“Akıl” ve “Zekâ” Kavramları Üzerinden Bir Medeniyet Okuması

“Akıl” ve “Zekâ” Kavramları Üzerinden Bir Medeniyet Okuması[i]

A Discussion On Civilisation Through The Concepts Of Reason And Intelligence

Dr. Ahmet Emre DAĞTAŞOĞLU[ii]

ÖZ

“Medeniyet” meselesi birçok araştırmacının üzerinde durduğu bir konudur. Ge­nellikle medeniyetlerin sosyo-politik özelliklerine yoğunlaşan ve tarihsel bir yaklaşım izleyen bu araştırmaların önemli bir kısmı, medeniyetler arasında çe­şitli bağlamlarda karşılaştırmalar yapmaktadır. Bu çalışmada da bir karşılaştır­ma yapılacak olmasına rağmen, mesele “akıl” ve “zekâ” kavramları üzerinden temellendirilmeye çalışılarak farklı bir yol izlenecektir. Bu amaçla önce “akıl”, “zekâ” ve “medeniyet” kavramları tanımlanacak, ardından Batı Avrupa ve Doğu Akdeniz medeniyetlerinin sosyo-politik özellikleri Roma İmparatorluğu’nun çö­küşü başlangıç kabul edilerek incelenecektir. Buna bağlı olarak, “akıl” ve “zekâ” kavramları üzerinden söz konusu medeniyetlerin nasıl değerlendirilip karşılaştı­rılabileceği üzerinde durulacaktır. Sonuç olarak da genel bazı değerlendirmele­rin yanı sıra Türkiye özelinde ne gibi tespitler yapılabileceği ve günümüz sorun­larıyla ilgili doğru teşhisler koyabilmek için, çalışma boyunca temellendirilen fikirlerin bize ne gibi kolaylıklar sağlayacağı gösterilmeye çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: akıl, zekâ, medeniyet, doğu, batı, Rönesans, Ortaçağ, Fe­odalizm, kilise, devlet.

 

ABSTRACT

It is a fact that a number of academicians discuss the issue of “civilisation”. A considerable amount of the studies, which concentrate on the socio-political features of civilisations in a historical manner, make comparisons between these civilisations in different contexts. Despite the fact that another comparison will be made in this study, the problem will be discussed from a different viewpoint through the concepts of “reason” and “intelligence”. For this purpose, firstly the concepts of “reason”, “intelligence” and “civilisation” will be determined. Then, Western and Eastern Mediterranean civilisations will be discussed from the point of their socio-political features taking the collapse of the Roman Empire as starting point. Furthermore, some details will be emphasized including how these civilisations can be compared and taken in consideration through the concepts of “reason” and “intelligence”. Finally, what assessments especially in the case of Turkey will be evaluated, and what benefits we would achieve out of the ideas those tried to be clarified throughout the study to find proper solutions will be indicated.

Keywords: reason, intelligence, civilisation, east, west, Renaissance, Mediaeval, Feudalism, church, state.

Giriş

Felsefi araştırmalarda kavramları yerli yerinde kullanmak büyük önem taşımakta, buna bağlı olarak ele alınan konular olabildiğince sınırlandırılmaktadır. Bu sebeple farklı alanlara gönderimde bulunan kavramları birlikte düşünmek ve bunlar arasında bağlantılar kurmaya çalışmak kimi tehlikeler içermektedir. Özellikle de “akıl”, “zekâ” ve “medeniyet” gibi hem günlük dilde hem de bilimsel çalışmalarda farklı bağlamlarda, çok çeşitli anlamlarla kullanılan kavramlar söz konusu olduğunda bu tehlike bir kat daha artmaktadır. Ancak, bu tehlikelere rağmen, ele alınan mesele yeterince temellendirilebilirse ufuk açıcı sonuçlar elde edilebileceği ileri sürülebilir. Bu çalışmada da “akıl”, “zekâ” ve “medeniyet” kavramları arasında nasıl bir bağlantı kurulabileceği üzerinde durulacak, buna bağlı olarak Batı Medeniyeti ile Doğu Akdeniz medeniyetleri[1] arasında ne gibi farklılıklar olduğu bu kavramlar üzerinden açıklanmaya çalışılacaktır. Sonuç olarak Akdeniz’in doğusunda gelişen medeniyetlerin mirasçısı olan Türkiye’de sürekli dillendirilmesine rağmen tam teşhis edilemeyen ve teşhis edilemediği için de çözülemeyen kimi sorunlarla ilgili tespitler yapılacaktır.

Kavramsal Çerçeve

Makalenin konusunu oluşturan kavramların birçok muğlak yönü bulunması sebe­biyle bu kavramların çalışmada hangi bağlam ve anlamlarda kullanılacağının sıkı bir biçimde tanımlanması gerekmektedir. Zira söz konusu kavramlardan akıl ve zekâ sosyal yapı ile bağlantılı oldukları kadar biyolojik yönleri de olan çok boyutlu kavramlardır. Üstelik bu yetilerin bireyler açısından kalıtsal olan özellikleri değişmemekle birlikte sosyal ortamın şartlarına göre gelişmekte ya da zayıflamaktadırlar. Buna, söz konusu kavramların tarihsel arka planlarının muğlaklığı da eklenirse konunun hassasiyeti anlaşılacaktır. Bu çalışmada ise meselenin biyolojik tarafı bir tarafa bırakılarak kav­ramların genel tanımları yapılacak ve sosyo-politik yapının bunlar üzerindeki etkisi makale boyunca temellendirilmeye çalışılacaktır.

İkisi de bilişsel süreçlerle, dolayısıyla düşünmeyle ilgili olan akıl ve zekânın ister ayrı yetiler ister aynı yetinin farklı vecheleri olduğu düşünülsün, bunlar arasındaki ayrımın ortaya konması gerekmektedir. Akıl “sistemleştiren, amaç koyan ve muhakeme yürüterek bir konunun farklı boyutlarını kavramayı sağlayan, bu sayede çok katmanlı sorunları teşhis etmeyi mümkün kılan” yetidir. Pole da bu tanımla paralellik arz eden bir biçimde “akıl, kuşatıcı genellik olan sistemi taleb eder”[2] tespitinde bulunur. Zekâ ise “karşılaşılan günlük sorunları çözme[3] ve içinde bulunulan ortama uyum sağlama” yetisidir.[4] Bu bakımdan günlük hayatta karşımıza çıkan ve çok katmanlı olmayan sorunları çözmemizi sağlayan yeti zekâ iken, çok katmanlı olan ve çözümü için geniş bir perspektif ile teorik bakış açısı gerektiren sorunların hem teşhisi hem de çözümü için devreye giren yeti akıldır.

Bu ayrımı, mübadele yöntemi ve para kullanımı arasındaki farkı göstererek ör­neklendirmek mümkündür. Şöyle ki günlük ihtiyaçları karşılamak için mübadele yöntemini kullanmak zekânın ürünüdür. Buna mukabil, parayı icad etmek ve daha da ötesinde paranın yönetimi için kurumlar oluşturmak, kredi ve sigorta gibi yöntemler geliştirmek aklın işidir. Çünkü burada, mübadelede olduğu gibi günlük bir çözüm değil, birçok bileşeni hesaba katmayı ve üç dört adım sonra karşılaşılacak sorunlan öngörmeyi gerektiren sistemli ve çok katmanlı bir düşünme işi söz konusudur. Erich Fromm’un bu düşünceyi destekleyen şu pasajını alıntılamak yerinde olacaktır.

Akıl (reason), düşünce yoluyla insanın dünyayı işleme (manipulate) becerisi olan zekânın (intelligence) aksine, dünyayı düşünce yoluyla kavrama yetisidir. Akıl insanın hakikate ulaşma, zekâ ise dünyayı daha başarılı bir biçimde işleme aracıdır; ilki esas olarak insanın beşeri, ikincisi hayvani parçasına aittir.[5]

Bu pasajda aklın hakikate ulaşmak için bir araç olduğunun belirtilmesi, dolayı­sıyla teorik bir özellik taşıdığının ima edilmesi yukarıda aktarılanlarla paralellik arz etmektedir. Aynı zamanda düşünce tarihinde aklın neden insana has bir yeti olarak değerlendirdiğini de bu pasajdan yola çıkarak anlamak mümkündür. Şöyle ki, hayvanlar da zekâ ile çevrelerine uyum sağlamakta ve hatta bu çevreyi belli ölçülerde dönüştüre­rek sorunlarını çözmeyi başarmaktadırlar. Ancak bilebildiğimiz kadarıyla kuşatıcı bir teorik yetiyi, yani aklı zorunlu koşan kurumlar ihdas edememişlerdir. Bunun sebebi de, belirtilmiş olduğu üzere, zekânın çok katmanlı olmayan günlük sorunları çözen bir yeti olmasına karşılık aklın kuşatıcı bir muhakemeyle, farklı boyutları hesaba katarak ilerleyen ve üç dört adım sonrasını öngören bir yeti olmasıdır.

