Mustafa DELİKURT
***
7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde, o güne kadar defalarca seçimleri açık ara ve rahat biçimde kazanmış olan iktidar partisi endişeli idi, seçmenin kendisine bir uyarıda bulunacağını hissetmekteydi. Bu tedirginlik, açıkça müşahede edilebiliyordu…
7 Haziran akşamı görüldü ki, seçmen, iktidar partisine, belki beklediğinden de ağır bir ihtar vermişti. Oyları % 41 seviyesine düşen AKP, tek başına hükûmet kurma imkânını kaybetmişti.
Ancak seçmen, yalnızca iktidara değil, muhâlefete de uyarı vermiş ve “Evet, iktidarı uyarma gereği hissediyorum, ancak size de ─ülkeyi teslim edecek kadar─ güvenmiyorum.” demişti, bir anlamda.
AKP’ nin, MHP dışındaki partilerle koalisyon hükûmeti kurabilme imkânı “yok” gibiydi.
Muhâlefetin kazandığı sandalye sayısı da, “istikrarlı” bir koalisyon hükûmeti kurabilmek için yeterli değildi.
Bu yüzden, daha oy sayımı sürerken, hemen herkesin zihnini “nasıl bir hükûmet kurulacak” sorusu kurcalamaya başlamıştı.
Müzmin AKP muhaliflerinin ısrarla önerdikleri CHP-MHP-HDP koalisyonu, “olmayacak duaya âmin demek”ten farksızdı. Aralarında kan uyuşmazlığı bulunan MHP ve HDP’ nin birlikte bir hükûmetin ortağı olmaları düşünülemezdi, bunun tartışılması dahi abesle iştigâl olurdu. Türkiye’nin/Türk Milletinin varlığını/bütünlüğünü korumayı şiâr edinen bir parti ile, Türkiye’yi bölmeyi hedefleyen terör örgütünün siyâsî uzantısı olduğu ileri sürülen bir partinin imtizaç etmesi, ikisinden birisinin “kuruluş ilkeleri”nden vazgeçmesi ile ancak mümkûn olabilirdi.
Her ne kadar HDP, bâzı çevrelerce, anılan seçim öncesinde Türk Kamuoyuna “Türkiye Partisi” olarak takdim edilmek istenmiş ise de, HDP bölücü terör örgütü ile arasına kesin olarak mesâfe koyduğunu, Anayasamızın ─devletimizin kuruluş ilkeleri olarak kabûl edilebilecek─ ilk dört maddesinin hükûmlerini kayıtsız-şartsız kabûl ettiğini, amacının Türkiye’yi birlik ve bütünlük içinde daha huzurlu bir ülke hâline getirmek olduğunu, açık ve kesin bir dille kamuoyuna açıklamış değildi.
Belirtilen sebeplerle, CHP’ nin, MHP’ yi ─içinde HDP’ nin bulunacağı─ bir koalisyon hükûmetine iknâ çabaları, nâfile gayretlerdi ve bu çabalar, seçmen nezdinde muhâlefetin daha da güven kaybetmesinden başka bir işe yaramadı. Sözün kısası, MHP “kilit parti” konumundaydı.
2007 yılından 7 Haziran seçimleri öncesine kadar siyâset bilimi alanında yapılan araştırmaların pek çoğunda ve seçmen eğilimleriyle ilgili anketlerde, AKP ve CHP seçmeni için MHP’ nin “ikinci tercih” konumunda olduğu sonucu çıkıyordu. Üstelik de, yaklaşık % 70 seviyelerinde… Bu yüzden, MHP’ nin AKP ile koalisyon hükûmeti kurması, muhtemelen HDP dışındaki partilerin seçmen tabanında pek fazla “hazım” sorunu yaratmayacaktı.
Kaldı ki, AKP tabanı için MHP, mevcut şartlarda ─zorunluluktan kaynaklanmış olsa bile─ en uygun tercih gibi görünmekteydi.
MHP’ nin koalisyon hükûmetinde yer alması, CHP seçmeni bakımından da ─rejime yönelik kaygılar bağlamında─ bir sigorta/güvence işlevi görebilirdi.
Bu konuda asıl zorluk MHP’de idi. MHP seçmeni, bir yandan uzun süredir iktidara uzak olmanın sıkıntıları sebebiyle, “MHP’ nin, kurulacak bir hükûmette yer almasını” arzu ediyor, öteyandan AKP’ nin milliyetçiliği zemmeden söylem ve politikalarından ötürü de, “AKP ile birlikte uyumlu bir hükûmet kurulmasının zor olduğunu” düşünüyordu. Seçim sonucu, başka da seçenek bırakmamış gibiydi.
Belirtilen sebeplerle, seçim sonrasında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin tavrı merak ediliyordu.
Devlet Bahçeli 1 Kasım seçimlerinde iktidarı AKP’ye “altın tepsi” içinde sundu
Sayın Bahçeli, daha 7 Haziran akşamı, heyecanla (Türkiye, 1970′ li ve 1990′ lı yılar boyunca uyumsuz, güçsüz, birlikteliği sürekli pamuk ipliğine bağlı koalisyon hükûmetlerinin sebep olduğu istikrarsızlıktan öylesine usanmıştı ki, bu yüzden olsa gerek, biraz da endişe ile) seçim sonrasındaki yorumları/haberleri tâkip etmekte olan herkesi şaşkına çeviren açıklamasını yaptı.
Bahçeli’nin “MHP’ nin koalisyon kurma çalışmaları içinde yer almayacağı” şeklinde anlaşılan açıklamaları, aslında iktidar partisinde gönlü olan, ancak yaptığı bâzı yanlışlardan ötürü ona bir ders de vermek isteyen seçmenlerde daha büyük şaşkınlık ve hayâl kırıklığı yarattı.
Muhtemeldir ki, Sayın Bahçeli’nin o akşamki açıklamalarından sonra, pek çok seçmen, sandıkta kullandığı oy sebebiyle, pişmanlık duymuştur.
Bahçeli, bu olumsuz tavrını, sonraki zaman diliminde de sürdürdü. Bu tavrıyla, seçmene, âdeta 1 Kasım seçimleri için adres gösterdi; “Gidin, AKP’ ye oy verin. Yoksa Türkiye, yine eski günlerde olduğu gibi, siyâsi çalkantılar içine girer; zayıf/uyumsuz koalisyon hükûmetlerinin sebep olduğu sorunları-bunalımları yeniden yaşarsınız!”
