Hz. Peygamber ashâbın içinde bizzat yaşıyor iken, Müslümanlar arasında ciddî fikir ayrılıkları oluşmuyordu. Müslümanların karşılaştıkları inançla ilgili meseleler Peygamberimizin otoritesi aracılığıyla çözüme kavuşturulmakta ve Peygamberin çözümüne ciddî bir itiraz da vâki olmamaktaydı. Hz. Peygamber zamanında Müslümanlar topluluğunu birleştiren inançtan başka bir politik yapı, diğer bir deyişle bir devlet mekanizması, tıpkı İslam’dan önce var olmadığı gibi Peygamber devrinde de kurulmamıştı. Müslümanlar topluluğunu bir arada tutan şey kan birliği yerine inanç birliği olarak kurulmuştu.[1] Bu açıdan Ümmet Siyasi bir otoritenin çatısı altında birleşmeyi ya da bir politik birliği değil daha çok kabileden ayrı ve farklı olarak bir inanç birliğini ifade ediyordu.
İlk dört Halife döneminde İslam coğrafyası çok hızlı bir biçimde büyüdü. Hz. Ali’nin şehit edilmesiyle birlikte İslam toplumunda mülk ilk defa güçle el değiştirdi. Böylece İslam tarihinde de Emevi Devleti olarak bilinen ama Ümmetten Devlete geçiş olarak adlandırılmış süreç başlamış oldu. Zira devlet, “nihai olarak, kendi iktidar ve zenginliğini sağlama peşinde, artı değerin Üretim ve dağıtımıyla anlaşılabilir”. İslam ümmeti Hz. Peygamber döneminde bir inanç birliği içindeyken, yavaş yavaş üretim ve güç araçlarının denetimi ve kullanımıyla devlet ve topluma doğru evirilmeye başlamıştır.
Emevîler, kendi iktidarlarını güçlü kılmak, yönetimlerini meşru zemine yerleştirmek, söylemlerinden rahatsızlık duydukları muhalefetin gücünü ve direncini kırabilmek için akideden faydalanmaya çalıştılar. Böylece İslam toplumunun yerel kimlikleri ve Arap kavmiyetçiliğini aşan yeni bir üst kimliğe ihtiyaçları zuhur etti. Toplum yalnızca bireylerden oluşmuş bir bütünlük değildir. Toplum farklılık, çeşitlilik ve dayanışma gibi oldukça girift ilişkiler ağıyla örülmüştür. İslam coğrafyasında vahyin keremi ve ışığıyla inanlar önce bir araya gelerek ümmet olmuşlardı. Emeviler ile de iktidarın egemenliğine diğer bir deyişle devlete kavuşmuşlardı. Bu süreçle birlikte İbn Haldun’un dediği gibi kurulan şehirlerle de toplumsal alan doğmaya başlamıştır. İslam’ın II. ve III. Yüzyılı hem hızla yeni şehirlerin kurulduğu ve eski şehirlerin hızla büyüdüğü hem de farklı kültür ve düşünce evrenleriyle karşılaşma yüzyılları olmuştur.
Hicri II. yüzyılın başlarına gelindiğinde, Hindistan’dan Endülüs’e, Yemen’den İran ve Güney Anadolu’ya kadar çeşitli milletlerin, dinlerin ve kültürlerin olduğu geniş coğrafyaların Müslümanlaşması ve yabancı kültürlerin etkileşimiyle yeni fikir akımları doğduğu gibi, var olan önceki akımlar da farklılaştı. İslam toplumundaki bu çok hızlı değişim kuşkusuz Müslüman entelektüelleri yeni oluşan sosyo-kültürel yapıyı biçimlendirmek ve dönüştürmek için daha donanımlı ve hazırlıklı olmaya itti. Bir taraftan yeni ilimlerin tedvini ve yazılı kültür hızla gelişmeye bir taraftan da kurulan Şehirlerde yeni ilim merkezleri oluşturulmaya başlandı. Bütün bunlarla birlikte, bir Devlet olarak varlığını hissettiren ve kentleşme sürecine giren bir medeniyetin- Medine, Bağdat, Basra ve Kufe gibi- kendi içinde oluşturduğu değerler sistemini devam ettirmesi, savunması ya da kurumlaşmanın getirdiği problemleri sözlü düşünüş biçiminde kalarak çözmesi oldukça zordu.