Cemil Meriç’in “Batı irfanının iki yüz yıldır sabit bir tarife hapsedemediği bu ele avuca sığmaz mefhum”[6] diyerek tarif ettiği medeniyet kavramının da akıl ve zekâda olduğu gibi kesin ve net tanımlarım yapmak oldukça zordur. Ancak medeniyeti birçok kültürün ortak referans noktasını oluşturan değerler bütününü vazeden “kültürler-üstü-kültür”[7] şeklinde tanımlamak mümkündür. Şöyle ki her toplumun referans noktalarını oluşturan kültürel değerleri bulunmaktadır. Bu değerler o topluma karakterini veren temel ilkelerdir. Ancak kültürler birbirlerinden yalıtılmış olmayıp sürekli ilişki içinde bulunmaktadırlar. Birbirlerine hem tarihi hem coğrafi bakımdan yakın olan ve temel ilkelerde çatışmayan kültürleri bir potada eriterek, hepsini çevreleyen bir referans sistemi meydana getiren üst yapıyı medeniyet olarak tanımlamak mümkündür.

Aynı medeniyet dairesine mensup kültürler arasında benzerliklerin çok olmasına rağmen farklı medeniyet dairesine giren kültürler arasında ciddi farklar bulunmak­tadır. Zira farklı medeniyetlerden bahsetmek demek, birbiriyle ilkesel bazda çatışan, dolayısıyla farklı referans sistemlerine sahip olan kültürel yapılardan bahsetmek de­mektir. İşte akıl ve zekâ kavramları üzerinden bir medeniyet okuması yapma imkânı da bu noktada doğmaktadır. Şöyle ki akıl ve zekâ, biyolojik kalıtsal tarafları bir yana bırakılırsa, sosyal şartlardan etkilenmekte, bu şartların durumuna göre keskinleşmekte ya da körelmektedir. Örneğin “zekâ (intelligence) ve kültürel evrimsel süreçler tarih boyunca karşılıklı bir etkileşim içinde olmuşlardır.”[8] Bunun belli ölçülerde akıl için de geçerli olduğunu ileri sürmek mümkündür. Bu bağlamda Richard Nisbett “toplumsal uygulamalar düşünme alışkanlıklarını doğrudan doğruya etkileyebilir”[9] demekte, Nermi Uygur ise “aklın … konumu, iklimi, çağı, tarih koşulları uyarınca birbirine benzeme­yen çeşit çeşit görünümlere büründüğü; bu çeşitliliğinse, yüzeysel bir başkalık değil, kültürün yapısal bir belirlenimi olduğu kanısındayım”[10] tespitinde bulunmaktadır. Bu sebeple, akıl ve zekânın yukarıda kısaca üzerinde durulan özelliklerinden yola çıkıp iki medeniyetin sosyo-politik arka planlarındaki farklılıklara dayanarak bir karşılaş­tırma yapmak mümkün görünmektedir. Bu amaçla şimdi Batı Avrupa’da meydana gelen sosyo-politik değişimler ile Akdeniz’in doğusundaki medeniyetlerin özellikleri, Batı Roma’nın çöktüğü dönem başlangıç noktası alınarak incelenmeye çalışılacaktır.

Batı Avrupa Medeniyeti’nin Sosyo-Politik Özellikleri

Batı Avrupa Medeniyeti’nin özelliklerini anlamak için, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden itibaren yaşanan gelişmeleri ana hatlarıyla da olsa bilmek gerekmektedir. Çünkü bu bölgenin kendine has şartları ile bu şartlar doğrultusunda ortaya çıkan politik ortam büyük oranda belirleyici olmuş ve sonraki gelişmelere zemin hazırlamıştır. Söz konusu dönemde dört önemli gelişme olduğu görülmektedir. Bunlar, merkezi yönetimin dağılması sonucu feodal bir yapının ortaya çıkması, oluşan otorite boşluğunu her alanda kilisenin doldurmaya başlaması, müslümanların Akdeniz ticaretine hâkim olmaları sebebiyle ticaretin zayıflaması, Norman akınlarının sosyal düzeni tehdit etmesidir.

İlk olarak merkezi otoritenin dağılmasını ele alacak olursak, siyasi yönetimin hemen hemen tümüyle bağımsız olan feodal birimlere ayrıldığını görürüz. Bu feodal birimlerin her birinin kendi içine kapalı bir ekonomi ve hukuk sistemi ile işlemesi feodal lordların kendi bölgelerinde kral gibi davranmalarına ve merkezi otoriteyi temsil eden hükümdara karşı ciddi bir güç oluşturmalarına neden olmuştur.[11] Bu sebeple “feodal düzende kral sadece ismen ve tacıyla kraldır”[12] yani hükmü bulunmamakta ve lordlar tarafından ciddi biçimde baskı altında tutulmaktadır. Ortaçağ’da karşımıza çıkan bu siyasi yapı modern döneme kadar devam etmiş ve Ortaçağ boyunca güçlü bir merke­zi devlet kurulamamıştır. Bu anlamda “Ortaçağ, merkezi otoritenin güçlü olmadığı, devletlerin birliğinin olmadığı bir süreci ifade eder.”[13] Visigot, Lombard, Karolenj ve Marovenj gibi devletlerin ise aslında güçlü bir merkezi yapıya sahip olmadıkları bilin­mektedir.[14] Bu hususta Aydın ve Berge’nin şu ifadelerini aktarmak yerinde olacaktır.

Merkezî iktidarlar üzerine yapılan vurgulara fazlaca itibar etmemek gerekir. Bütün Ortaçağ boyunca en üst egemenlik odağı olarak görülen merkez ile bu merkezin denetiminden mümkün olduğunca kaçmaya çalışan yerel güçler arasındaki iktidar paylaşımı mücadelesi sürmüş ve bu çelişkinin hallinde merkezî iktidar odakları çoğunlukla ödün vermek suretiyle durumlarını koruyabilmişlerdir.[15]

Bu süreçte karşımıza çıkan diğer bir önemli husus ise, oluşan otorite boşluğunu dolduran kilisenin kurumsallaşması ve hem siyasi hem iktisadi hem de dini bir güç olarak kendini kabul ettirmesidir. Şöyle ki daha “MS 9. yüzyıldan önce Batı Avru­pa’nın ekili arazilerinin yaklaşık üçte biri doğrudan kiliseye aitti.”[16] Merkezi otoritenin kaybolduğu bu dönemde her ne kadar lordlar kendi bölgelerinde hukuki anlamda güç sahibi idiyseler de, Kilise’nin genel olarak hukuk alanında da ciddi bir ağırlığı bulun­maktaydı. “Papa otoritesinin temel alındığı mükemmel bir Kilise yasa ve mahkemesi oluşturulmuştu.”[17] Hıristiyan Avrupa toplumlarının birliğini belli ölçülerde sağlayan da yine kilise idi. Çünkü “kilise, bütün Hıristiyan dünyasına yayılmış bir örgüttü. Herhangi bir Taç’tan daha güçlü, daha yaygın, daha eski ve sürekliydi.”[18] Tüm bunlara dayanarak, Ortaçağ’da Kilise ve ruhban sınıfının yaşamın her alanında hâkim olduğunu, ayrıca otorite boşluğunu da büyük oranda yine kilisenin doldurduğunu söylemek mümkündür. Aynı dönemlerde İslâmiyet’in gelişip serpilmesi ve müslümanların Akdeniz ticaretini büyük oranda ele geçirmeleri de Avrupa’yı ciddi biçimde etkileyen bir olgudur. Zira ticaret sayesinde canlılığını koruyan kentler, bu imkânın önünün de kesilmesiyle birlikte önemlerini yitirmişlerdir. Henri Pirenne konuyla ilgili şu tespitleri yapmaktadır.