Koalisyon hükûmeti kurma girişimlerinin başarısızlıkla neticelenmesi üzerine, zorunlu olarak seçimlerin yenilenmesi gerekti ve 1 Kasım seçimleri yapıldı.
Seçimlerin yenilenmesi, 7 Haziran’da alınan sonuçtan memnun olmayan AKP için, yeniden tek başına iktidarı elde etme konusunda önemli bir fırsat yarattı. İktidarın bâzı icraatlarından memnun olmayan seçmenler dahi, 7 Haziran sonrasında yaşanan belirsizlikten ürkerek, ülkenin ─tıpkı eski günlerde olduğu gibi─ yeniden istikrarsızlığa sürüklenmesi ihtimâli karşısında, oyunu AKP için kullandı. Seçmenlerin tercihini, seçim sürecinde vukû bulan tedhiş olaylarının da etkilemiş olması, muhtemeldir[1].
Denebilir ki, Sayın Bahçeli, istikrarlı bir koalisyon hükûmetinin kurulması konusundaki “gönülsüz/isteksiz” tavrı ile, 7 Haziran seçimlerinde seçmenden ciddi bir uyarı alan AKP’ ye, 1 Kasım seçimlerinde iktidarı âdetâ “altın tepsi içinde” ikram etti.
Sayın Bahçeli, hükûmet kurma çalışmaları sırasındaki katı/uzlaşmaz tutumunu eleştirenlere karşı, ─AKP’ yi kastederek─ ağır ithamlarda bulundu ve “iktidar partisinin geçmişte yaptığı yanlışların sineye çekilemeyeceğini, bunların hesâbının sorulması gerektiğini, iktidar uğruna ilkelerinden vazgeçemeyeceklerini” her fırsatta dile getirdi.
Devlet Bahçeli’de “dönüşüm” ve referandum süreci…
15 Temmuz darbe girişiminin toplumda yarattığı şaşkınlık ve “millî birlik” ihtiyâcının da etkisiyle, iktidar partisinin yıllardan buyana gündemde tutmaya ve böylece toplumu alıştırmaya çalıştığı Başkanlık sistemi/Anayasa değişikliği konusu ülkenin gündeminden neredeyse tamâmiyle çıkmış iken, Sayın Bahçeli 2016 yılının Ekim ayında yapılan bir grup toplantısında konuyu ─hiç kimsenin beklemediği bir anda─ gündeme getirdi ve ─yalnız iktidar partisi değil, Türkiye’de hiç kimse─ deyim yerinde ise “duyduklarına inanamadı”.
Bahçeli, ilk başlarda “Görüşlerimizde değişiklik yok. Başkanlık sistemini istemiyoruz. Ancak, kararı halk versin, konu gündemden kalksın.” kabilinden sözlerle, sözkonusu “keskin çarkedişi” tevil yoluna gittiyse de, zamanla “Başkanlık sistemi”ni savunur hâle geldi. Yalnızca, Bahçeli’nin kararlı tutumu sonucunda, muhtemelen “tevilde kolaylık olsun” düşüncesiyle, sistemin ismi değiştirildi ve “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” denildi.
Sayın Bahçeli, Ekim 2016 ayına gelinceye kadar, Anayasa değişikliği ve Başkanlık sistemine ilişkin tartışmalarda uzlaşmaz bir tutum ortaya koymuştu ve Başkanlık Sistemini savunanlara şiddetli eleştiriler yöneltmişti. Başkanlık sisteminin Türkiye’yi eyaletlere böleceğini, millî birlik ve bütünlüğümüze zarar vereceğini, devletin kuruluş ilkelerinin ve ulus-devlet niteliğinin ortadan kalkacağını, denge-denetim mekanizmalarının zayıflayacağını ve diktatörlüğe yol açacağını ilh… savunmaktaydı.
Üstelik, 16 Nisan 2017 günü yapılan halk oylamasında kabûl edilen anayasa değişikliği sonucunda, “denge-denetim mekanizmaları” ─kanâatimizce─ tahayyüllerin ötesinde zayıflatıldı ve âdetâ meclis Cumhurbaşkanlığı makamının gölgesinde “göstermelik/işlevsiz” bir kurum hâline getirildi. Buna rağmen, Sayın Bahçeli’nin bu durumu ─dostlar alışverişte görsün kabilinden yaptığı cılız eleştiriler ihtiva eden birkaç açıklama dışında─ kuvvetli ve ısrarlı bir şekilde eleştirdiği söylenemez.
Kaldı ki, MHP, Anayasa değişikliği metninin bu hâliyle halkoyuna sunulmasına râzı olmasaydı, zâten referandum gündeme hiç gel(e)meyecekti.
Devlet Bahçeli Niçin Tavır Değiştirdi?
Bir süredir bütün Türkiye (belki, Türkiye ile ilgilenen yurtdışındaki iş ve siyaset çevreleri de) “Devlet Bahçeli’nin ne yaptığını, hedefinin ne olduğunu” anlamaya çalışıyor.
7 Haziran 2015 seçimleri öncesine kadar acımasızca eleştirdiği; 7 Haziran seçimlerinden sonra “birlikte hükûmet kurmaktan ısrarla kaçındığı” iktidarla işbirliği yapan, hattâ onu savunma vazifesini üstlenen, “muhâlefet partisi lideri” gibi değil de âdetâ “iktidarın ortağı” gibi davranan bir siyasetçi ile karşı karşıyayız.
Sayın Bahçeli’nin, “daha önce savunduğu görüşlerle taban tabana zıt olan bir yola niçin, hangi sâiklerin itkisiyle girdiğini”, “niçin tavır değiştirdiğini”, “hedefinin ne olduğunu” kimse anlayabilmiş değil…
Bahçeli, Partisinde, yapılacakları umûmiyetle kendisi belirliyor…
Gelinen noktada, MHP’ de genel başkanı eleştirmek, Sayın Bahçeli’den “olur” almadan ülke ve dünya meseleleri konusunda görüş bildirmek, neredeyse imkânsız. Aksine davrananlar derhâl kapının önüne konuluyor. Kamuoyundaki algı bu şekilde…
Ne var ki, 1 Kasım 2015 seçimlerinde yaşanan hezimetten sonra, o güne kadar suyüzüne çıkma imkânı bulamayan parti içi muhâlefet görünür hâle geldi ve muhalifler tarafından, ─yalnız MHP değil, Türk demokrasi târihi bakımından da dikkate değer bir şekilde─ parti yönetimine ve Sayın Bahçeli’ye karşı mücâdele başlatıldı.
