Esat ARSLAN
Osmanlı’nın millet birliği, ulusların birbirleriyle bütünleşikliği fıkra gibi anlatılır, geçmişin Osmanlı topraklarında. İlk defa, yıllar önce Lübnan’da duymuştum, dudaklarımda buruk bir acı bırakan şu fıkrayı. Pazar yerinde bir Maronit’le bir Dürzi kavga ederken, onu ayırmaya çalışan, bir Osmanlı zabiti portresi çiziliyordu, bu fıkrada. Osmanlı Subayının bir gözü, bir kolu, bir ayağı yoktu, ama kavgayı ayırmaya çalışır, dimdik tahta bacağı üzerinde, hiç yüksünmeden. Karşıdan kavgayı gören biri yanındakine sorar “-Bu Osmanlı Subayı deli mi, ne?” diye. Cevap acıdır ama gerçek de budur. “- Osmanlı bunu kendine her zaman görev edinmiştir, unutmayın ki, onun uzuvlarını da biz yok etmişizdir.” Acı ama gerçek, burada yaşadığım için söylüyorum, gerçeğin ta kendisidir, bu fıkradaki gözlem.
Osmanlı’nın kolu, bacağı yine kendi halkları ve yayılmacı devletlerle kapalı kapılar arkasında ihanet şebekesini örgütleyenler tarafından yapılmıştır. Ama o hiçbir zaman yılmamıştır. Bunu niçin söylüyorum, Osmanlı’nın devamı Türkiye Cumhuriyeti de, babasını bir neseb-i sahih olarak inkâr etmemiş, bu vizyonik vazifeyi kendisine şiar edinmiştir. Kim ne derse desin, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devletinin devamıdır. Osmanlı, hükümranlığı altındaki toprakları bir vatan toprağı diye, bir toprak bütünlüğü olarak görüp savunmuştur. Türkiye Cumhuriyetinin şimdi savunduğu gibi. Osmanlı her zaman halklarına, bir vücudun uzuvları gibi, ahenkle, uyum içerisinde işleyen bir bütünün parçaları olarak bakmıştır, bakmasını bilmiştir. İşte bu nedenle Orta Doğunun temel birliği kültür birliğidir. Kültürden kastedilen, bilgiler yığını, bir çuval laf-ı güzaf değildir. Kültür, sosyal değerleri davranışları, tutumları ve toplumsal örgütlenme biçimlerini kapsar. İşte Araplarla Türkler arasında en kuvvetli bağ bu kültür ortaklığıdır. Kuşkusuz, bu kültürün temelinde yatan kuvvet İslamiyet’tir. Dar-ül İslam, barış içerinde birlikte yaşama arzusu karar ve azmidir. Bu bir sübjektif değer yargılarını öne çıkarak bir ümmet anlayışıdır ve zihniyetidir. Bu bir anlamda ezan sesidir, aynı zamanda bir hazzandır ve çan sesidir de. Çan’ı da Hazzan’ı da dışlamaz, eğer kendinin yaşadığı coğrafyanın insanıysa. Dışarıdan gelene yabancıdır, yabansıdır.
İslam, halen Araplarla Türkleri ve bu dini paylaşan milyonlarca diğer insanları birbirlerine yaklaştıran ve kültür alanında aralarında bir birlik yaratan yegâne güçtür.[1] Fakat İslamiyet’i yalnız dar manada bir din olarak görmek ve o şekilde ele almak, Batının din görüşünü aynen kabullenmek olur ve İslamiyet’i de Batının gözü ile değerlendirmek gibi temelsiz ve tehlikeli bir sonuca götürür. Başka bir deyimle İslamiyet’i Batı gözü ile görmek onu Hıristiyanlığın bir benzeri din haline sokmak demektir ki bu da hem İslamiyet’in ruhuna, hem de tarihine ve sosyal yapısına taban tabana karşıttır.