II. Asrın başlarında İslam Düşüncesinde önemli ve yeni bir yapılanma başlar. Bu Toplumun bir akideye olan ihtiyacıdrı. Emevilerle devletleşen ve ümmetten topluma doğru evirilen Müslümanlar kâinatı, insanı ve Allah’ı anlatacak ve anlamlandıracakbir doktrine istinad etmeliydiler. İnsan ile Allah arasında ki bağı tesis etmeden kâinata yönelik bir imar başlatılmazdı. Ve ne yazık ki, Ümmet bu toplumsallaşma sürecini sancılı olarak sürdürmekteydi. Cemel ve Sıffin’de Ümmetin en güvenilir ashabı karşı karşıya gelmiş, ümmete liderlik eden Halifeler hep hain bir suikastla daru’l bekâya intikal etmişlerdi. Sıffin’de Hariciler ilk defa Müslümanları yaptıkları hatalardan ve işledikleri büyük günahlardan dolayı tekfir ettiler. İslam Ümmetindeki siyasi ve sosyal hareketler inanç alanında ciddi bir ayrışmaya ve çatışmaya yol açmak üzereydi. Tüm bunlar olup biterken toplumun içinde bir kısım ulema bize düşen bu tartışmalara girmeden öncekilerin yolundan gitmek lazım diyerek seslerini yükselttiler. Allahresulü ve Sahabenin demediği hususlarda konuşmak bize düşmez. Nakillere sarılmak yeter, dediler. Ashab-ı Hadis yada Selef denilecek bu kimselere karşı Ebu Hanife şunu söyleyerek itiraz etti:
“Hz. Peygamber’in ashabı için kafi olan senin için de kafi değil midir?” dediklerinde, “evet, ben onların durumunda olsaydım, onlar için mümkün olan benim için de mümkün olurdu.” şeklinde cevap ver. Oysaki onların şartları ile bizim şartlarımız birbirinin aynı değildir. Biz, bize ta’n eden, kanımızın dökülmesini helal sayan kimselerle karşı karşıyayız. O halde aramızda isabetlinin ve hatalının kim olduğunu bilmememiz, canımızı ve ırzımızı müdafaa etmememiz caiz değildir. Hz. Peygamber’in ashabının hali, kendileriyle vuruşanı olmayan, silah taşımaya ihtiyaç duymayan bir kavmin hali gibidir. Hâlbuki biz, bizi vuran ve kanımızı helal sayanla karşı karşıyayız.
Hızla coğrafi alanda genişleyen İslam toplumu aynı zamanda birçok farklı felsefi ve kültürel inançlarla karşı karşıya gelmeye de başlamıştı. İç ve dış tehdit ve sorunlar Müslümanların kendi içinde orta bir yolu bulmasını ve inanç alanında sahih bir yolu izlemesini gerekli kılmaktaydı. Bu süreç bir kısım ulemanın inanç ve akide alanında eserler yazmasını ve kelam ilmi ile meşgul olmasını zorunlu hale getirmiştir. Akaid bu dönemde İslam toplumunun millet olmasını temin edecek, dini referans noktalarının inşa edilmesini sağlayacak bir temel oluşturdu. Ebu Hanife Fıkhu’l-Ekber, el Vasiyye, el Alim ve’l-Müteallim gibi eserlerle anılacak İslam toplumunda itidale davet eden ve eşitlikçi bir akaid çağrısı yaptı.
- Allah’ı ve Allah katından gelen şeyleri kalp ve lisanla tasdik eden kimse, Allah katında ve insanlar yanında mü’mindir.
- İnanan gerçekten mümin, inkarcı da gerçekten kafirdir. Küfürde şüphe olmadığı gibi imanda da şüphe yoktur. Kişinin “Ben gerçekten müminim” demesi ve imanında şüphe etmemesi gerekir.
- Amel imanın gayrı, iman da amelin gayrıdır.
- Bil ki; ben ehl-i kıblenin mümin olduğunu söylüyorum, farzlardan herhangi birini terk etmelerinden dolayı onları iman dan çıkmış saymıyorum.
- Tenzili inkar etmedikçe te’vilin inkarı küfr sayılmaz.
Ebu Hanife açıkça Emevilerin daha sonra Müslüman olan ve Arap olmayanları tanımlamak için kullanılan mevali politikalarına akaidin o keskin diliyle karşı çıkıyordu. İman etmek bakımından Arabla mevali arasında hiçbir fark olmadığını, imanın toplumu tek bir millet haline getirdiğini söylüyordu. Adaletin ve itidalin bu gür sesi önceleri sert bir muhalefetle karşılaştı. İslam toplumunun gündemine giren siyasi ve itikadi konular ve hızlı değişim ve mevalinin öne çıkması Ashab-ı Hadis tarafından bozulma ve dininden uzaklaşma olarak görüldü. Kur’an’a ve sünnete dönüş çağrıları başladı. Dini anlama ve açıklamada toplumun birliği için akli tefekkürü reddeden ve kendisine mevcut statükonun devamı ekseninde bir yol çizen ve adına Selef denilen bir anlayış doğdu.