Eğer, MHP’ de parti içi muhâlefet demokratik teâmüller ve hukûk çerçevesinde sürdürülebilmiş olsa idi ve, ─neticesi kimin lehine olursa olsun─ kamu vicdanının onaylayacağı bir sonuca bağlanabilseydi, bu ─tereddütsüz biçimde söylenebilir ki─ Türk demokrasi târihindeki en önemli merhalelerden birisi olacaktı. Zîrâ, demokratik nizamın aslî unsurları olan partilerin kendi içlerinde demokrasiyi tesis edememeleri durumunda, ülkede demokratik nizâmın ârızasız işlemesi beklenemez. Oysa ki, bilhassa 1980 sonrasında, Türk demokrasisinin öne çıkan hususiyetlerinden birisi, siyâsî partilerdeki “lider sultası”dır.
Bahçeli’nin, demokratik teâmüller ve hukûk nizâmı çerçevesinde parti içi muhâlefetin yaşamasına izin vermemesi; buna mukabil, yakın zaman öncesine kadar acımasızca eleştirdiği iktidarla “olağandışı” yakınlaşması, haklı olarak, toplumun bir kesiminde “Bahçeli’deki tavır/politika değişikliğinin, parti içinde kendisine (ve, politikalarına) yönelen muhâlefetle ilişkili olabileceği” yorumlarının yapılmasına zemin hazırladı. Bu yöndeki değerlendirmeleri “tarafgir, hakkaniyetten uzak” yorumlar olarak kabûl etmek ve bir kalemde silip atmak herhâlde doğru olamaz…
Büyük Kurultay delegelerinin yarısından fazlasının noter kanalıyla verdikleri dilekçelere istinâden toplanan ve daha kalabalık sayıda delegenin katılımıyla gerçekleşen olağanüstü kurultayın “büyük kongrenin erkene alınması” yönünde karar vermesine karşılık, bu kararın uygulanma imkânı bulunamaması, demokratik teâmüllerle izah edilebilir mi? Yâhut, günümüzde Sayın Bahçeli’nin iktidarla ilişkiler konusunda sergilediği tavır ve davranışların, demokrasiyle yönetilen ülkelerdeki mutad iktidar-muhâlefet ilişkileri bağlamında değerlendirilebilmesi mümkûn müdür?
Zîrâ, Sayın Bahçeli, bir muhâlefet partisinin lideridir ve konumu itibariyle görevi, iktidarı “cansiperâne” desteklemek/savunmak değil, doğru yapıldığına inandığı hususlarda desteklemek, gördüğü yanlışları eleştirmek, ülke ve dünyâ meseleleri ile ilgili tespit ve çözüm önerilerini toplumun dikkatine sunmaktır.
Devlet Bahçeli’nin sözüedilen tavırlarının, önceki seçimlerde MHP’ ye oy vermiş olsun ya da olmasın, toplumun önemli bir kesiminde yakın zamana kadar hâkîm olan “sözünün eri, ülkenin/rejimin güvencesi, Devlet Adamı Bahçeli” imajına büyük zarar verdiği muhakkak. Bu yüzden, “Bahçeli’nin son dönemde ortaya koyduğu tavırları ve söylemleri sebebiyle, yapılacak ilk seçimde partisinin barajın altında kalacağı”nı düşünenlerin sayısı hiç de az değil.
Sözün özü, “Sayın Bahçeli’nin, parti içi muhâlefeti safdışı edebilmek için iktidarın desteğine ihtiyaç duyduğu ve sonrasında da ‘diyet borcunu ödediği’; bu politikanın siyâsî geleceğini tehlikeye düşürdüğünü gördükçe de, iktidara daha fazla yak(ın)laşmak zorunluluğunu hissettiği” yönündeki değerlendirmeler, bilinen Devlet Bahçeli imajı ile uyuşmasa da, kabûl etmek gerekir ki, günümüzde hayli taraftar bulmaktadır.
Devlet Bahçeli, Ülkenin yararı için kendisinin ve partisinin geleceğini fedâ mı etti?
Devlet Bahçeli’nin sevenleri, O’nun şahsı ve/veyâ partisinin çıkarları doğrultusunda bir eylemde bulunmayacağına kani olanlar, Bahçeli’deki tavır değişikliğinin sebebi olarak, “beka” meselesini gösteriyorlar.
Böyle düşünenlere göre, 15 Temmuz darbe girişimi ile gerçek yüzünü artık toplumun da iyice kavramaya başladığı Fetö belâsının kökünün kazınması, güney sınırlarımızın dibinde ─giderek daha tehlikeli bir hâl almakta olan─ bir “uydu devlet” kurma girişimlerinin engellenmesi gibi konular, millet olarak birlik içinde olmamızı gerektirmektedir ve Sayın Bahçeli, bu sebeplerle, muhâlefet görevini askıya almıştır.
İleri sürülen gerekçeler son derece kaydadeğer olmakla birlikte, inandırıcılıktan uzaktır.
Bahsedilen sorunların iktidar-muhâlefet arasında sağlıklı ilişkiler tesis edilerek çözüme kavuşturulması pekâla mümkündür.
Ülkede güçlü ─ama, sağduyulu─ bir muhâlefetin mevcudiyeti; iktidarı daha ölçülü ve sorumlu davranmaya sevkeder, önceki hatâlarını tekrarlamaktan ve gelecekte başka sorunlara yol açabilecek nitelikte ciddî hatâlar yapmaktan alıkoyar, millî mevzularda geniş bir mutabakata dayanan ve “ortak aklın” ürünü olan çözümler geliştirilebilmesine imkân sağlar.
Bu itibarlâ, ülkenin ağır sorunlarla yüzyüze olması, muhâlefetin kendisini işlevsiz hâle getirmesini gerektirmez. Tam tersine, muhâlefetin görevini aynı ciddiyetle sürdürmesi, hem ülke için, hem de iktidar için fevkalâde önemlidir.
Muhâlefetteki partilerin “sağduyulu, sorumlu” bir şekilde muhâlefet yapmaları, bu cümleden olmak üzere “millî” konular sözkonusu olduğunda “baltaların gömülmesi” ve en uygun çözüm önerileri konusunda mutabakata varılması, güç birliği yapılması, dost-düşman herkese “ülke menfaatleri sözkonusu olduğunda, bütün diğer hususların/anlaşmazlıkların geri plâna itildiğinin ve milletçe yekvücut olabildiğimizin gösterilmesi”, böylelikle en ağır sorunların dahi demokratik teâmüller çerçevesinde ve geniş bir mutabakatla çözüme kavuşturulması, millî birliğin ─ağır sorunların yaşandığı zamanlarda─ daha da pekişmesini sağlayacağı gibi, uluslararası alanda ülkemizin saygınlığının artmasına ve uygulanan politikaların inandırıcılığının ve etki seviyesinin yükselmesine de yardımcı olacaktır.