İşte bu nedenle, II. Abdülhamit hem Ümmet-i İslam tebaa hem de Millet-i İseviye, Millet-i Museviye, Millet-i Sadıka kısaca kafa vergisi “cizye” veren reaya tarafından sevilir, en çok da Araplar tarafından sevilir. Yaşadıkları toprakları özellikle de Filistin’i Yahudilere satmadığı için dik duruş sergilediği için sevilir. Şöyleydi, böyleydi demeyelim, açın haritayı önünüze, onun zamanında Osmanlı Devleti, bugünkü Balkanlar’da Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Bulgaristan ve Yunanistan’ın kuzey kısmını, Ege adalarını, Ortadoğu’da bütün Maşrık (Doğu) Arap dünyasını, sadece sözde değil, dominyon statüsünde bağlı Mısır ve iki sancak olarak bugünkü Libya’yı kapsıyordu. Yine onun zamanında, ne Kudüs’e ne Hicaz’a, ne Şam’a ne de Bağdat’a yayılmacı emperyalist güçler girmemişti. Doğruya doğru, eğriye eğri, o topraklar Dar-ül İslam’ın kutsal yerleriydi. Oraları tam anlamıyla Mekke-yi Mükerreme Medine-yi Münevvere içine alan yabancıların girişine yasak olan “Haremeyn”’di. Üç semavi dinin merkezi Haram-ı Şerif bir hac merkeziydi. Müslümanlar, hac fariziyesine Kudüs’ten başlarlardı. Tam manasıyla Hacı olabilmek için Kudüs mutlaka ziyaret edilirdi. Allah’ın karşısında bir nevi boyun eğişin, Allah’a dönüşün ve yürekte müthiş bir sevgi ve ürpertilerle huşunun hissedildiği yerlere cennet mertebesinde sahip çıkılırdı. Buranın II. Abdülhamit, hüküm sürdüğü dönemde yayılmacıların güdümündeki misyoner mekteplerinden mezun Osmanlı entelicantsiyanın, kısaca Osmanlı entel takımı büyük çoğunluğu tarafından da sevilmezdi. Halkının indinde Osmanlı’nın en başarılı padişahı olarak gösterilirken, bu entel dantel takımının indinde de devlet işlerini kaldıramayacak kadar basiretsiz ve çapsız olarak görülürdü. Düşünebiliyor musunuz, Mehmet Akif Ersoy bile “Semerci ve Eşekler” şiirinde Abdülhamit’i eşeğe, devleti de semere benzetmiştir. Yine bu şiirinde, 1905 yılında Yıldız Camii’nde Ermeniler tarafından gerçekleştirilen ancak başarılı olmayan suikast olayını anımsatarak, II. Abdülhamit için “Semerci Usta geberseydi, değmeyin keyfe!” dizilerini bile söyleyebilmiştir. Malum, kendini Türk aydını hisseden kişilerin belleklerinde derin izler bırakan Tevfik Fikret’in ünlü “Bir Lahza-i Taahhur” şiirinde “avcı ve tuzak” metaforu ile suikast girişimi ve suikastçı Ermeni’yi övülmüştür.
“Silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin
Bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.
Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
Attın… Ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!”
İşte bu Türk ve Arap entel dantel takımı tarihlerini ve toplamlarını, Batının kasıtlı olarak ortaya attığı, olumsuz yargılarına dayanarak küçümsemişler ve kültürlerinden yabancılaşmışlardır. Ülkemizde ve Arap ülkelerindeki misyoner mekteplerinde, seküler yabancı okullarda ve yurtdışında bu tür okullarda yetişmiş birçok okumuş, özellikle yüksek eğitim görmüş muhterem zevat, İslam ülkeleri tarihi, uygarlığı ve toplumları hakkındaki görüşlerini ve değer yargılarının birçoğunu Batıda Şarkiyatçılık ya da bilinen adıyla adı ile “Orientalizm” kökü misyonerlerin İslam toplumundaki çalışmalarından almışlardır. Orientalizm’in kökü misyonerlerin İslam toplumunu Hıristiyan yapmak için giriştikleri çabalardadır. Orientalizm’in siyasi amacı İslamiyet’i ve İslam toplumlarının inceleyerek onların zayıf noktalarını bulmak, Müslümanlar arasında kendi dinlerine ve toplumlarına karşı şüphe uyandırarak onların kendi kültür ve medeniyetlerine karşı yabancılaşmalarını sağlamaktır.