İslâmiyet’in yayılmasının Afrika ve İspanya kıyılarını kontrol altına alışı ve bu yayılmanın daha sonra tiran denizindeki limanları kapsaması üzerine kentsel faaliyet hızla sona erdi. Bizans ticareti sayesinde kentsel faaliyetin varlığını sürdürdüğü Venedik ve Güney İtalya dışında her yerde görülen bir ortadan kalkıştı bu.[19]

Ticaret imkânının kısıtlanması ve şehir hayatının canlılığını yitirmesi oldukça önemli bir gelişmedir. Çünkü başka kültürlerle etkileşimin azaldığı, şehir hayatının önemini yitirip kır hayatının canlanmaya başladığı, ticaretin ekonomide hemen hemen hiç etkisinin olmadığı bir ortam, toprağa bağlı kapalı bir sistem olan feodalizmin ge­lişmesi ve süreklilik arz etmesi için uygun bir zemin oluşturmaktadır. Tüm bunlara, asayişi bozan ve ciddi güvenlik sorunlarına sebep olan Norman akınları eklenince feodal sistem daha da güçlenmiştir. Zira merkezi yönetimin yokluğunda güvenlikleri sağlanamayan ve şehirlerin canlılığını yitirmesiyle kırlara çekilen insanlar lordlara sığın­mak zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla Batı Avrupa’da feodalizmin hem yerleşmesinde hem de süreklilik arz etmesinde müslümanların Akdeniz ticaretini ele geçirmesinin ve kuzeyden gelen Norman akınlarının büyük bir etkisi olduğu görülmektedir. Şen ve Türkmenoğlu’nun konuyla ilgili şu tespitleri de bu görüşü destekler niteliktedir.

Neticede Macar ve Norman akınlarının Batı Avrupa’da oluşturduğu yıkımın küllerinden Ortaçağ feodalitesinin doğduğu, Akdeniz’de iyice gerilemekte olan ticaretin de İslâm fetihleri ile birlikte durgunlaşmasının arttığı ve sonuç olarak İslâm yayılmasının da feo­dalitenin oluşumuna katkıda bulunduğu sonucuna varılabilir.[20]

Yukarıda sayılan tüm gelişmeler az ya da çok birbirlerini beslemişler ve Roma’nın çöküşünden sonra Batı Avrupa’da tüm Ortaçağ boyunca sürecek bir sosyo-politik yapıyı meydana getirmişlerdir. Bu yapıda merkezi otoritenin bulunmadığı, feodal lordların hüküm sürdüğü, toprağa bağlı kapalı bir ekonominin geçerli olduğu, dolayısıyla güçlü bir devletin ortaya çıkmadığı görülmektedir. Meydana gelen siyasi, iktisadi ve hukuki boşluğu, yine bu dönemde güç kazanarak kurumsallaşan kilise doldurmakta, bu anlamda Ortaçağ’da Avrupa’ya vizyon veren, sistemli bir biçimde hukuki ve siyasi sorunları ele alıp çözümler sunmaya çalışan kurumun kilise olduğu görülmektedir. Kilisenin feodal düzene uygun bir evren tasavvuru geliştirmesi sayesinde de bu sosyo-politik yapı oldukça uzun sürmüştür.[21]

Feodal yapının sürekliliğini sağlayan şartların sarsılmasının ilk nedeni ise, yine kurduğu evren tasavvuruyla bu yapıyı destekleyen kilise olmuştur. Çünkü kilisenin başını çektiği Haçlı Seferleri dini açıdan süreklilik arz eden sonuçlar doğurmamasına rağmen hem ticari hem de kültürel açıdan gelişmelere neden olmuştur. Kapalı bir yapı içinde hayatlarını sürdüren Batı Avrupalılar diğer kültürlerle temasa geçtikleri gibi, yabancı mallara olan talep arttığı için ticaret de tekrar canlanmaya başlamıştır.[22] Dolayısıyla savaş aynı zamanda bir köprü görevi görmüş ve Akdeniz’in doğusu ile Avrupa’nın batısı arasındaki ticaretin canlanmasını sağlamıştır.[23] Doğudan taşınan felsefi çalışmalar ve entellektüel birikim ise düşünce hayatında değişimler yaşanmasını ve Rönesans’ın ortaya çıkması için uygun bir zeminin oluşmasını sağlamıştır.[24] Bu nedenle 12. yüzyıldan itibaren Avrupa bir dönüşüm evresine girmiştir.[25]

Avrupa’da bir dönüşümün zorunlu olmasının sebebi ise yukarıda işaret edilen ge­lişmelerin eski toplum yapısının şartlarını zorlamasıdır. Şöyle ki toprağa bağlı kapalı bir toplum yapısı olan feodal sistemin ne hukuk kuralları ne eğitim sistemi ne de kurumlan yeni şartlarda karşılaşılan sorunları çözmemektedir. Çünkü ticaretin canlanmaya başla­masıyla birlikte şehirler de yeniden hareketlenmiş ve ağırlık merkezi köylerden kente, topraktan ticarete dönmeye başlamıştır. Ancak uzun zamandır şehir hayatının sönmüş olduğu Batı Avrupa’da tacirler birçok sorunla karşılaşmışlardır. Örneğin feodal sistemin hukuk kuralları yeni çıkan sorunlara yanıt verememektedir.[26] Merkezi bir yönetimin eksikliği yüzünden tacirler her bölgenin mahalli lordlarının yönetmelikleriyle ayrı ayrı uğraşmakta ve feodal karmaşa yüzünden sorunlar yaşamaktadırlar.[27] Tüm bunların dışında, ticaret için büyük kolaylık sağlayan bankacılık, kredi ve sigorta işlemlerinin geliştirilmesi ve bunların sağlıklı bir biçimde yürütülebilmesi için okuma yazma bilen elemanlara ihtiyaç duyulmaktadır.[28] Ayrıca, feodal sistemin bireye özgürlük alanı bırakmayan sıkı yapısı ticareti engellemekte olduğundan daha özgür bir ortam talep edilmektedir.[29]

12. yüzyılda karşımıza çıkan bu gelişmeler feodal sistemi belli noktalardan zor­lamaya başlamıştır. Ancak bu düzenin hemen değişmesi mümkün olmamıştır, aksine feodal sistem ve onun kurumları gücünü uzun süre korumuş, yeni bir yapının ortaya çıkması yüzyıllar almıştır. Örneğin 12. yüzyılda başlayan bu gelişmelere rağmen fe­odal yapı ancak 14. yüzyıla doğru çözülmeye yüz tutmuştur. Ama yine de ona bağlı bulunan aristokratik yapı çözülmeden kalmıştır.[30] 16. yüzyıl gibi nispeten geç bir dönemde bile merkezi yönetimce çıkartılan yasalara itibar edilmediği ve bu sebeple aynı yasaların tekrar tekrar gündeme getirildiği bilinmektedir.[31] Bu durum da aslında feodal yapının etkisinin hala güçlü bir biçimde sürdüğünü göstermektedir. Bu sebeple olsa gerek birçok araştırmacıya göre feodal yapının etkisi sürekli azalmasına rağmen son noktayı Fransız Devrimi koymuştur.[32]

Feodal sistemin sarsılmaya başlamasına paralel olarak Ortaçağ Avrupasının yegâne otoritesi kilisenin de gücünün kırılmaya başladığı görülmektedir. Çünkü ticaret sayesinde toplum sekülerleşmeye, kilisenin sosyal ve kültürel tekeli kırılmaya baş­lamıştır.[33] Örneğin canlanan kentlerde ortaya çıkan orta sınıf, kiliseye karşı kralların yanında yer almıştır. Çünkü merkezden yönetilen, kısmen özgür bir ortam yaratan bir devlet onların hem ticaret yapabilmelerini kolaylaştırmakta hem de yeni evren tasav­vurlarına daha uygun düşmektedir. Bunun bir sonucu olarak ilerleyen dönemlerde, yani “13. ve 14. yüzyıllarda devlet yöneticileri tarafından kilisenin gücüne meydan okunmuş, benzer bir biçimde, soylular da yükselen kentlerde gelişen orta sınıftan korku duymaya başlamışlardı.”[34]

12. yüzyılda başlayan bu süreçte kilisenin gücünün kırılmasına neden olan olgular, ilerleyen asırlarda ağırlıklarını daha da çok hissettirmişlerdir. Daha 14. yüzyılda Incil’in tercüme edildiği, dolayısıyla ruhban olmayanlar tarafından da okunup anlaşılabildiği ve kiliseye karşı protestoların başladığı görülmektedir.[35] Bunların bir sonucu olarak 16. yüzyılda başlayan Reform hareketi, aynı yüzyıl içerisinde çok yaygın bir kabul görmüştür. İngiltere’de kurulan Anglikan Kilisesi ile 11. yüzyılda zaten ayrılmış olan Doğu Kilisesi de hesaba katılacak olursa[36] 16. yüzyıl sonunda Katolik Kilisesi’nin Avrupa üzerindeki tekelinin büyük oranda kırılmış olduğunu söylemek mümkündür.