“Millî Mücâdele” nin hangi şartlarda ve nasıl bir “siyâsî hürriyet” ortamında gerçekleştirildiği; Birinci Meclis’in dünyâ demokrasi târihinde nasıl mümtaz bir yere sâhip olduğu, o Meclis’te en ateşli tartışmaların dahi, nasıl bir celâdetle, fakat ne kadar “seviyeli” yapılabildiği, unutulmamalıdır.
Devlet Bahçeli, aslında “büyük oyun” mu kurguluyor?
Bâzılarınca da, “Devlet Bahçeli’nin ‘büyük bir oyun’ kurguladığı; tâkip ettiği siyâsetle, bugüne kadar ümmetçi, lâiklik ve ulus-devlet karşıtı, Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleri ile sorunlu olan ve bu çerçevede politikalar tâkip eden, bu sebeple de Fetö’nün gerçek yüzünü anlamaya başladığı 17-25 Aralık sürecine kadar “devlet” ile gerilim yaşayan iktidar partisini millî/milliyetçi bir çizgiye çekmekte olduğu; Bahçeli sâyesinde, iktidar partisinin devletle olan kavgasının son bulduğu; Bahçeli’nin, ülkenin geleceği bakımından böylesine hayâtî öneme sâhip bir sonucu elde edebilmek için, şahsının ve hattâ partisinin menfaatlerini gözardı ettiği” ileri sürülüyor.
İleri sürülen gerekçeler hiç de yabana atılır cinsten değildir.
İktidarın, ilk yıllarında AB ile sıcak ilişkiler kurmaya özen gösterdiği, hattâ bu konuda ─toplumun bir kesiminde infiâl uyandıracak derecede─ tavizkâr bir tutum içinde olduğu; Cumhuriyet döneminin yaklaşık bir asırlık târihi boyunca uygulanan ve “millî menfaatlerin her hâl ve şartta korunmasını” birinci öncelik olarak gören dış politikayı “komşularımızla olan sorunlarımızın asıl sebebi” olarak değerlendirdiği; “sıfır sorun” politikası adı verilen bir yaklaşımla, komşularımızla “her ne pahasına olursa olsun” iyi ilişkiler kurulmasını hedeflediği; bu çerçevede Ermenistan, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi gibi ─Türk/Türkiye düşmanlığını ifrat seviyesine vardıran, bu durumu âdetâ bir varlık sebebi hâline getiren─ ülkeler konusunda dahi ─onlardan karşılık beklemeden ve, ülke menfaatleri bakımından son derece riskli addolunabilecek─ ciddî adımların atıldığı (Kıbrıs’ta “birleşme” referandumunun desteklenmesi, Ermenistan’a sınır kapılarının açılması yönündeki tartışmalar; Yunanistan’ın Ege’deki tehditkâr/saldırgan tutumu karşısında “mülâyim” denilebilecek bir tutum takınılması vb. gelişmeler bu minvâlde sayılabilir.); iktidar cenahınca, Cumhuriyet boyunca sürdürülen “tek millet” inşâ etme çabalarının “inkâr ve asimilasyon politikası” olarak görüldüğü ve “terörün asıl sebebi” olarak addolunan “tek millet inşâına yönelik” politikalardan vazgeçilmesi durumunda, terörün gerekçesini kaybedeceğine ve kendiliğinden sona ereceğine inanıldığı; bu düşünceden hareketle “açılım politikası”nın devreye sokulduğu, bu çerçevede TSK ve güvenlik/istihbarat kuruluşlarının bölücü eşkıyaya karşı yürütmekte oldukları güvenlik önlemlerinin alt seviyeye indirildiği ilh…., bilinen hususlardır.
Gelinen noktada, dış politikadan iç güvenliğe, tek millet inşaından sanayileşmeye kadar, Cumhuriyetin kuruluşundan buyana uygulanan politikaların hiç de yabana atılacak cinsten ─gelişigüzel başvurulmuş─ uygulamalar olmadığı; Eğitim, bilim, kültür, sağlık, kalkınma-sanayileşme, ulaşım vb. konularda uygulamaya konulan/konulmak istenen politikaların Türk ve Avrupa/Dünyâ târihinde bilhassa son yüzyıllarda yaşanan gelişmelerden dersler çıkarılarak kurgulanmaya çalışıldığı; Ne var ki, ülkede eğitim, bilim, kültür ve düşünce alanında yaşanan yetersizliklerin ve yüzyılların birikimi olan sığlaşmanın sonucunda, yapılan ve yapılmak istenen uygulamaların derinliğine tartışma imkânı bulunamaması, maddî konulardaki yetersizlikler (ülkede yeterli sermâye, nitelikli işgücü, bilgi-teknoloji ve teşebbüs gücü bulunmaması vs.) ve Batı ile aramızda yaklaşık iki yüzyıldan buyana ─her alanda─ mütemâdiyen açılmakta olan mesâfenin bir an önce kapatılması telâşı ile “yeterince tartışılmadan” girişilen uygulamalar ve/veyâ uygulamada yapılan yanlışlıklar sebebiyle, bir takım sorunlar yaşandığı konusunda, en azından akl-ı selim sâhibi aydınlarımız arasında bir mutabakat sağlandığı, söylenebilir.
