Bizim halk tefekkürümüzde bir “Ala Geyik” hikâyesi vardır. Attığını tam on ikiden vuran bir geyik avcısı ile o avcının peşine düştüğü ala geyiğin anlatıldığı hikâye, son durağında, Türk’ün san’at tasavvurunu ve dahî ürperişini dile getirmesi bakımından pek kıymetlidir. Hikâyeye göre, nâmı dillerde dolaşan geyik avcısı, bir gece düşünde alımlı mı alımlı, güzel mi güzel bir Ala Geyik görür. Ömrü dağlarda ve bellerde geyik ardına düşmekle geçen Avcı, böylesini şimdiye dek görmemiştir. Sabâhın alacalığında, tüfeğini omuzlar, çıkınını alır, çizmelerini geçirir ve kendini dağlara vurur. Ulu dağların ayak basmadık yerini komaz, fakat, Ala Geyik’i bir türlü vuramaz. Ne vakit Ala Geyik ufukta belirse ve bizim keskin nişâncı Avcı tüfeğini doğrultup gez, göz, arpacık hesâbı yapsa, Ala Geyik kaybolur. Bu hâl günler, haftalar, aylar boyunca sürer gider. Sonunda mâhir geyik avcısı tefekküre dalar ve kendi kendine şöyle söylenir:
“Bu Ala Geyik işi, Rabb’in bir çetin imtihânıdır. Şimdiki hâlde, benim bütün ömrümü ona vermem gerektir. Peki, diyelim ki, onu, bir punduna getirip vurdum. Ondan sonrası ne olacak? Ala Geyiksiz bir hayâtı, nasıl ve nice sürdürürüm? İyisi mi, Ala Geyik yaşasın. O yaşadıkça da, benim avcılığım saltanat sürsün.”
Avcı, süklüm püklüm evine gelir ve düşlerinde Ala Geyik’i görmeye devâm eder. Bu nefis hikâyedeki Ala Geyik, san’atın hedefine koyduğu güzellik fikri, Avcı da, san’atkârdır. San’atkâr, güzelin peşine düşmüş geyik avcısından başkası değildir. Şâyet, hedefine vardığını, Ala Geyik’i vurduğunu hissederse, san’atkârın cehdi de, azmi de, san’atı da biter.
Avrupa Rönesansı’nın yıldızlarından Michel Angelo, Hazret-i Mûsâ’nın heykelini yapıp bitirdikten sonra, eserinin karşısına geçmiş ve hâzık doktor hassâsiyetiyle onu muâyene etmişti. O kaşlar, o gözler, o eller, o bakışlar, o adaleler, o sîmâ, bakmaya doyulmayacak güzellikte görünüyordu. Bu heykel, fevkalâde bir san’at ışıltısına dönüşmüştü. Büyük san’atkâr, heykelinin karşısında kendisinden geçmiş, göz ziyâfeti çekiyordu. Birden, yanında duran çekici aldı ve heykele doğru fırlatıp:
“Konuşsana!..”
diye bağırdı.
Michel Angelo’nun heykeli, her bakımdan mükemmeldi, fakat bir eksiği vardı ve o da konuşamaması idi. Ala Geyik Avcısı gibi, Michel Angelo da güzelin kendisini yakalayamamıştı.
Başta “Kiraz Çiçekleri” olmak üzere birçok eseri Türkçeye de tercüme edilen Yasunari Kawabata, Japon edebiyâtının Dünyâ çapında tanınan romancılarındandı. 1968 yılının Nobel edebiyât armağanını, Kawabata almıştı. 16 Nîsân 1972 günü, bütün Dünyâ, Kawabata’nın harakiri yaparak canına kıydığını öğrendi. Kawabata, Nobel çizgisini aşacak eser yazamadığı için, yaşamayı lüzûmsuz görmüştü. Keşke, konduğu kiraz dalının daha güzelleri olduğuna, kendini inandırabilseydi..
Güzel, san’atkârın hep önünden kaçacak, san’atkâr da o güzelin peşine düşecek. Aksi takdîrde, San’atkârın âkıbeti Kawabata’nın son ânına dönüşüyor. Güzel dediğimizi de, öyle Kaf Dağı’nda oturuyor sanmayın. Güzel, bizim göz bebeğimizde, kalb çeperimizde, saç buklemizde, bizimle birlikte dolaşıyor. Mühim olan, onu keşfedebilmek.
Habîbullâh Resûl-i Ekrem Efendimiz, nûr-ı aynı İbrâhim vefât ettiğinde, elemler, kederler içinde kalmıştı. Sevgili oğlunun cenâzesi defnedilirken, kalabalık bir sahâbe topluluğu, Hâtemü’l-Enbiyâ’nın yanında, onu tesellîye çalışıyorlardı. Mezârlık içindeki işler tamâma erdiğinde, ayağının ucunda duran bir toprak yığınını işâret eden Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm, o toprağın da kabir üstüne konulmasını söylemişti. Mezarlık çıkışında, bu son toprak yığınının gelen bir vahiy ile mi makbere konduğunu soranlara, Nebî-yi Muhterem’in cevâbı pek sâde, fakat oldukça hakîmanedir:
“Bunu da nereden çıkarıyorsunuz? O toprak yığını, o sırada gözüme çirkin göründü. Hepsi bundan ibâret…”
Kıssasan hisse, “güzel”, gözümüze çirkin görünmeyendir..