Görüldüğü üzere 11. ve 12. yüzyıllardan itibaren Avrupa’da bir değişim başla­mıştır. Bu değişim yavaş da olsa asırlar içerisinde hem feodal düzenin çözülmesine neden olmuş hem de Ortaçağ Avrupası’nın en güçlü mercii olan kilisenin gücünün kırılmasını sağlamıştır. Nihayet 16. yüzyılın sonuna gelindiğinde eski düzen gücünü büyük oranda kaybetmiş olmasına rağmen yeni düzenin nasıl kurulması gerektiği ile ilgili net fikirler bulunmamaktadır. Çünkü Rönesans ve ardından Reform Avrupa’daki tek otorite olan kilisenin yetkesini yıkıp feodal düzeni de çözdüğünde bir sorun ortaya çıkmıştır. Bu sorun ise hayatın nasıl ve neye göre tanzim edileceği, buna bağlı olarak otoritenin nasıl sağlanacağı sorunudur. Takdir edilebileceği üzere hayatın tanziminin hangi referans sistemlerine göre yapılacağı ise aklı zorunlu koşan teorik bir iştir. Başka bir deyişle, hayatın tanziminde referans noktalarım büyük oranda belirleyen, Avrupa’ya vizyon vererek çok katmanlı sorunların çözümünde akıl işlevini gören kiliseden doğan boşluk nasıl bir kurumla doldurulacaktır?

Bu soruna siyasi yanıt, kurulan monarşilerle ve ardından modern dönemde ortaya çıkan ulus devletlerle verilmiştir.[37] “Modern devletler ise ülkeleri üzerinde egemenlik iddia eden siyasi örgütlenmenin kendine has mülki biçimleridir ve diğer devletlerden bağımsızdır.”[38] Gelişen ticaretin ve merkezi yönetime ihtiyaç duyan orta sınıfın varlığı da bunun için gerekli sosyal zemini hazırlamıştır. Entelektüel düzeyde ise Rönesans ile başlayan süreçte ortaya çıkan ilkeler bu konuda belirleyici olmuştur. Çünkü Rönesans hümanizmi insanın temele alınmasını sağlamış, buna bağlı olarak insanın ayırt edici yetisi olan akıl ön plana çıkmıştır. 17. yüzyıl ve sonrasında hayatın tanziminde aklın çok belirleyici bir rol almasının temel nedenlerinden birisi budur. Böylelikle kiliseden boşalan otorite boşluğunu akıl doldurmaya başlamıştır.[39] Batı Avrupa Medeniyeti’nde akla yapılan vurgunun sebeplerinden birisi budur.

Sonuç itibariyle, Batı Avrupa’da Ortaçağ’ın başlangıcından itibaren güçlü bir merkezi yönetim karşımıza çıkmamaktadır. Bu boşluğu kilise belli ölçülerde doldur­muştur. Ancak onun da evren tasavvuru feodal düzenle örtüştüğü için, belli ölçülerde Avrupa’ya vizyon vermesine ve aklı temsil etmesine rağmen, merkezi yapısı güçlü bir devlet işlevi görmemiştir. 11. ve 12. yüzyıllarda ticaretin artmasıyla çözülmeye başlayan feodal yapı sonraki yüzyıllarda etkisini kademeli olarak yitirirken, aynı ge­lişmeler kilisenin de toplumsal hayattaki belirleyici konumunu geriletmiştir. Ancak eski düzenin yıkılmaya başlamasıyla birlikte yeni düzenin nasıl inşa edileceği sorusu gündeme gelmiştir. Bu soruların önce Machiavelli, ardından Hobbes, Locke ve Rous­seau gibi düşünürler tarafından farklı bağlamlarda cevaplandırılmaya çalışılması bir tesadüf değildir. Aksine yeni ilişkiler çerçevesinde devletin niteliklerinin neler olması gerektiği, devlet ve birey arasında nasıl bir ilişki kurulacağı türünden sorunlar çözüm beklemektedir. Modern Avrupa’da karşımıza çıkan kurumların ve “doğal haklar”, “liberalizm”, “sivil toplum” gibi meselelerin tartışılmasının arka planında böyle bir tarihsel birikim bulunmaktadır. Bu anlamda Batı’da devlet ve devletin bireyle olan ilişkisi geniş çaplı tartışmalara konu olmuştur ve merkezi otoritesi güçlü gerçek ulus devletlerin kurulabilmesi için 16. yüzyıl sonrasını beklemek gerekmiştir.

Doğu Akdeniz Medeniyetlerinin Sosyo-Politik Özellikleri

Batı Avrup’dakinin aksine Doğu Akdeniz medeniyetlerinde devlet her zaman güçlü bir yapıya sahip olmuş ve toplumsal yaşamın her alanında belirleyici bir rol oynamıştır. Doğu’da karşımıza çıkan bu olgu Montesquieu’dan beri dikkati çeken bir mesele olmuştur ve genellikle coğrafi şartların bir sonucu olarak değerlendirilmiştir. Örneğin “Montesquieu’ye göre geniş çöl ve stepler bazı yaşamsal işlerin görülebilmesi için mutlak ve merkezi imparatorlukların oluşmasını hazırlamıştır.”[40]

Doğu toplumlarında merkezi yönetimin güçlü olmasının nedenlerini coğrafi şartlarda arayarak, konuyu ayrıntılı bir biçimde ilk temellendiren ise Marx olmuştur. Ona göre Hindistan’da devletin güçlü olmasının nedenlerinden birisi su kullanımının düzenlenmesi gerekliliğidir.[41] Marx, başka bir yazısında bu düşüncesini Akdeniz’in doğusundaki medeniyetlere de teşmil ederek coğrafi şartların getirdiği zorunlulukların merkezi yönetimleri gerekli kıldığını iddia etmektedir. Marx’ın söz konusu yazısındaki şu pasaj onun bu fikrini açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

Mısır ve Hindistan’da olduğu gibi Mezopotamya ve İran’da da su baskınları toprağı ve­rimli kılmak için kullanılmaktadır. … suyun ekonomik ve ortak kullanım zorunluluğu … yönetimin merkezi müdahalesini gerekli kılmaktadır. Bu sebeple bütün Asya yönetimleri kamu işlerini yapma görevi üstlenmişlerdir.[42] (İtalik vurgular tarafımdan)

Weber de Marx’ın Doğu toplumlarıyla ilgili yaptığı bu açıklamaya katılmaktadır. Zira o da coğrafi şartların Doğu’daki siyasi yapılanmaya etki ettiğini düşünmekte ve Marx’ta olduğu gibi sulama ile ilgili sorunların çözülebilmesi için merkezi bir otori­tenin ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Lütfi Sunar’ın konuyla ilgili ifadelerini burada alıntılamak yerinde olacaktır.

Weber’e göre Doğu’nun patrimonyal sistemi kendine özgü bir dizi özellik etrafında şekil­lenmekte ve Batı’dan farklılaşmaktadır. Evvela tarım için büyük kanallar inşa etme ve bu kanalları koruma ihtiyacı merkezi güçlü bir bürokratik yapının doğmasına ve bunun siyasi bir sisteme dönüşmesine neden olmuştur. Zira su sorunlarının çözümü için gerekli olan çok sayıda kişinin örgütlenmesi ve idare edilebilmesi ancak böyle bir merkezi bürokrasi ile mümkün olabilmektedir.[43]

Weber bu konuda Marx’tan farklı olarak bir de savunma sorunları üzerine dikkat çekmektedir. Ona göre doğal savunmadan yoksun olan su boyu uygarlıkları dağların ve çöllerin göçebelerinin akınlarından korunmak için sürekli bir askeri güce gerek­sinim duymuşlardır, dolayısıyla askeri güç bu toplumlarda oldukça belirleyici bir rol oynamıştır.[44] Takdir edilebileceği üzere, süreklilik arz eden bir askeri yapılanmanın kontrol edilebilmesi için gelişmiş bir siyasal örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Sezer ve Özcan bu hususa başka bir açıdan daha vurgu yapmaktadırlar. Onlara göre “toprağın tükenmesi ya da elverişliliğinin yitmesi riskine karşı tarım dışında üst düzeyde siyasal bir örgütlenmeye ihtiyaç duyulmuştur”.[45] Dolayısıyla Doğu toplumlarındaki siyasal örgütlenme sadece savunma işleriyle ilgilenmemekte, aksine toplumda düzenin sağ­lanması için, Marx’ın da belirtmiş olduğu üzere, her türden kamu sorununu çözmekle mükellef kılınmaktadır. Bu bakımdan Doğu toplumlarında merkezi devlet güçlü bir organizasyon yetisine sahip olmuş ve çok katmanlı sorunların hem teşhisinde hem de çözülmesinde oldukça etkin bir görev üstlenmiştir. Dolayısıyla bu merkezi devlet yapısı Doğu’da akıl işlevini yerine getirmiş ve toplumun düzen içerisinde varlığını sürdürmesini sağlamıştır. Tüm bu nedenlerden ötürü Doğu’da tarih sahnesine çıkan merkezi yapısı güçlü devletlerin hepsine kutsallık atfedildiği de görülmektedir.[46]