Bu cümleden olarak, bundan sonra, Cumhuriyeti kuran irâdenin yaptıklarının ve yapmaya çalıştıklarının toptan red/inkâr edilmesi yerine, bugüne kadar yaşanan tecrübelerden dersler çıkarılarak, yanlışların düzeltilmesi, eksikliklerin telâfi edilmesi ve ─eğitimden sanayileşmeye, millî güvenlikten dış politikaya kadar─ her alanda” çağın/geleceğin ihtiyaçları doğrultusunda millî varlığımızı daha güçlü bir şekilde sürdürmemizi sağlayacak “millî, gerçekçi/rasyonel” politikaların kurgulanması ve uygulanması bağlamında, daha dikkatli adımlar atılıp atılmayacağı konusunda şimdiden fikîr beyan etmek için vakit erken ise de, ümitvar olmamızı sağlayan bâzı emâreler sözkonusudur. Bu durumun ortaya çıkmasında Sayın Bahçeli’nin olumlu etkisi/katkısı olduğunu ileri sürenler, tezlerini şu şekilde gerekçelendirmektedirler;
“Devlet Bahçeli, aslında gündemden neredeyse tamâmiyle kalkmış olan Başkanlık sistemini yeniden gündeme taşıyarak, Sayın Cumhurbaşkanına ve partisine hareket imkânı bırakmamış, Başkanlık Sistemini (Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemini) getirecek anayasa değişikliğinin gerçekleştirilmesi konusunda âdetâ bir emrivâki yapmıştır. Böylelikle, % 44 – 45 seviyelerindeki bir oy oranı ile iktidar olabilmek imkânı var iken, iktidarı “seçmenlerin yarısından bir fazlasının oyunu almayı gerektiren” bir sistem değişikliğini yapmaya zorlamış; seçmen tabanının genişletilmesini gerektiren bu uygulama sâyesinde de, iktidar partisini “Cumhuriyetin kuruluş ilkelerine uygun davranma konusunda daha özenli olmaya” ve farklı kesimlerin de görüşlerini dikkate almaya âdetâ icbar etmiştir. Böylelikle, farklı kesimlere dayanmak durumunda kalacak olan AKP’ için, “merkeze yönelmek” bir zorunluluk hâlini almıştır.”
Bu izah tarzının gerçeği ne ölçüde yansıttığını; hakîkat mi, spekûlasyon mu, yoksa iktidarla ilişkiler konusunda gerçekleşen “âniden çarkedişi” gerekçelendirmek için başvurulan bir iknâ çabası mı olduğunu, bize zaman gösterecektir.
Şu kadar ki, bir an için, Sayın Bahçeli konusunda ileri sürülen “büyük oyun kurguladığı” yönündeki iddiaların tamâmiyle doğru olduğu varsayımından hareket edilecek olsa dahi, bu durum “muhalefet görevinden sarfınazar etmesini” haklı çıkaracak bir mâhiyet taşımamaktadır. Önceki bölümde de belirtildiği gibi, “millî menfaatler sözkonusu olduğunda, partisinin çıkarlarını gözardı eden” “Bilge’ce” muhalefet yaparak da “kastedilen sonucun” alınması mümkûndür. Hattâ “güçlü bir alternatifinin bulunduğunu; uyguladığı ve uygulamayı düşündüğü politikalara karşı toplumda ─demokratik teamüller çerçevesinde─ güçlü ve canlı/diri bir muhalefet oluştuğunu” hisseden iktidarın, bundan böyle her konuda daha özenli davranmak ve toplumun daha geniş kesimlerinin hassasiyetlerini dikkate almak zorunluluğunu hissetmesi, daha yüksek bir ihtimáldir…
AKP – MHP İttifakı: Bir Zorunluluk mu?
16 Nisan referandumu ile fiîlî başkanlık sistemine geçilmesi (Adına her ne kadar Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi denilmekte ise de, bu tâbirin “Başkanlık Sistemi” konusunda kamuoyunda oluşan tereddütleri gidermek ve geçmişte bu sisteme yönelik ciddî eleştirilerde bulunan Sayın Bahçeli’ye manevra yapma imkânı tanımak amacıyla ihdas edildiğini kabûl ederek, yeni sistemi “Fiîlî Başkanlık Sistemi” olarak adlandırmakta beis görmüyoruz.), gerçekten de mevcut iktidarın işini zorlaştırmıştır.
Parlamenter sistemde, % 44 – 45 civarındaki oy yüzdesi ile tek başına iktidar olabilmek mümkûn iken, yeni sistemde artık seçmenlerin yarıdan bir fazlasının oyunu alma zorunluluğu doğmuştur. Oysa ki, AKP ─anayasa değişikliği amacıyla iki kez yapılan halk oylaması nazarı dikkate alınmazsa─ en güçlü zamanlarında bile % 49 oy oranını geçmekte zorlanmıştır. Üstelik, 16 Nisan’da yapılan halk oylamasında da ─devletin bütün imkânları kullanılmış olmasına rağmen─ “yarıdan fazla” oy almakta ne kadar zorlandığı, bilinmektedir. Bu yüzden, “seçmenlerin yarıdan bir fazlasının oyunu almayı zorunlu kılan” Başkanlık sistemine geçilmesiyle, bir anlamda iktidar partisi kendi işini zorlaştırmış olmaktadır.
Üstelik, yalnız başkanlık seçimini kazanmak da artık yeterli değildir. Bundan sonra “meclis” ve “cumhurbaşkanlığı” seçimi ayrı ayrı yapılacağından, ve ─tatlısu demokratları, hoşlarına gitmeyen seçim sonuçları sebebiyle hâkîr görse de─ Türk seçmeninin geçmişte defalarca ortaya koymuş olduğu ferâseti de gözönünde bulundurulduğu takdirde, Başkanlığı kazanan partinin “mecliste çoğunluğu sağlayamama” gibi bir sonuçla karşılaşması ihtimál dâhilindedir.
‘Değiştirilen bütün maddeleri’ 2019 yılında yürürlüğe girecek olan Anayasa değişikliği sırasında, yukarıda değinilen ihtimâl gözönünde bulundurularak, Cumhurbaşkanlığı makamının yetkileri artırılmış ve arkasında Meclis çoğunluğu olmasa dahi, çok istisnâî konular dışında, Cumhurbaşkanlığı Kararnâmeleri ile sorunsuz bir şekilde ülkeyi yönetme imkânına kavuşturulmuş olmakla birlikte, Anayasal yetkilerini kullanacak dahi olsa, Meclis çoğunluğuna dayanmayan bir iktidarın icraatlarının meşruiyeti tartışmalı hâle gelecektir.
Bahsedilen sorunun çözümü için, hâlihazırda AKP’ nin önünde üç yol bulunmaktadır;
Birincisi, herhangi bir sebepten ötürü ─konjonktürel olarak─ iktidarın oy oranının yükseldiği bir zamanda, âni/baskın seçime gitmektir. Bu, seçimi kazanmak için kâfi gelse de, konjonktürel faktörlere dayalı başarılar, umûmiyetle istikrarlı bir yönetim oluşturulması için her zaman yeterli olmamaktadır. Demokrasi, parmak hesabına dayalı bir yönetim sistemi değildir. Demokratik teamüllerin ve hukûk nizâmının lâyıkı veçhile uygulandığı bir ülkede, “toplumsal eğilimlerin değişmesi” durumunda, iktidarın sorunsuz bir şekilde devâmı için meclisteki çoğunluk yeterli olmayabilmektedir. Aslolan, iktidarın, konjonktürel faktörlerden ziyâde, sağlam/dayanıklı geniş bir toplumsal tabana/desteğe dayanılarak elde edilmesi ve sürdürülmesidir.