Selef kelimesi lügatte “öne geçmek”, “öne geçenler”, “önceki topluluklar”, “öne geçirilen topluluk”, gibi anlamlara geliyordu. İdeolojik olarak ise “selef “ dinin emir ve yasaklarına tam olarak uyan Sahabe ve Tabiun’u ve onlardan gelen rivayetlere olduğu gibi uymaya çağrıydı. Fakat unuttukları şey aslında kendilerine karşı olan Ehl-i Rey’in de zaten Sahabe içtihatlarına dayandığıydı. Selef akli tefekküre, düşünceye ve aklın yeteneklerine dolayısıyla insana şüphe ile yaklaşıyor ve ona güvenmiyordu. Bundan dolayı da Selef nassa, nakle ve rivayete zahiri anlamıyla sarılıyor ve akli, istidali yorumu reddediyordu. Selef Yüce Allah’ın inanılacak ve uyulacak tüm hususları Kur’an’da açıkça beyan ettiğini, Peygamber’in de gerek söz ve gerekse filleri ile bunları açıkladığını ve bunun dışındaki tüm anlayışlarında bid’at olduğunu savunuyordu. Ebu Hanife’yi sert biçimde dini bozmakla itham ediyorlardı. Ebu Hanife zihniyeti esas alındığında, tutucu kanadın bu tepkilerinin anlaşılabilir tepkiler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Ebu Hanife anlayışı yeni sorunların farkında olan bir anlayıştır. Günün meselelerinin, selefe ittiba gibi naif bir yolla çözülemeyeceğini bilmektedir.
Devletleşen toplum ve Milletleşen ümmet Selef’in naif çözümleri ile yönetilemeyecek kadar genişlemişti. Artık toplum yasa, kanun ve kurumlar üzerinden yönetilecekti. Ve bu süreç Ebu Hanife’yi haklı çıkardı. Onun talebeleri Emevilerin son döneminden başlayarak kurulan devletlerin hukuk sistemini kuran kadılar olarak atandılar. Hicri III. Yüzyıl ile IV. Yüzyılda Ebu Hanife’nin kurduğu Ehl-i Rey denilen hukuk sistemi gücünü ve devlet yönetim mekanizmalarındaki başarısını ispatladı. Daha sonraki yüzyılda Eş’arilik ve Matüridilik Ebu Hanife’nin bu akaid çıkışını devraldı. İslam düşünce tarihinde Ehl-i Sünnet çatısını oluşturan Eş’arilik ve Matüridilik bu akaid ilkelerini merkeze alarak İslam kültür ve Milletinin yönünü tayin ettiler. İslam Milletinin kurucu metni olan birçok akaid metni kaleme alındı. Ebu Hanife, Ömer Nesefi, Hakim es-Semerkandi ve Tahavi metinleri ve bunların şârihleri bundan sonra yer vereceğimiz ilkelere sarıldılar. Bu ilkeler bu gün İslam Dünyası diye bahsedilen ortak bir kültür dünyasının, meydana getirilen kurumların, Felsefeden, Tasavvufa, Matematikten Tıbba ilim ve düşün hayatının kurucu ilkeleri oldular. Bu gün bir İslam dünyasından bahsedemeyişimizin ana nedeni de Müslümanların bu kurucu akaid ilkelerinin unutmuş ya da unutturulmuş olmasıdır.
Akaid ilkelerini yakından tanıdıkça neden bu tanımların yapıldığını ve İslam dünyasının geleneksel kodlarının nasıl çizildiğini daha iyi anlama imkânına kavuşmuş olacağız. Son zamanlarda Ehl-i Sünnetten uzaklaşarak Selefileşen, İslam’ın yaklaşık bin yıllık bir tarihine yöne veren Anadolu ruhunun gittikçe kuruyarak solduğunu gördükçe İslam Milletinin buna olan ihtiyacı umarım daha iyi anlaşılacaktır. Rabbim emeklerimizi boşa çıkarmasın, tüm okurların Ramazanı mübarek olsun. Duayla…
Not: Yazıda Ümmet kelimesi dar anlamda tek bir etnik topluluğun içinde oluşan inanç birlikteliğini, cemaati, Millet ise farklı etnik unsurların ortak bir akaid etrafında oluşturdukları topluluğu, cemiyeti ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Bu kullanım Osmanlı’da çokça itibar edilen bir kullanımdır: İslam milletindenim, Türk ümmetindenim. Şemsettin Sami’nin Kamusu Türki, “millet” maddesine bakınız.
[1] Şahin Uçar, Tarih Felsefesi Açısından İslam’da Mülk ve Hilafet, Konya, 1992, s. 34
https://www.turkocaklari.org.tr/hilmi-demir/akaid-islam-toplumun-milletlesme-sureci/1429 sayfasından alınmıştır.