Doğu ve Batı arasındaki bu fark, Osmanlı tımar sistemi ile Batı feodalizmi kıyas­landığında daha açık bir biçimde görülmektedir. Şöyle ki, Batı’daki feodal sistemde lord toprağın sahibidir ve onun toprakları üzerinde çalışan köylüler köle olmasalar bile özgürlükleri birçok açıdan sınırlanmıştır. Merkezi bir hukuk sisteminin olmaması sebebiyle lord aynı zamanda sahibi olduğu bölgenin yargıcı durumundadır. Bu sebeple feodal yapıda lordlar merkezden bağımsız hareket edebilmekte ve hatta merkeze baskı uygulayabilmektedirler. Ancak Osmanlı tımar sisteminde kendisine tımar verilen kişi bir devlet memuru olduğundan her an görevinden azledilebilir.[47] Ayrıca tımar sahibi kişi köylülerin lordu olmadığı gibi onlarla ilişkisini merkezi otoritenin koyduğu hukuki kurallar belirlemektedir.[48] Dolayısıyla Osmanlı tımar sisteminin feodal yapı ile benzer yanları olmakla birlikte ciddi ayrımları da bulunmaktadır. Bu ayrımların hemen hepsinin neşet ettiği temel nokta ise Batı Avrupa’da güçlü bir merkezi yapı olmamasına rağmen, Osmanlı’nın merkezi yapısının çok güçlü olmasıdır. Merkeziyetçilik konusundaki bu ayrım hususunda Machiavelli de şu dikkat çekici karşılaştırmayı yapmaktadır.

Bu iki yönetim tarzının örnekleri çağımızda Türk ile Fransa kralıdır. Bütün Türk monarşisi tek bir baş tarafından yönetilir; ötekiler onun kullarıdır. Krallığını sancaklara bölmüştür ve oralara keyfince yöneticiler atar, isterse yerlerini değiştirir, isterse görevden alır. Fransa Kralı ise tersine çok eski soydan gelme ve her biri kendi tebasınca sevilip sayılan bir yığın büyük derebeyi arasında yaşar. Derebeylerinin her birinin soydangelme ayrıcalıkları vardır ki kral başına dert açmadan bunlara dokunamaz.[49]

Sonuç itibariyle Doğu toplumlarında merkezi bir siyasal yapılanma ortaya çıktığı görülmektedir. Hayatın her alanında etkin olan devlete, hemen her yerde kutsallık atfedilmiştir.[50] Bu sebeple Doğu Medeniyeti’nin, Batı Medeniyeti’nin sosyo-politik tarihsel arka planından oldukça farklı bir arka planı vardır. İki medeniyet arasındaki bu farkın siyasetten ahlâka, sanattan felsefeye, hukuktan eğitime kadar hayatın hemen her alanında etkisi olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bu konuların hepsinin tek tek ele alınması yerine bunları da açıklamak için daha kapsayıcı teorik bir çerçeve sunduğu düşüncesiyle şimdi “akıl” ve “zekâ” kavramları bağlamında bu fark üzerinde durulacaktır.

Akıl ve Zekâ Kavramları Bağlamında Batı ve Doğu Akdeniz Medeniyetleri

İnsanın biyolojik, sosyolojik, psikolojik ve entelektüel birçok ihtiyacı bulun­maktadır. Bu ihtiyaçları karşılamak için kültür içerisinde çeşitli kurumlar meydana getirilmiştir. Söz konusu kurumlar arasındaki ilişkileri düzenleyen devlet, kurumlar üstü bir kurum işlevi görmektedir. Dolayısıyla devletin temel işlevi, sorunları çözmek ve ihtiyaçları gidererek toplumdaki düzeni sağlamaktır.[51] Bu bakımdan, devlet yapısı­nın güçlü olduğu toplumlarda sorunlar devlet erkanı tarafından teşhis edilip çözüme kavuşturulur. Ancak, devlet, kurumlar üstü bir kurum olduğu için gündelik meselelere değil, kurumlarla ilgili sorunlara yönelmektedir. Çünkü kuramların sorunsuz işlemesi demek, gündelik sorunların da kolay çözülebilmesi anlamına gelmektedir. Takdir edi­lebileceği üzere kurumlar üzerine düşünmek ve bilinçli kararlar almak teorik bir bakış açısı gerektirmektedir. Bu sebeple devleti yönetenlerin, yeni sorunlar çıkmaması için uzun vadeli planlar yaparak amaçlar belirlemesi gerekmektedir.

Devlet yapısının güçlü olduğu toplumlarda devleti yönetenlerin teorik bir bakış açısına sahip olması, sorunları teşhis ederek çözmesi, uzun vadeli planlar dâhilinde amaçlar koyarak yeni sorunlar çıkmasını önlemesi yeterlidir. Devletin vatandaşlarının sadece günlük sorunlarını çözmek için çaba harcamaları yetmekte, teorik bakış açısı gerektiren meseleler üzerine düşünmeleri gerekmemektedir. Yukarıda tanımlanmış olduğu üzere akıl “sistemleştiren, amaç koyan ve muhakeme yürüterek bir konunun farklı boyutlarını kavramayı sağlayan, bu sayede çok katmanlı sorunları teşhis etmeyi mümkün kılan” yeti olduğundan, devlet yapısının güçlü olduğu Doğu Akdeniz me­deniyetlerinde, devleti yöneten kadroların akıl işlevini gördükleri söylenebilir. Zekâ ise “karşılaşılan günlük sorunları çözme ve içinde bulunulan ortama uyum sağlama” yetisi olduğundan, günlük sorunları çözmeleri yeterli olan vatandaşların akıldan ziyade zekâları keskinleşmiştir.[52] Doğu Akdeniz toplumlarında devletin nihai başvuru mercii olarak görülmesinin ve teorik konulara duyulan ilgisizliğin nedeni budur. Richard Nisbett’in “Asyalı yaşam tarzında pek fazla muhakeme veya görüş alışverişi yoktur.”[53] tespitinin arkasında da aslında bu sosyo-politik yapı yatmaktadır.

Batı Avrupa Medeniyeti’nde ise, yukarıda temellendirilmeye çalışıldığı üzere, modern döneme kadar güçlü bir devlet karşımıza çıkmamaktadır. Bu sebeple Avru­pa’nın vizyonunu belirlediği için akıl işlevi de gören kilisenin otoritesinin yıkılması ve feodal düzenin çözülmesiyle ortaya çıkan kaos ortamında insanlar günlük sorunları aşan karmaşık meselelerle yüzyüze kalmışlardır. Sorunları teşhis edip çözecek merkezi bir yapının olmaması sebebiyle yeni yapılanmaların nasıl olması gerektiği konusunda birçok düşünür teoriler geliştirmek zorunda kalmıştır. Sorunları teşhis etmek ve kalıcı çözümler üretebilmek için herkesin çaba sarf etmesi gerekmiştir. Bu çaba ise teorik bir çabadır ve günlük sorunları çözmekle mükellef zekânın bunda katkısı sınırlıdır. Dolayısıyla Batı’nın bu sosyo-politik arka planı aklı keskinleştirmiş ve seçkin bir zümreyle sınırlı kalmayıp topluma şamil bir biçimde kullanılmasını sağlamıştır.

Merkezi devlet yapısının güçlü olduğu bir tarihsel gelenekten gelen Doğu toplumlarında son yüzyıllarda yaşanan sorunlara neden etkili çözüm bulunamadığı sorusu akla gelebilir. Bunun iki açıklaması vardır. İlk olarak üç beş adım sonrasıyla ilgili planlar kurulup çok sayıda bileşen hesaba katılsa da hatalar yapılması muhtemeldir. İkinci olarak, coğrafi keşiflerin doğurduğu sonuçlarda olduğu üzere tahminleri aşan siyasi ve iktisadi gelişmelerin meydana gelmesi, dolayısıyla değişen değerler ve koşullar nede­niyle uzun vadeli planların bile sorunları çözmek konusunda yetersiz kalabilmesidir.[54]

Günümüz bağlamında konuya yaklaşmak gerekirse, Batı Medeniyeti’nin son asırlarda baskın hâle gelen değerleri sebebiyle değişen dünya şartları devletlerin yapısını etki­lemiş ama Doğu toplumlarında yeni şartlara uygun bir düzenleme yeterince başarılı bir biçimde gerçekleştirilememiştir.

 

Sonuç

Makale boyunca temellendirilmeye çalışıldığı üzere Batı ve Doğu Akdeniz mede­niyetlerinin sosyo-politik arka planları çok farklı özellikler taşımaktadır. Bu özellikleri sebebiyle Doğu’da zekâ keskinleşirken Batı’da akıl keskinleşmiştir. Yine yukarıda vurgulandığı üzere bu iki yeti arasına çok net bir sınır çekmek mümkün değildir, ak­sine bu yetiler birbirlerini karşılıklı olarak beslemekte ve birinin yokluğunda diğeri işlevini hakkıyla yerine getirememektedir. Dolayısıyla Doğu’da aklın Batı’da ise zekânın olmadığı iddia edilmemekte, aksine bu yetilerin keskinleşip körelmesi dikkate alınmaktadır. Buradan yola çıkarak iki medeniyet arasındaki farkları daha ayrıntılı bir biçimde ele almak mümkündür. Ancak bu makalenin sonucu olarak Türkiye özelinde bazı tespitler yapmaya çalışılacaktır.