İkincisi, “Fiîli Başkanlık Sistemi’nden geri dönülmesi”dir. Bu ihtimâl pek çokları için “uygulanamaz” gibi görünse de, aynı düşüncede değiliz. 16 Nisan Referandumunun iptâline ilişkin hukûkî sürecin dikkatle tâkip edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu sürecin “referandumun iptâli”ne karar verilerek sonuçlanması durumunda, iktidar partisi, “seçmenlerin yarıdan bir fazlasının oyunu alma zaruretinden kaynaklanan” sorunlardan kurtulmuş olacaktır. Bu sebeple de, mevcut iktidarın, yukarıda bahsedilen hukûkî sürecin “referandumun iptâli” yönünde sonuçlanmasından çok fazla rahatsız olmayacağı, belki de memnun olacağı inancındayız.
Üçüncü çözüm yolu ise, geçmişte AKP iktidarına mesâfeli duran toplum kesimlerinden bir kısmının kaygılarının mümkûn mertebe giderilerek, seçmen tabanının genişletilmesidir. Bu konuda MHP ve “ülkücüler” kritik önemi hâizdir. AKP ve MHP’ nin seçmen tabanları arasında “geçişkenlik” olduğu bilinmektedir. Bu itibarlâ, iki parti arasında yakınlaşma sağlanması durumunda, Cumhurbaşkanlığı seçiminde “yarıdan bir fazla oy alma” zorluğunun aşılması imkân dâhiline girecektir.
Şâyet MHP’ de muhalefet mücâdeleyi kazansa, böylelikle Devlet Bahçeli ve ekibi görevden uzaklaştırılmış olsa idi, AKP – MHP yakınlaşmasından söz etmek ─muhtemelen─ kabil olmayacaktı.
MHP’ de muhalefetin tasfiye edilmesi, deyim yerinde ise, Bahçeli – AKP ittifakının değirmenine su taşımıştır;
MHP’ de Bahçeli ve ekibinin tasfiye edilmesi durumunda, MHP’ den AKP’ ye oy kayması güçleşeceği gibi, yeni yönetimin başarısına bağlı olarak, tersine, AKP’ den MHP’ ye oy kayması da sözkonusu olabileceğinden, Bahçeli ve ekibinin MHP’ nin başında kalması, iktidar partisi için elzem idi.
Umûmî kanaat, Sayın Bahçeli’nin, MHP Genel Başkanlığına geldiği 1999 yılından buyana, “iktidar olmak, partisinin oylarını olabildiğince artırmak” konusunda cansiperâne bir çaba içerisinde olmadığı, daha ziyâde “olanla yetinme” eğiliminde olduğu yönündedir. Bu davranışın sebeplerini tartışmak bu yazının konusu değildir. Ancak, bu tavrın iktidar partisinin işini kolaylaştırdığı muhakkaktır.
AKP için, geçmişte HDP’ ye oy veren seçmenler de ─Cumhurbaşkanlığı seçiminde─ potansiyel seçmen durumundadır. Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kaldığı takdirde, ideolojik yönü ağır basan HDP seçmeninin, özellikle “açılım sürecinin” ─şimdilik─ sona ermiş olması ve 15 Temmuz’dan sonra HDP’ nin yönetici kadrosuna karşı yürütülen soruşturmalar/kovuşturmalar sebebiyle, Sayın Cumhurbaşkanına ve AKP iktidarına karşı öfkeli olmasına mukabil, “milliyetçilik yönü ağır basan” bir adaya oy vermek yerine, iktidarın bugüne kadar tâkip ettiği politikaları da gözönünde bulundurarak, iktidar partisinin adayı lehine oy kullanması daha yüksek bir ihtimâl olarak görünmektedir. Ancak, HDP’ nin ve ─ilişkili olduğu yönünde ciddi kuşkular bulunan─ bölücü terör örgütünün “açılım süreci”ni kendi emelleri uğruna ─Türk Devleti’nin bir zaafı olarak─ kullanmak istedikleri hususu henüz hafızalarda tazeliğini koruduğundan, HDP’ nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “kilit parti” olması hâlinde, bu durumu yine “pazarlık unsuru” olarak kullanmak istemeleri kuvvetle muhtemel olduğundan, Sayın Cumhurbaşkanı’nın ve AKP yönetiminin ─HDP sözkonusu olduğunda─ yoğurdu üfleyerek yemeleri, tabiidir…
AKP’ nin, referandum sonrasındaki süreçte, “seçmen tabanının genişletilmesi” politikasına uygun olarak, CHP seçmenini kazanmaya yönelik adımlar da atmaya başladığı, gözlenmektedir. Önceki yılların aksine, son Cumhuriyet Bayramı kutlamaları ve 10 Kasım etkinliklerinde öne çıkan Cumhuriyet ve Atatürk vurgusu, kamuoyunda “CHP ve ulusalcı seçmene göz kırpılması” olarak değerlendirilmiştir. Sonuçlarını görmek içinse, ilk seçimi beklemek gerekecektir.
Şu kadar ki, CHP’ nin “Cumhuriyeti kuran/koruyan, rejimin güvencesi olan” siyâsî parti olduğu iddiasıyla çelişecek nitelikteki söylem ve uygulamaları (Son İstanbul İl Başkanlığı seçimi bu minvâlde değerlendirilebilir.), CHP’ nin toplumsal tabanını genişletme çabalarını akamete uğrattığı gibi, aksine mevcut tabanını kaybetme ihtimâlini de güçlendirmektedir. Ecevit’in genel başkan olduğu dönemlerde % 40’ların üzerine çıkan, umûmiyetle de % 30′ lar seviyesinde olduğu kabûl edilen “geleneksel CHP oyları”, diğer sosyo-ekonomik faktörlerin yanısıra, bilhassa bölücü/mezhepçi/bozguncu tedhiş ve gayrımillî çevreler karşısındaki duruşunun (Ermeni tehciri konusundaki tavırlar, yurtdışından Türkiye’nin millî çıkarlarını yöneltilen eleştiriler karşısında ikircikli bir tutum takınılması gibi konular bu minvâlde sayılabilir.) kendi “geleneksel” seçmen tabanında dahi rahatsızlık yaratması sebebiyle, 1990′ lı yıllardan buyana erimeye başlamış ve % 22 – 25 seviyelerine kadar gerilemiştir. CHP yönetiminin sözkonusu gidişata çözüm bulamaması durumunda, milliyetçi/ulusalcı yönü ağır basan CHP seçmenlerinin AKP’ nin “milliyetçi(liğe) açılım” politikasına itibar edip etmeyeceklerini, AKP yönetiminin “milliyetçi” söylemlerinin samimiyetine inanıp inanmamaları ve ─özellikle de─ Meral Akşener yönetimindeki İyi Partinin başarısı belirleyecektir.
