biraz olsun zihin jimnastiği yapabilmek.
Üniversitelerimizin dünya üniversiteleri ile yapılan yarışta geri kalmasının önemli sebeplerinden biri de ülkemizdeki akademisyen portresi ve akademisyenliğe bakış açısı.
Akademisyenlik bugün (Son yapılan maaş iyileştirmelerini de gözardı etmemek lâzım.) maddi kaygıların diğer meslek gruplarına oranla düşük olduğu, toplumda belirli bir statüye sahip meslek grupları içerisinde kabul edilen, çalışma koşulları ve meslekî özgürlüğün yine diğer mesleklere oranla bir hayli iyi vaziyette olduğu bir uğraşı alanı. Gelgelelim ülkemizin tüm imkansızlıkları içerisinde yaratılan imkanlara rağmen; bilimsel çalışma, uluslararası makale yayınlama ve özgün fikirler üretme anlamında akademisyenlerimiz pek de istenen seviyede değiller. Burada, yukarıda saydığımız kişisel maddi yeterlilikleri gözardı ederek varolan bilimsel araştırmalara ayrılan bütçe yetersizliğini gözönüne de koysak, yine de hâlâ bilimsel manada ciddi bir problemle karşı karşı kaldığımızı söylemek pek de yanlış olmaz.
Ülkemizde her meselenin öyle veya böyle, mutlaka siyaset arenası ve tezgahından geçtikten sonra kendi yatağında aktığını düşünürsek, bilimsel üretim yapması beklenen akademisyen zümresinin de mutlaka bu siyaset tezgahı ile gönüllü veya gönülsüz olarak ünsiyet kurduğunu hatta gündemini bu tezgahın varolan durumuna göre belirlediğini söylemek mümkün. Maalesef, bu siyaset rüzgarının etkisine o denli katılan ve günlük siyasi münakaşaların tam da göbeğinde yer alan akademisyenlerimiz var ki, neden bilim üretmek yerine daima siyasi tartışma başlıkları ürettiğimiz konusuna cevap ararken elimiz oldukça güçleniyor.
Akademisyenliği bir numaralı hayat standartlarını yükseltme aracı olarak gören, akademisyenlik ünvanlarını maddi gelirini ve kamuoyundaki prestijini arttırma yolu olarak düşünen ve siyasî arenaya atılmada sahip olduğu akademik ünvanları birer zıplama tahtası hatta trambolin işlevi olarak gören mevcut akademisyen kadroları ile karşı karşıyayız. Profesörlük mertebesine ulaştıktan sonra tek bir yeni makale dahi yazmayan, araştırma görevlilerinin emeklerinin yanı başına kendi isimlerini yazdıran, seçim dönemleri parti il başkanları ile el ele, göz göze muhabbetler kuran akademisyenlerle her gün her ortamda karşılaşmak mümkün. Bir de bunun yanında kendi dar alanları dışında kalem oynatmamış, sayfa çevirmemiş asosyal akademisyen taifesinin, yeri geldiğinde en önemli memleket meselesi karşısında hazırlanan manifesto niteliğindeki bildirilere aynı sert bilek hareketleriyle imza atmaları ise bambaşka bir mesele.
Esasında akademisyenlerin gözler önüne serilen bu portresi tam da ifrat ile tefrit noktasında gelip gitmenin tercümesi durumunda.
Akademisyenliğin aydın ve entelektüel olma, fikir beyan etme gibi muhtemel görevlerinden birini bilimsel çalışma yapma gayesi ve zorunluluğundan da ön plana çıkaranlar ile tam manasıyla ne bilim üretme gayesini karşılayabilmiş ne de kendisinden beklenen kamuyu ilgilendirir konular üzerine fikir beyan etme görevini yerine getirememiş akademisyenler arasında, literatürdeki ve ona bağlı umumi beklentileri karşılayan akademisyenler arasında kalmış bir akademi dünyası.
Ne olduğu, neyi temsil ettiği konusunda ciddi bir kafa karışıklığı yaşayan akademisyen camiasının temelini oluşturduğu bir üniversiteler sisteminin, dünya ile rekabet etmesini beklemeninde açıkçası biraz fazla ütopik olduğunu vurgulamak gerekir.
Tüm bu problemleri aşmak için öncelikli yapılması gereken işlerin başında ise akademisyenliğe geçiş, ünvanların alınması ve ünvanların sürekliliği konusunda birtakım ciddi ve katı standartların belirlenmesidir. Maddi kaygılardan öte, ilmi kaygıların motivesi ile bu mesleğe adım atma hedefinde olan adayların ön plana çıkarılması gerekir. Hülâsa üniversite eğitimimizin sıhhatli bir zemine oturabilmesi için evvela o eğitimin temel taşları olan akademisyen probleminin ortadan kaldırılması gerekir.