Merkezi devlet yapısının güçlü olduğu bir tarihsel arka plandan geldiğimiz için bizim kültürümüzde de akıl, zekâ kadar keskinleşememiştir. Bunun birçok örneğini çevremizde görmemiz mümkündür. Örneğin Türkiye’de hâlâ devam eden gecekondu­laşmanın nedenlerinden birisi aklın müdahil olmadığı bir zekâ kullanımıdır. Şöyle ki, insan barınma ihtiyacını karşılamak için zekâsıyla çevresini değiştirip dönüştürerek barınaklar yapabilir. Ancak sadece bu ihtiyaca yönelerek zekâsını çalıştırdığında uzun vadede çok daha çetrefil sorunlara sebep olabilmektedir. Çünkü ileride çıkabilecek so­runların hesaplanması, yaşam alanı oluşturacak bir barınağın ne gibi özellikler taşırsa daha işlevsel olabileceği, barınağın kurulacağı yerin bu iş için uygun olup olmadığı, ilerleyen zamanlarda bu barınağın kullanışlı olup olmayacağı gibi hususların teşhis edilip hesaba katılabilmesi ancak teorik bir bakış açısının gelişmesi ve sistemleştiren bir yeti olan aklın işe dâhil olmasıyla mümkündür.

Başka bir örnek ise hukuk alanından verilebilir. Zira hukuk, sorunları çözmekle yükümlü kurumları insanlarla bütünleştirerek devletleşmeyi mümkün kılan unsurlar­dan birisidir.[55] Dolayısıyla örf ve âdetleri aşarak sistemleşen bir yapı olması hasebiyle hukuk, günlük sorunları aşan teorik bir özelliğe sahiptir. Bu yönüyle uzun vadeli sorunları da hesaba katarak meydana getirilen yasalar kapsayıcı oldukları kadar za­manda süreklidirler ve bu özellikleriyle aklın işleyişine zekâdan çok daha fazla ihtiyaç duymaktadırlar. Fakat söz konusu yasalar sistemli bir biçimde, uzun vadeli sorunları da içerecek vizyonla hazırlanmadıklarında, yani akıl işin içine yeterince dâhil olma­dığında işlevsiz kalmaktadırlar. Türkiye’de yasaların sürekli değiştirilmesi bir tesadüf olmayıp bu yasaların hazırlanışında günlük kaygıların ön planda tutulması, dolayısıyla akıldan çok zekânın işe müdahil olması, böyle bir istikrarsızlık ortaya çıkarmaktadır.

Yukarıda da belirtilmiş olduğu üzere Batı Medeniyeti’ nin son asırlarda baskın hâle gelen değerleri sebebiyle değişen dünya şartları tüm toplumları ve kurumlan etkile­miştir. Bu değişimlere uygun yenilenmenin gerçekleştirilememesi durumunda yaşanan sorunlar artarak devam edecektir. Çünkü bir toplumun sorunlarının çözülebilmesi kuramların sağlıklı işlemesiyle mümkündür. Gerekli değişimleri yapabilmenin yolu ise hem çağımızı etkileyen değerleri iyi kavramak hem de bağlı bulunulan medeniyet ile hâkim medeniyet arasındaki farkları teorik bir biçimde inceleyebilmekten geçmek­tedir. Bu ise aklın keskin bir biçimde kullanımıyla mümkündür. Hem dünyanın hem de Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunların çözümünde ihtiyaç duyulan şeylerden biri, birkaç adım ötesini hesaplayabilen, çok farklı bileşenleri dikkate alan, bu sayede çok katmanlı sorunları teşhis edebilen aklın etkin biçimde kullanılabilmesidir.

Kaynaklar

Acartürk, Ertuğrul; Kılıç, Ramazan; “Osmanlı Devletinde Kapitülasyonların İktisadi ve Siyasi Perspektiften Analizi”, H. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, c. 29, S. 2, 2011, ss. 1-21.

Atkins, R. L.; vd. Psikolojiye Giriş, çev. Yavuz Alogan, 4. Baskı, Ankara: Arkadaş Yayınevi, 2008.

Aydemir, C.; Genç, S. Y.; “Ortaçağın Sosyoekonomik Düzeni: Feodalizm”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, c. 10 S. 36, 2011, ss. 226-241.

Aydın, Suavi; Berge, Metin; “Feodaliteye Giden İki Yol: Avrupa ve Bizans”, Kebikeç, S. 1, Ankara 1995, ss. 115-144.

Bıçak, Ayhan; Evren Tasavvuru: Kendini Bilmek ya da Evreni Kurmak, İstanbul: Dergâh Yay., 2012.

Bıçak, Ayhan; Tarih Düşüncesinin Oluşumu, İstanbul: Dergâh Yay., 2004.

……………..         ; Tarih Metafiziği, İstanbul: Dergâh Yay., 2014.

Bloch, Marc; Feodal Toplum, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: Savaş Yay., 1983.

Budak, Selçuk; Psikoloji Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 2005.

Çaha, Ömer; “Osmanlı’da Sivil Toplum”, A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, vol. 49, No. 3-4, Jan. 1994, ss. 79-99.

Çetin, Halis; “Liberalizmin Tarihsel Kökenleri”, C. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, c. 3, S. 1, 2002, ss. 79-96.

Deanesly, Margaret; A History of The Medieval Church 590-1500, London&New York: Rout­ledge, 2005.

Duralı, Ş. Teoman; Çağdaş Küresel Medeniyet: Anlamı, Gelişimi, Konumu, 2. Baskı, İstanbul, 2. b. İstanbul 2003.

Ekelund, R. B.; Hebert, R. F.; Tollison, R. D.; Anderson, G. M.; Davidson, A. B.; Sacred Trust: The Medieval Church as an Economic Firm, New York: Oxford University Press, 1996. Ertman, Thomas; Birth of Leviathan: Building States and Regimes in Medieval and Early Modern Europe, Cambridge University Press 2004.

Fernandez-Ballesteros, R.; Juan-Espinosa, M.;, Abad, Francisco-Jose; “Sociohistorical Chan­ges and Intelligence Gains”, Environmental Effects On Cognitive Abilities, eds. Robert J. Sternberg&Elena L. Grigorenko, Lawrence Erlbaum Associates Pub., USA 2001.

Fromm, Erich; The Sane Society, Routledge&Kegan Paul, London&New York 2008.

Gümüş, T. Tolga; “Feodalizm: Avrupa Tarihinde Yeni Yaklaşımlar”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, c. 29 S. 47, ss. 39-64.

Hassan, Ü.; Berktay, H.; Ödeka, A., Türkiye Tarihi 1, İstanbul: Cem Yayınevi, 1989. Heidegger, Martin; Nietzsche’nin Tanrı Öldü Sözü ve Dünya Resimleri Çağı, çev. Levent Özaşar, Bursa: Asa Kitabevi, 2001.

Hentsch, Thierry; Hayali Doğu: Batı’nın Akdenizli Doğu’ya Bakışı, çev. Aysel Bora, 2. Baskı, İstanbul: Metis Yay., 2008.

Huberman, Leo; Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, 15. Baskı, İstanbul: İletişim Yay., 2014.

İnalcık, Halil; “Osmanlı’nın Avrupa ile Barışıklığı: Kapitülasyonlar ve Ticaret”, Doğu Batı, S. 24, Ankara 2003, ss. 55-81.

Kant, Immanuel; Kritik der reinen Vernunft, Felix Meiner Verlag, Hamburg 1998. Machiavelli; Prens, çev. Nazım Güvenç, 2. Baskı, İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1994. Marx, Karl; “The British Rule in India”, New-York Daily Tribune, June 25 1853, Çevrimiçi: htt- ps://www.marxists.org/archive/marx/works/1853/06/25.htm (Erişim tarihi, 15.02.2016).

————– ; Capital: A Critique of Political Economy Volume 1, trans. Ben Fowkes, Penquin Books,

3th ed., Great Britain 1982.

Meriç, Cemil; Kültürden İrfana, 1. Baskı, İstanbul: İletişim Yay., 2013.

————– ; Ümrandan Uygarlığa, 20. Baskı, İstanbul: İletişim Yay., 2013.

Miller, Joan G.; “A Cultural-Psychology Perspective on Intelligence”, Intelligence, Heredity, and Environment, Eds. R. J. Sternberg&E. L. Grigorenko, USA: Cambridge University Press, 2nd Edition, 1999, ss. 269-302.