Sonuç itibâriyle, 16 Nisan’da gerçekleşen Anayasa değişikliğinden sonra Cumhurbaşkanlığı seçiminde oyların yarısından bir fazlasını almak gerektiğinden, iktidar partisi ─bilhassa Cumhurbaşkanlığı seçiminde─ seçmen tabanını genişletme zorunluluğu duymuştur ve bu çerçevede MHP ile yakınlaşmak ─tek seçenek değilse de─ diğer alternatiflere nazaran daha sonuç verici nitelikte görünmektedir.
Kezâ, 1 Kasım seçimlerinden sonraki süreçte MHP’ de muhalefetin giderek güçlendiği ve sonunda “genel başkan” değişikliğini gerçekleştirebilecek bir güce kavuştuğu anlaşılmıştır. Bu durumun da, Devlet Bahçeli yönetimindeki MHP’ nin AKP ile işbirliğine iknâ edilmesinde kolaylık sağladığı, söylenebilir.
AKP – MHP İttifakı Kurumsal Bir Niteliğe Bürünecek mi?
Basına yansıyan haberlerden, AKP ve MHP yetkililerinin gelecek seçimlere ─partilerin tüzel kişilikleri korunmak kaydıyla─ “birlikte” girmelerine imkân sağlayacak bir hukûkî düzenleme üzerinde çalıştıkları, anlaşılmaktadır.
Öncelikle, şu hususu vurgulamakta yarar görüyoruz;
Bundan böyle, siyâsî partilerin, gerek gördüklerinde ─seçimlerde, tüzel kişiliklerini koruyarak─ ittifaklar tesis etmelerine imkân veren bir hukûkî düzenlemenin yapılması, son derece yerinde olacaktır.
27 Mayıs darbesinden sonra, önceki dönemde yürürlükte olan “çoğunluk sistemi”nin mahzurlarını ortadan kaldırmak amacıyla, seçimlerde “nisbî temsil” sistemi uygulamaya konulmuş; ancak bu sistem, istikrarlı hükûmetler kurulmasını güçleştirmiştir.
1980 darbesinden sonra ise, yine önceki döneme tepki olarak, küçük partilerin meclise girmelerini son derece zorlaştıran “mevcut sistem” yürürlüğe konulmuş; bunun üzerine, % 10’luk seçim barajını aşmakta zorlanan partiler “hülle” yolu ile “örtülü” ittifaklar yapmak durumunda kalmışlardır.
“Siyâsette istikrar” ve “temsilde adâlet” ilkelerinin uyumlu bir şekilde gerçekleştirilmesine imkân verecek düzenlemeler, Türk Demokrasisinin sağlıklı gelişimi bakımından büyük yarar sağlayacaktır.
***
Devlet Bahçeli’nin “ittifak” konusunda kararlı ve ısrarlı davranması, “iktidar partisi ile yakınlaşmasının” partisine oy kaybettirdiğinin farkında olduğunu göstermektedir. MHP’ nin barajı aşamayabileceği ihtimâlinin güçlenmesi, MHP oylarının daha da düşmesine yol açacağından, referandum sürecinden sonra iyice “görünür” hâle gelen ittifak AKP için anlamsız hâle gelecektir. Bahsedilen düzenleme ile, MHP’ deki erimenin önüne geçilmesine çalışıldığı anlaşılmaktadır.
AKP – MHP ittifakının, Almanya’da uzun yıllar birlikte koalisyon hükûmetleri kuran Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) – Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) arasında tesis edilen ilişkiye benzer[2] “kalıcı/istikrarlı” bir niteliğe büründürülmesi; Fetö ile mücâdele çerçevesinde bürokraside/akademide oluşan açığın ─bir nebze─ “MHP ile gönül bağı olan, nitelikli, Fetö bağlantısı olmayan” bürokratlar/akademisyenler yardımıyla giderilmesine de imkân verecektir. Üstelik, bu beklentinin, sözkonusu ittifaka bugüne kadar soğuk bakan ve Meral Akşener liderliğindeki İyi Partiye kayması muhtemel olan “ülkücü” akademisyen/bürokrat kadroların elde tutulmasına da yardımcı olacağının düşünüldüğünü, tahmin ediyoruz.
Ancak, AKP – MHP ittifakının “kalıcı” (ve de, beklentileri karşılayacak verimlilikte) olabilmesini sağlayacak olan, “seçim ittifakı” konusunda yapılacak hukûkî düzenlemeler değil, iki parti arasındaki “ideolojik” uyumsuzluğun ne ölçüde giderilebileceği konusudur. İdeolojisinin özünü milliyetçilik, ulus-devlet, lâiklik, Türk Dünyâsı ile ilişkiler gibi ilkeler/amaçlar oluşturan bir parti ile, sözüedilen kavramları/ilkeleri “en büyük tehlike”, “başta terör olmak üzere, ülkede yaşanan sorunların ana sebepleri arasında” gören bir partinin, belirli bir zaman dilimi ile mukayyet olmayan uzun ve istikrarlı bir “yoldaşlığı” nasıl tesis edecekleri, merak konusudur.