Bu arada gri değil, kara propagandayı da unutmamak gerekir. Orientalizm’i bir araç olarak kullanan yayılmacı emperyalist devletlerin Osmanlı Devleti’nin 34. padişahı ve 113. İslam halifesi olan Abdülhamit Han için üretmiş oldukları Kızıl Sultan’ı İslam kültür birliğinden, Panislamizm’den dolayı dünya kamuoyunun gündemine getirmişlerdir. Ermeni asıllı Fransız yazar Albert Vandal’ın “Kızıl Sultan (Le Sultan Rouge, Sultan Ruj diye okunur)” şeklinde ortaya attığı iftiraları aynen alanlar, binlerce karikatür çizmekle kalmamış bu yalan dolanı ansiklopedilere yazabilecek kadar katı bir cehalet içerisinde genç nesilleri aldatmışlardır. Unutmayalım, Sevgili okurlar, Panislamizm, II. Abdülhamit tarafından üretilmiş bir kavram değildir. Çarlık Rusya’sının Osmanlı Devletine meydan okuduğu Panslavizm’e karşı, ülkesini koruma dürtüsüyle oluşmuş bir karşı koyma refleksidir. Yine unutmayalım, hem Panislamizm, hem de Pantürkizm, Berlin’de Alman Genelkurmayının Büyük Karargâhında II. Kayser Wilhelm tarafından Almanya’nın dünya egemenliği “Weltpolitik” içeriğinde ete kemiğe büründürülmüş, ithal bir kavramdır. Bu kavram Osmanlı’ya özgü değil, bir dünyaya meydan okuma hiç değildir. II. Abdülhamit, bir Büyük Cihat (Cihat-ı Ekber) ilan etmemiştir, Cihat-ı Ekber Birinci Dünya Savaşı başında V. Sultan Mehmet Reşat tarafından Almanlar marifetiyle yürürlüğe konulmuştur.
Geçmişten günümüze Roma’dan devralınan Yenidünya Düzeni (Novus Ordus Secularium) ya da Latince adıyla “Yeni Dünyevî Düzen” Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alması sonucu Osmanlı Devleti’nin bir dünya devleti olarak III. Roma’yı tesis etmesiyle doruk noktasına ulaşmıştır. Millet-i Hâkime (core state) dışında kalan gayr-ı Müslimler meyanında Millet-i İseviye, Millet-i Museviye, Millet-i Ermeniye kendilerine tevdi edilen “Etnarkos””Katalikos” kavramlarıyla “ulus başılığa” yükseltilmişlerdir. Bir başka deyişle kilise ve havralar hem dünyevi hem de uhrevi merkezler haline getirilmiş, bu şekilde İstanbul’un üç semavi dinin merkezi konumu sağlamlaştırılmıştır. Yeni Dünyevi Düzeninin “Dar-ül İslam düşüncesi “Ümmet-ül İslam”, Devlet Ebed Müddet ve Nizami Âlem düşüncesiyle bütünleştirilmiştir. Devlet-i Aliye, Roma’dan devralınan “Patricide- Fratricide- Filicide” (Baba, kardeş ve evlat katilliği) otoritenin tek elde toplanması genel prensibi çerçevesinde hanedan oluşumuna izin verilmeyerek, Devlet-i Seniye ‘de yönetimin merkezileşmesi sağlanılmıştır.
Papa’nın Latin Kilisesi ve Fener Rum Patriği’nin Ortodoks Kilisesi tahakkümüne karşı Millî(Sırp, Bulgar, Hırvat ve Makedon) Kiliseler geliştirilerek, İncil’ in herkes tarafından kendi anadilinde okuması temin edilmiştir. Türk insanının “Orta Asya”dan beri Batı’ya doğru hareket ettiği, yüzünün de her dönemde, belli açılarla, bazen çok bazen de az, Batı’ya dönük olduğunu göz ardı edilmemelidir. Kurtuluş Savaşında Büyük Taarruz sonrası, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “ Ordular ilk Hedefiniz; Akdeniz’dir” demesi bunun en çarpıcı bir örneğidir. Dikkat edin, Gazi, bir Yunan terimi olan “Ege Denizi” dememiş, doğrudan Batı’yı hedef olarak göstermiştir. Çünkü Türkler yönleri renklerle ifade eden uygar bir millettir. Doğu sarı, kuzey kara, güney kızılla ifa edilirken, ak ise batıdır. Yerleşim yeri olarak “yeşil” renk benimsenmiştir. Karadeniz, kuzeydeki denizdir, Karaköy İstanbul’un tarihi yarımadasının kuzeyindeki köydür. Kızıldeniz Türkiye’nin güneyindeki denizdir. Sarı Irmak, Sarıkamış doğudaki nehir ve yeri simgelemektedir. Türkiye’nin ve Türk insanının yönünü döneceği yer batıdır. Türkiye Cumhuriyeti, toplamda 28 stratejik ortaklık, 20 ülkeyle Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyleri, Üçlü Bölgesel Mekanizmalar, Bakanlar düzeyindeki çeşitli mekanizmalar ve 19 adet Serbest Ticaret Anlaşmasıyla geniş bir işbirliği ağına sahiptir. Türkiye, Balkanlar, Orta Doğu ve Kuzey Afrika, Güney Kafkasya, Güney Asya ve Orta Asya’daki ülkelerle olan yakın ilişkilerini daha da geliştirmeye önem vermelidir.