Morris, Christopher W. ; An Essay on the Modern State, USA: Cambridge University Press, 2002.

Nisbett R. E.; Düşüncenin Coğrafyası, çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul: Varlık Yay., 2005. Ong, Walter J.; Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi, çev. Sema Postacıoğlu Banon, 4. Baskı, İstanbul: Metis Yay., 2007.

Pirenne, Henri; Ortaçağ Avrupa’sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi, çev. Uygur Kocabaşoğlu, 7. Baskı, İstanbul: İletişim Yay., 2014.

Pole, D.; “The Concept of Reason”, Education And The Development of Reason, eds. R. F. Dearden, P. H. Hirst, R. S. Peters, Routledge&Kegan Paul, London and Boston 2010, ss. 112-130.

Saari, P.; Saari, A.; Carnagie, J. L. (eds.), Renaissance and Reformation: Almanac Vol. 1, USA: Thomson Gale, 2002.

Sezer, B.; Eğribel, E.; Özcan, U., “Devlet Üzerine”, Sosyoloji Yıllığı 9, İstanbul 2002, ss. 448-459.

————– ; Özcan, U., “Geleneksel Doğu’da Şehirlerin Doğuşu ve Gelişmesi”, Sosyoloji Yıllığı 9,

İstanbul 2002, ss. 463-474.

Sunar, Lütfi; Marx ve Weber’de Doğu Toplumları, İstanbul: Ayrıntı Yay., İstanbul 2012.

Şen, M. E.; Türkmenoğlu, M. A., “Avrupa Feodalitesi İle Osmanlı Tımar Sistemi Üzerine Bir Mukayese”, The Journal of Academic Social Science Studies, Vol. 5, Issue 4, August 2012, ss. 189-204.

Tekin, Segâh; Sipahi, E. B., “Kent, Yönetim, Siyaset ve Düşünce Bağlamında Ortaçağ Avrupasına İlişkin Genel Bir Değerlendirme”, Tarih Okulu Dergisi, S. XVII, Mart 2014, ss. 189-219.

Thilly, Frank; Felsefenin Öyküsü-II Çağdaş Felsefe, çev. İbrahim Şener, İstanbul: İzdüşüm Yay., 2007.

Uygur, Nermi; İçi Dışıyla Batının Kültür Dünyası, 2. Baskı, İstanbul Yapı Kredi Yay., 2006.

Ülgen, Pınar; “Ortaçağ Avrupasında Feodal Sisteme Genel Bir Bakış”, Mukaddime, S. 1, 2010, ss. 1-15.

Vroon, P A.; Intelligence: on Myths and Measurement, North-Holland Pub., Amsterdam&New York&Oxford 1980.

Weber, Max; Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, trans. Ephraim Fis choff vd., eds. Guenther Roth; Claus Wittich, USA: University of California Press, 1978.

Dipnotlar

[1] Hentsch’in belirttiği üzere “Orta Doğu” kavramı Avrupa merkezli etnik bir kavramdır. Bu sebeple, bu çalışmada Hentsch’in kullandığı “Akdenizli Doğu” kavramı tercih edilmiştir. Bu konuda bkz. Thierry Hentsch, Hayali Doğu: Batı’nm Akdenizli Doğu’ya Bakışı, çev. Aysel Bora, 2. Baskı, Metis Yay., İstanbul 2008, s. 15.

[2]           D. Pole, “The Concept of Reason”, Education And The Development of Reason, eds. R. F Dearden, P. H. Hirst, R. S. Peters, Routledge&Kegan Paul, London and Boston 2010, s. 120. Bu noktada, akıl eleş­tirisini felsefesinin temeline koyan Kant’ın akla ve idelere yüklediği görev hatırlatılabilir. Çünkü o da aklın düzenleyici ve sistemleştirici yanına vurgu yapmakta, onun ayırıcı özelliklerinden biri olarak bu hususun altını çizmektedir. Bu konuda bkz. Immanuel Kant, Kritik der reinen Vernunft, A 643-645/B 671-673, Felix Meiner Verlag, Hamburg 1998.

[3]          Yaygın bir biçimde genel kabul gören bu tanımın totoloji olduğunu düşünüp benimsemeyenler de bu­lunmaktadır. Ancak mantık açısından bunun totoloji olduğunu ileri sürmek yerinde olmadığından bu ça­lışmada söz konusu tanımı benimsemekte bir sakınca görülmemiştir. Bkz. Pieter A. Vroon, Intelligence: on Myths and Measurement, North-Holland Pub., Amsterdam&New York&Oxford 1980, s. 28.

[4]           Günümüz psikoloji araştırmalarında “akıl” kavramı metafizik yönlerinin de bulunması sebebiyle olsa gerek pek tercih edilmemekte, onun yerine ölçülebildiği varsayılan “zekâ” kavramı kullanılmaktadır. Ama bu kavramın da çeşitli tanımları olduğu gibi duruma ve bağlama göre değişen anlamları bulun­maktadır. Bkz. Rita L. Atkins vd., Psikolojiye Giriş, çev. Yavuz Alogan, 4. Baskı, Arkadaş Yayınevi, Ankara 2008, s. 425-433. Ayrıca bkz. Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 2005, s. 848-849.

[5]           Erich Fromm, The Sane Society, Routledge&Kegan Paul, London&New York 2008, s. 62.

[6]           Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, 20. Baskı, İstanbul: İletişim Yay., 2013, s. 81.

[7]           Ş. Teoman Duralı, Çağdaş Küresel Medeniyet: Anlamı, Gelişimi, Konumu, 2. Baskı, İstanbul Dergâh Yay., 2003, s. 31. Bu konuda ayrıca bkz. Cemil Meriç, Kültürden İrfana, 1. Baskı, İstanbul İletişim Yay., 2013, s. 66.

[8]           R. Fernandez-Ballesteros; M. Juan-Espinosa; Francisco-Jose Abad, “Sociohistorical Changes and In­telligence Gains”, Environmental Effects On Cognitive Abilities, eds. Robert J. Sternberg&Elena L. Grigorenko, Lawrence Erlbaum Associates Pub., USA 2001, s. 386. Bu yaklaşımı eleştiren araştırma­cılar da bulunmaktadır, bu konuda genel bir değerlendirme için bkz. Joan G. Miller, “A Cultural-Psyc­hology Perspective on Intelligence”, Intelligence, Heredity, and Environment, Eds. R. J. Sternberg&E. L. Grigorenko, Cambridge University Press, 2nd Edition, USA 1999, s. 270 vd.

[9]           Richard E. Nisbett, Düşüncenin Coğrafyası, çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul: Varlık Yay., 2005, s. 43.

[10]         Nermi Uygur, İçi Dışıyla Batı’nın Kültür Dünyası, 2. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yay., 2006, s. 35. Ayrı­ca, soyut düşünmenin gelişmediği ve tasım gibi basit mantıksal çıkarımlara bile yatkın olmayan sözlü kültürler bu konuda güzel bir örnek oluşturmaktadır. Bu konuda bkz. Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kül­tür: Sözün Teknolojileşmesi, çev. Sema Postacıoğlu Banon, 4. Baskı, İstanbul: Metis Yay., 2007, s. 67-72.

[11]Bkz. Thomas Ertman, Birth of Leviathan: Building States and Regimes in Medieval and Early Modern Europe, Cambridge University Press 2004, s. 39. Bu konuda ayrıca bkz. Ömer Çaha, “Osmanlı’da Sivil Toplum”, A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Vol. 49, No. 3-4, Jan. 1994, s. 80.

[12] M. E. Şen; M. A. Türkmenoğlu, “Avrupa Feodalitesi İle Osmanlı Tımar Sistemi Üzerine Bir Mukaye¬se”, The Journal of Academic Social Science Studies, Vol. 5, Issue 4, August 2012, s. 190.

[13] Cahit Aydemir; Sema Yılmaz Genç, “Ortaçağın Sosyoekonomik Düzeni: Feodalizm”, Elektronik Sos¬yal Bilimler Dergisi, c. 10, S. 36, 2011, s. 228.

[14] Bkz. Ü. Hassan; H. Berktay; A. Ödeka, Türkiye Tarihi 1, İstanbul: Cem Yayınevi, 1989, s. 102. Bu konu¬da ayrıca bkz. Segâh Tekin; Esra Banu Sipahi, “Kent, Yönetim, Siyaset ve Düşünce Bağlamında Ortaçağ Avrupasına İlişkin Genel Bir Değerlendirme”, Tarih Okulu Dergisi, S. XVII, Mart 2014, s. 194.

[15] Suavi Aydın; Metin Berge, “Feodaliteye Giden İki Yol: Avrupa ve Bizans”, Kebikeç, S. 1, Ankara 1995, s. 142.