Lâkin, lider kültünün ağır bastığı, dolayısıyla “lider, doğrusunu düşünür/yapar” rahatlığında olan AKP seçmenine karşılık, “dik başlı” MHP seçmeninin, AKP ile yürütülen ittifak çalışmalarına onay vermekte oldukça “gönülsüz” davrandığı müşahede edilmektedir. Darbelere ve küresel güçlere meydan okumuş; idamlara, işkencelere, ağır hapislere direnmiş; inançları uğruna her türlü eziyete katlanmaktan, istikbâlini tehlikeye atmaktan çekinmemiş; feleğin çemberinden defâlarca geçmiş; gerektiğinde, kurucu lider Başbuğ Türkeş’i dahi sıygaya çekmiş, genel başkanını ve parti yönetimini daimi surette sorgulamış, başarısızlıkların hesabının verilmesini talep etmiş; 1 Kasım seçimlerinde yaşanan hezimetin ardından, iktidarın da desteklediği engelleme çabalarına rağmen, parti yönetimine bayrak açarak “demokratik teâmüller ve hukuk kuralları çerçevesinde” ─inkıtaa uğratılmaması durumunda, genel başkanın ve parti üstyönetiminin değişmesiyle sonuçlanabilecek─ parti içi muhalefeti başlatmış ve ─sürecin bir kısmı OHAL dönemine denk gelmesine rağmen─ sözkonusu mücâdeleyi meşruiyetine hâlel getirmeden sürdürebilme kararlılığını ve yeteneğini ortaya koymuş; Türkiye’ye özgü şartların etkisiyle yeterince okumasa da, umûmiyetle genç, kültürlü-eğitimli, “şehirlilik oranı” ─AKP’ye nazaran─ daha yüksek, düşünen, sorgulayan, şahsiyet sâhibi bireylerden oluşan MHP seçmeninin, müphem bir “beka” gerekçesiyle uzun müddet iknâ/teskin olunabileceğine ihtimâl vermiyoruz.
Bundan sonra ne olacak? MHP için “Yolun Sonu mu?!”
Bir partinin varlığını etkin bir şekilde sürdürebilmesi, esas itibâriyle şu iki unsura sâhip olmasını gerektirir; “iyi tasarlanmış bir dünyâ görüşü” ve “sözkonusu dünyâ görüşünün hayâta geçirilmesinin gerekliliğine yürekten inanmış, yeterli sayı ve nitelikte taraftar topluluğu.”
MHP’ nin, bu iki konuda bugüne kadar fazla sorun yaşadığı söylenemez. Ancak, önümüzdeki süreci ─MHP için─ kritik hâle getiren husus, partinin, hem “ideolojisini” ve hem de ─seçmen tabanının belkemiğini oluşturan─ “ülkücü camiayı” bütünüyle kaybetme ihtimâliyle karşı karşıya bulunmasıdır.
MHP, “Türkiye Cumhuriyeti’nin ─kuruluş ilkeleri doğrultusunda─ ilelebet pâyidar kılınmasını” ideolojisinin temeline yerleştirmiş bir partidir. Taraftarlarının ve toplumun önemli bir kesimi, iktidar partisinin “MHP’ nin temel ideolojisinin tam aksi yönde görüşlere/hedeflere sâhip olduğu” konusunda ciddî kaygılar taşımaktadır. Hâl böyle iken, Devlet Bahçeli, partisi ile AKP arasında ─kapsamı ve mâhiyeti yalnızca kendisi ve muhatapları tarafından bilinen─ bir ittifak tesisi çabasına girişmiş; ancak, bu davranışının gerekçelerini topluma ve partisinin taraftarlarına izah etme gereği duymamıştır.
Bu durumun, nitelikleri hakkında yukarıda kısaca bilgi verilen MHP seçmeninin mühim bir kısmı tarafından onaylanması pek mümkûn görünmemektedir. Son dönemde seçimlere AKP ile birlikte girilmesine imkân veren düzenlemeler yapılması yönündeki girişimler, MHP üstyönetiminin de bu durumun farkında olduğunu gösterdiği, şeklinde değerlendirilebilir.
Bundan önce de, MHP oylarında çeşitli sebeplerden ötürü artış/azalış vukû bulmuştur ve bu durum demokrasinin bir gereğidir. Ancak, seçmen tabanının önemli bir bölümünde “MHP’ nin kuruluş amaçları ile bağdaşmayan bir yola girmiş olduğu” şeklinde bir anlayışın hâkîm olması durumunda, önümüzdeki dönemde “değerlere bağlılığı” üst seviyede olan seçmenleri ile MHP arasında bir “boşanma”nın vukû bulması, giderek güçlenen bir ihtimâl gibi görünmektedir.
Bu endişelerin gerçek olması durumunda, ideolojisini ve seçmen tabanını kaybetmiş bir MHP’ nin “siyâsî mevtâ” hâline geleceğini söylemek ise, herhâlde gereksiz olacaktır.
“Devlet Bahçeli’nin büyük oyun kurguladığı; böylece, iktidar partisi ile MHP arasında ideolojik farklılık kalmayacağı” savının doğru olması durumunda da, MHP için mukadder akıbet değişmeyecektir. Zîrâ seçmen, bu durumda, haklı olarak “artık MHP’ ye ihtiyaç kalmadığını” düşünecektir.
Sonuç itibâriyle, Devlet Bahçeli, MHP’ yi “her hâl ve şartta tasfiyesi ile sonuçlanacak” dönülmez bir yola sokmuş görünmektedir.
Devlet Bahçeli’nin “partisinin tasfiyesi ile sonuçlanacak bir süreci başlatmak” yerine, iktidar partisini bâzı konularda daha özenli ve ölçülü davranmaya sevkedecek nitelikte “sağduyulu, ancak etkili” bir muhalefet yapma yolunu niçin tercih etmediği konusu ise, karşımızda bir muamma olarak durmaktadır.
*****
[1] Bu dönemde gerçekleşen bâzı tedhiş olayları; 20 Temmuz; IŞİD’in bombalı eylemi sonucunda, 33 kişi hayâtını kaybetti. 22 Temmuz: Ceylanpınar’da iki polis, evlerinde uyurken içeri sızan PKK’lılar tarafından şehit edildi. 23 Temmuz: IŞİD, Kilis’te sınırdan ateş açtı bir astsubay şehit oldu. Diyarbakır’da bir polis PKK’lılar tarafından şehit edildi. 20 Ağustos: Lice’de 4 şehit gelmesinden bir gün sonra, Siirt’te yola döşenen patlayıcılar askeri aracın geçişi sırasında patlatıldı, 8 asker şehit oldu. 5 Eylül: Cizre’de sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Çıkan çatışmalarda yaklaşık 20 kişi öldü. 6 Eylül: Dağlıca’daki PKK saldırısında 16 asker şehit oldu. 8-9 Eylül: Iğdır’da gümrük kapısını koruyan polislere yönelik saldırıda 13 polis şehit oldu. 10 Ekim: Ankara’daki mitingde iki ayrı bombanın patlaması sonucu 102 kişi hayatını kaybetti.
[2] Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU), 1950 – 2017 yılları arasındaki 67 yılın 47 yılında, Bavyera’daki kardeş partisi Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) ile iktidarı paylaşmıştır.(Kaynak: http://www.dw.com/tr/almanyan%C4%B1n-siyasi-partileri/a-39185734 ; Erişim: 26.01.2018)