Küreselleşmenin mesafeleri giderek önemsiz hale getirdiği bir dünyada Türkiye, Sahra-Altı Afrika, Latin Amerika ve Asya Pasifik bölgelerine açılım politikalarını da derinleştirmelidir. Bir şeyi daha unutmamak gerekir, Türkiye sadece kendisi için değil yönünü batıya dönmekle Avrupa’daki halklara da yol göstericiliğini sunabilecektir. Bu Türk insanı ile simgeleşen misyonik bir görevdir. Eğer bizler, mantıkla duygularımızı karıştırmamayı başarabilirsek, Türkiye’nin yönünün batı olmasından doğal bir şey bulunmamaktadır.
Bir gerçeğin daha altını çizmek gerekirse, AB’nin bölge üzerindeki politik ve ekonomik vesayetinin olumsuz sonuçlarından etkilenen özellikle de Balkan ulusları kendilerini Türkiye’ye daha bir yakın görmektedirler. AB’den hoşnutsuz bölge uluslarına Osmanlı’nın devamı Türkiye Cumhuriyetinin yumuşak güç konumu daha cazip görünmektedir. Osmanlının adını pek zikretmediği, ancak Balkan ulusları arasında yaşayan ve gelişmiş bir ekonomik ve kültürel birliktelik, bir başka deyişle Osmanlı Devletler (Ottoman Commonwealth) Topluluğu fikrinin tekrardan hayatiyet kazanması üzerinde durulması gereken önemli bir husus olduğu düşünülmektedir. Osmanlı Devletinin devamı olan köklü bir devlet ve demokrasi geleneğine sahip, Türkiye 95 yıllık Cumhuriyet deneyiminde, tarihin doğru tarafında yerini almıştır. Sahip olduğu avantajları, merkezi coğrafi konumu, derin tarihi deneyiminden, genç ve eğitimli nüfusundan ve dinamik ekonomisinden kaynaklanmaktadır. Türk dış politikası birbirini tamamlayan çok sayıda siyasi, ekonomik, insani ve kültürel araçlardan istifade etmekte ve küresel bir ölçekte faaliyet göstermektedir. İşte bu nedenle Osmanlı’dan devraldığı miras olan Osmanlı Devletler Topluluğu (Ottoman Commonwealth) ortak değerler ve zenginliğin üleşilmesi düşüncesinden hareket edilerek, Türkiye’nin ön ayak olacağı İslam ve Türk Dünyasını kapsayacak tarzda «MERKEZİ DEVLETLER TOPLULUĞU» (CENTCOM görev alanıyla uyumlu ) tesis edilmelidir.
Bu işe Doğu Akdeniz Dörtlüsü (Levant –IV Projesi )(TC, Irak, Lübnan, Ürdün ) başlamalıdır. Suriye’nin durumu belirginleştikten sonra kardeş Suriye halkı da bu birlikteliğe katılmalıdır.
Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti, 28 stratejik ortaklık, 20 ülkeyle Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyleri, Üçlü Bölgesel Mekanizmalar, Bakanlar düzeyindeki çeşitli mekanizmalar ve 19 adet Serbest Ticaret Anlaşmasıyla geniş bir işbirliği ağı ve veri tabanına sahiptir. Bu cümleden olmak üzere; “Vizyoner Türkiye”’nin “Âkil Devlet Vizyonu” aşağıdaki genel ilkeleri kapsamalıdır.
1. Türkiye dünyadaki gelişmeleri bekleyip, yeni düzen oluştuktan sonra bunlara tepki veren bir ülke olmamalıdır.
2. Türkiye krizden krize koşturan “itfaiye eri” yaklaşımı ile gücü dağıtılmamalıdır.
3. Türkiye, Ankara merkezli önleyici kararlar alan / müdahalede de ön alabilen bir ülke konumunu sağlamlaştırmalıdır.
4. Türkiye girişimci ve insani dış politikası ile yeniden şekillenen küresel kültürün yapışkanı, olabildiğince tutkalı olmalıdır.
5. 100. yılında Türkiye dünyanın 10 büyük ekonomisinden biri olacak biçimde tüm varı gücüyle üreticiliğini merkeze oturttuğu hedefine yönelmelidir.
Dipnot
[1] Kemal H. Karpat, “Türk Arap İlişkilerine Toplu Bir Bakış” Türk Arap İlişkileri, Geçmişte, Bugün ve Gelecekte, I. Uluslararası Konferans Bildirileri, Ankara, 18-22 Haziran1979, s 4