[16] R. B. Ekelund; R. F. Hebert; R. D. Tollison; G. M. Anderson; A. B. Davidson, Sacred Trust: The Me¬dieval Church as an Economic Firm, Oxford University Press, New York 1996, s. 8.

[17] Margaret Deanesly, A History of The Medieval Church 590-1500, London&New York: Routledge: 2005, s. 79.:

[18] Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, 15. Baskı, İstanbul İletişim Yay., 2014, s. 22. Ayrıca bkz. Henri Pirenne, Ortaçağ Avrupası’nın Ekonomik ve Sosyal Tarihi, çev. Uygur Kocabaşoğlu, 7. Baskı, İstanbul: İletişim Yay., 2014, s. 22.

[19] Henri Pirenne, a.g.e., s. 52. Bu konuda ayrıca bkz. Cahit Aydemir; Sema Yılmaz Genç, a.g.e., s. 227.

[20]         M. E. Şen; M. A. Türkmenoğlu, a.g.e., s. 193. Bu konuda ayrıntılı bir inceleme için bkz. Marc Bloch, Feodal Toplum, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: Savaş Yay., 1983, s. 6, 13 vd.

[21]         Bu konuda bkz. Henri Pirenne, a.g.e., s. 38.

[22]         Bkz. Leo Huberman, a.g.e., s. 31-32.

[23]         Bkz. Thierry Hentsch, a.g.e, s. 66-67.

[24]         Bkz. P. Saari; A. Saari; J. L. Carnagie (eds.), Renaissance and Reformation: Almanac Vol. 1, Thomson Gale, USA 2002, s. 22.

[25] Bkz. Halis Çetin, “Liberalizmin Tarihsel Kökenleri”, C. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, c. 3, S. 1, 2002, s. 82.

[26]         Bkz. Henri Pirenne, a.g.e., s. 64.

[27]         Bkz. Leo Huberman, a.g.e., s. 85 ve 92.

[28]         Avrupa’da ilk seküler okullar ve üniversitelerin açılmaya başlaması temelde ticari ihtiyaçları karşıla­maya yönelik bir girişimdir. Bkz. Henri Pirenne, a.g.e., s. 141-142. Ayrıca bkz. Thomas Ertman, a.g.e., s. 27.

[29]         Bkz. Henri Pirenne, a.g.e., s. 63.

[30]         Bkz. T. Tolga Gümüş, “Feodalizm: Avrupa Tarihinde Yeni Yaklaşımlar”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, c. 29 S. 47, s. 54.

[31] Bkz. Leo Huberman, a.g.e., s. 124.

[32] Bkz. Leo Huberman, a.g.e., s. 174. Ayrıca bkz. Hilmi Yavuz, Avrupa’nın Zihin Tarihi, 2. Baskı, İstanbul: Timaş Yay., 2013, s. 145.

[33] Bkz. Halis Çetin, a.g.e, s. 83.

[34] P. Saari, A. Saari, J. L. Carnagie (eds.), a.g.e., s. 11.

[35] Bkz. P. Saari, A. Saari, J. L. Carnagie (eds.), a.g.e., s. 146.

[36] Bkz. P. Saari, A. Saari, J. L. Carnagie (eds.), a.g.e., s. 21, 107 ve 147.

[37] Bkz. P. Saari; A. Saari; J. L. Carnagie (eds.), a.g.e., s. 91 ve 95.

[38] Christopher W. Morris, An Essay on the Modern State, Cambridge University Press, USA 2002, s. 46.

[39]         Bu konuda bkz. Frank Thilly, Felsefenin Öyküsü-II Çağdaş Felsefe, çev. İbrahim Şener, İstanbul: İzdüşüm Yay., 2007, s. 30 vd. Ayrıca bkz. Martin Heidegger, Nietzsche’nin Tanrı Öldü Sözü ve Dünya Resimleri Çağı, çev. Levent Özaşar, Bursa: Asa Kitabevi, 2001, s. 21.

[40]         Lütfi Sunar, Marx ve Weber’de Doğu Toplumları, İstanbul: Ayrıntı Yay., 2012, s. 75.

[41]         Bkz. Karl Marx, Capital: A Critique of Political Economy, vol. 1, trans. Ben Fowkes, Penquin Books, 3th ed., Great Britain 1982, s. 650.

[42]         Karl Marx, “The British Rule in India”, New-York Daily Tribune, June 25 1853, çevrimiçi: https:// www.marxists.org/archive/marx/works/1853/06/25.htm (Erişim tarihi, 15.02.2016).

[43]         Lütfi Sunar, a.g.e., s. 162.

[44]         Bkz. Lütfi Sunar, a.g.e, s. 162.

[45]         Baykan Sezer; Ufuk Özcan, “Geleneksel Doğu’da Şehirlerin Doğuşu ve Gelişmesi”, Sosyoloji Yıllığı 9, İstanbul 2002, s. 465-466.

[46]         Bu konuda bkz. Baykan Sezer; Ertan Eğribel; Ufuk Özcan, “Devlet Üzerine”, Sosyoloji Yıllığı 9, İstanbul 2002, s. 453.

[47]         Bkz. Pınar Ülgen, “Ortaçağ Avrupasında Feodal Sisteme Genel Bir Bakış”, Mukaddime, S. 1, 2010, s. 15.

[48]         Bkz. Ü. Hassan; H. Berktay; A. Ödeka, a.g.e, s. 121. Ayrıca bkz. M. E. Şen; M. A. Türkmenoğlu, a.g.e, s. 197 ve 201.

[49]         Machiavelli, Prens, çev. Nazım Güvenç, 2. Baskı, İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1994, s. 53. Bu konuda ayrıca bkz. Max Weber, Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, trans. Ephraim Fischoff vd., eds. G. Roth; C. Wittich, University of California Press, USA 1978, s. 1072 vd.

[50]         Bkz. Ayhan Bıçak, Evren Tasavvuru: Kendini Bilmek ya da Evreni Kurmak, İstanbul: Dergâh Yay., 2012, s. 107-113.

[51]         Bkz. Ayhan Bıçak, Tarih Düşüncesinin Oluşumu, İstanbul: Dergâh Yay., 2004, s. 28 vd. Ayrıca bkz. Ayhan Bıçak, Tarih Metafiziği, İstanbul: Dergâh Yay., 2014, s. 154 vd.

[52]         Aklın asgari düzeyde müdahil olduğu zekâ kurnazlık olarak tanımlanabilir ve kurnazca yapılan eylemler genelde olumsuz sonuçlar doğurur. Günlük dilde kullanılmakta olan “şark kurnazı” deyimi aslında bu gerçeği ifade etmektedir. Yine Anadolu’nun bazı bölgelerinde kullanılan “Allah zekânı güdecek akıl ver­sin” deyimi de “akıl” ve “zekâ” arasında kurulması gereken ilişkiyi veciz bir biçimde ifade etmektedir.

[53]         Richard E. Nisbett, a.g.e, s. 68.

[54]         Buna, 16. yüzyılda değişen ticaret yollarının Osmanlı’ya vereceği zararları asgariye indirmek ve siyasi bazı konularda ellerini güçlendirmek için Osmanlı padişahları tarafından Batılı devletlere tanınan kapi­tülasyonlar örnek olarak gösterilebilir. Burada birçok bileşeni hesaba katarak uzun vadeli planlar yapan bir aklın işlediği görülmektedir. Ancak yaşanan çok sayıda siyasi ve iktisadi değişim nedeniyle kesin sonuçlar alınamamıştır. Kapitülasyonlar’ın tarihi çok gerilere gitmesine ve çeşitli nedenleri bulunma­sına rağmen İnalcık’ın da belirttiği üzere ilk gerçek kapitülasyon 16. yüzyılda karşımıza çıkmaktadır. Bu konuda bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı’nın Avrupa ile Barışıklığı: Kapitülasyonlar ve Ticaret”, Doğu Batı, S. 24, Ankara 2003, s. 67. Ayrıca bkz. Ertuğrul Acartürk; Ramazan Kılıç, “Osmanlı Devletinde Kapitülasyonların İktisadi ve Siyasi Perspektiften Analizi”, H. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, c. 29, S. 2, 2011, s. 7.

[55] Bkz. Ayhan Bıçak, Evren Tasavvuru: Kendini Bilmek ya da Evreni Kurmak, İstanbul: Dergâh Yay., 2012, s. 126.

 

————————————————–

[i] KUTADGUBİLİG Felsefe – Bilim Araştırmaları Philosophy – Science Research Sayı: 29, Mart 2016 (Dört ayda bir yayımlanır.) ISSN: 1303-3387

[ii] Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü, [email protected]

Yazar
Ahmet Emre DAĞTAŞOĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen