Âkif’le Berâber Ağlamak 

 

Osmanlı’nın son dönemlerinde “Avrupaîlik”le muhafazakârlığı, bir sendeleme hâliyle bir arada götürmeye çalışan konak ve yalı asilzâdeleri gibi bugüne uzanan târihî seyrin şimdiki zamanında gâye ile vasıtâyı birbirine karıştıran; içerisini sâdece lafazanlığını yaptığı fikir kırıntılarıyla doldurduğu ritüellerin fasit dairesinde hapsolmuş; nevi şahsına münhasır bir vizyonu, kültür ve medeniyet hayâli olmayan; kendisine iş insanı, sanayici, bürokrat, gazeteci, sanâyici vs denilen ve muhafazakâr yakıştırması yapılan lümpen tipler… 

İstikbâl, müslüman toplumların öncü birliğini bu tiplerin oluşturacağı bir devir olmamalıdır. 

Rütbesi ve mevkîsi ne olursa olsun, ahlâkî değerlerden mahrum ve insanlığın rahle-i tedrîsinden geçmemiş olanlar, kalpazanların bastıkları sahte paralar gibidirler. Bunların bir memleket için en tehlikeli yanı, her devirde her köşe başında yer tutmuş olmaları ve liyâkat ehliymiş gibi görülmeleridir. 

Yetimler, yoksullar açlar, evsiz barksız, kimsesiz ve sâhipsiz insanlar yurdunda karnı tok, başı dik ve gülerek dolaşanlar var ya, onlar; târihin hemen her devrinde aydınlık memleket ufkunun yüz karasıdırlar. 

Bir saman çöpü gibi modern çağın girdâbına kapıldık ve düştüğümüz girdapta yaşadığımız hengâme, telâşe ve heyecanla çok mühim hatâlar yapıyoruz. Çünkü kafamız karışık çünkü sâatlerimizin yeknesak tiktakları bizimle hırsız polis oyunu oynuyor. Bu kovalamacada her an tökezleyip düşmek ya da peşimizdekini atlatıp istikbâle doğru yol alırken kendini küllî irâdeye, ilâhî mukedderâta teslîm ederek koşmak var; arkaya bakmadan, geriye dönmeden, teslîm olmadan sonunu düşünmeden menzil-i maksûda doğru yağız atlar gibi koşmak… 

*** 

Aşk İsyânı… 

İsyân, bazılarının zannettiği gibi ruhun bir muvazenesizliği değil, için için yanmanın çıkardığı bir sestir; mürekkebi kan olan, bütün sınır ve nizamlarının insan nefsinin avutulması üzerine çizildiği yol haritalarını parçalayarak “Hakk’ı tutup” kaldırabilmenin adıdır. 

“Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı, İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım” diyebilme irâdesidir. 

Dicle kenarında kuzuyu kapmak için fırsat kollayan kurda meydan okumak, mazlumların hâmisi olmaktır isyan! 

Hüsrânı, isyân-ı aşkla kucaklayabilmektir. 

Böyle bir aşkın isyanı, ahlâkî şuurla beslenen yüksek sorumluluk duygusunun temelleri üzerinde yükselir. 

Bu isyanı, ahlâk ve imân kalesinin yüksek burcu olan bir mücâhidin hayâtının ve eserlerinin her safhasında görürüz.

O, kılıçla değil; zırhsız miğfersiz, yalın yürek, yalın kalemle hüzün ve ızdırâbı kendisine yoldaş edinerek içindeki aşk isyânını haykırmıştır. 

Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem; Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım ! 

Ağlamak, boğulan vicdânımızı bir nebze olsun ferahlatmak içindir. 

Ağlamak, belki bir ilk yardım tedâvisi; kanayan kalbimize sürülen bir merhem; çâresizlikten bunalan ruhumuza bir nefes, bir dirlik… 

Ama onca zaman oldu ki ağlamayı unuttuk; öyle hıçkıra hıçkıra değil sessiz sessiz ağlamayı bile.. 

“Ağlar Safahatımdaki hüsran bile sessiz” diyen; aşkı, hüsranı ve isyânı bize; iliklerimize kadar hissettirebilen Safahat’ın her yaprağına bir sorun hele! 

Sorun!…

Ve gönül gözünüzü açın; pas tutmuş kulaklarınızı açarak işitin! … 

İşte o zaman hissedersiniz sayfalara sinmiş soluklarını bazı yüce ruhların… 

O ruhlar ki târihin karanlık sayfalarını aydınlatan, rahmet iklimlerine kucak açanların ölüleri dirilten nefesleri gibidir. 

Sonra, şehrin derbeder ve kimsesiz sokaklarında fukarânın, yetimlerin, kimsesizlerin âhını işitirsiniz orada… 

Yanmış yıkılmış ocaklarıyla; üzerinde ot yerine insan saçları biterek kabristana dönüşen bir vatan toprağının acı ve hazîn manzarasını görürsünüz… 

Ehl-i Sâlib’in karşısına dikilen destân kahramanlarının arasında bulursunuz kendinizi; Allah’a bu kadar yakın olmanın, böyle gürültülü patırtılı, toz duman ve kan deryâsı içerisinde olunabileceğinin idraki çok güçlü bir zelzele meydana getirir bütün bedeninizde de sıtma nöbeti tutmuş gibi zangır zangır titrersiniz. 

Kederidir içinizde bir çığ gibi büyüyen; uğursuz ellerce baltalanan devâsa bir çınarın çatırdayarak yere devrildiği gibi koskaca bir medeniyetin yıkılışına şâhit oluşunuz… 

Gözyaşlarının çiğ taneleri gibi biriktiğini, damlaların âhenkli sesler çıkararak yere düştüğünü duyarsınız; kusursuz bir armoni, yek-âhenk bir vecd ile zikir ve secde ferâhlığının hazzında hırçın ve azgın bir denizin dalgalarından, sakin bir limana sığınmanın hâlidir hissetikleriniz. 

İşte o zaman siz isteseniz de istemeseniz de yüreğinizde çakan şimşek, göklerden rahmet boşanır gibi bir sağanaktır gözyaşlarınız; hıçkıra hıçkıra ağlarsınız. 

*** 

Ne bin üç yüz kırk iki yıldır süren kan davâsı, 

Ne yüzlerce yıl süren âlem-i İslâm’ın sefâlet manzarası 

Evet, asırlarca ettiğimiz kavga değdi mi bir yarayı sarmaya?

Değmez tabii ki

Devam ettikçe kardeş kardeşi vurmaya

Cehâlet, atâlet, miskinlik sarmış her yanı

Fitne ve bozgunculukla dökülmekte onca mâsumun kanı

Yâ rab bu nasıl bir imtihândır ki

Herkes bigâne olmuş hâlimize,

Herkes kör ve sağır !..

İnledikçe eksilmez sırtımızdan

Yükümüz çok ağır!

Can çekişmede insanlık,

Saplanmış bir batağa

meflûc olmuş,

Nâfile bekleme kıyâmeti,

Evvel âhir dünyânın

her köşesi

Ye’cûc Me’cûc’la dolmuş!

Kuru bir hevâyı hevesi artık bırak!

Ne yaptın bunca zaman dön bir defa arkana bak!

Aşk ile gayret ile ilim ve irfan ile varır insan menzile,

Bundan gayrısı nâfile.

İlâhî!

Hadsizce çaldım kapını kimsesizliğimle, 

Yüzüme kapatma, geri çevirme 

Merhamet kıl şu büyük çâresizliğime.

Kemâl ÇOPUROĞLU

Yazar
Kemal ÇOPUROĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen