Bektaşilerin Balkanlarda İslam’ın yayılmasında büyük bir rol oynadığını biliyoruz. Ama Arnavutluk Osmanlı’dan koptuktan ve Enver Hoca gibi diktatör bir ateizm döneminden sonra Bektaşiliğin izleri neredeyse yok olmaya yüz tutmuştu. Buna rağmen hâlâ Türk olmanın ve Anadolu’ya bağlılığın devam ediyor olması muhteşem bir şeydi. Bu nasıl bir duygusal aidiyet ve köklere nasıl bağlılıktı ki tüm teklifleri ellerinin tersiyle reddederek hâlâ ”ben Türk’üm” diyebiliyorlardı? Sanırım bu soruların cevapları Bektaşiliğin ve Aleviliğin mayalandığı Anadolu irfanını doğru anlayarak bulabiliriz.
*****
Prof.Dr. Hilmi DEMİR
2005 yılında Tiran’da TİKA’nın yaptığı bir sempozyuma gitmiştim. Rahmetli Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Hoca ile aynı oturumda sunum yaptık. Daha sonra da birlikte elçilik yemeğinde sohbet etme imkânımız oldu. Bizden on iki Bektaşi tekkesinin lideri rahmetli Hacı Dede Reşat Bardhi’yi ziyaret etmemizi istedi. Özellikle Avrupalılar Bektaşileri Müslümanlardan ayrı dinî bir azınlık kabul ettirmek için özel ilgi gösteriyorlardı. Elçilik randevu aldı, bir grup akademisyenle ziyaretine gittik. Bizdeki cemevlerine benzer bir mimari ile yaptıkları dergâhta bizi kapıda karşıladı ve içeri aldı. İlk sözü ”Elhamdülillah ben de Türk’üm” oldu. Bu ifadeye çok da şaşırmadık. Çünkü Balkanlarda ”Türk’üm” demenin ”Müslümanım” demek olduğunu biliyorduk. Söz gelimi eski Boşnakça bir İlmihal’de “Od kad si Turcin?” yani ”Ne zamandan beri Türksün?” sorusunun cevabı “Od Kalu Bela” yani ”Kalu Bela’dan beri”dir…
Rahmetli Nevzat Yalçıntaş Hocamızın verdiği tavsiye gereği heyet olarak Dede Reşat Bardhi’ye bir ihtiyacı olup olmadığını sorduk. Meğer bayağı derdi varmış, başladı anlatmaya: “Biz burada iki senede bir büyük Bektaşi kurultayı yapıyoruz. İran bana gelerek bu kurultayı İran’da yapmamı ve tüm masrafları karşılayacaklarını söylüyor. Yakınımdakilere bu konuda bana baskı yapmaları için para dağıtıyor. Ben Türk’üm Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri Pirimiz Anadolu’da, benim kıblem Anadolu’dur. Ben Şii değilim. Bana dünyaları verseler bu törenleri İran’da yapmam. Türkiye’den bize sahip çıkmasını bekliyorum…”
Bu sözler karşısında hem bu Bektaşi Babasına büyük bir hayranlık duymuştum hem de neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Düşünsenize ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın özel uçakla Papa’nın cenazesine götürdüğü, İran’ın kapısından ayrılmadığı bu Bektaşi lideri ”kıblem Anadolu” diyordu. Bunu kim ya da ne dedirtmişti? Ayakları Anadolu’da ama kalpleri başka yerde olan dinî görünümlü gruplara karşı Osmanlı nasıl ”ayakları başka yerde ama kalpleri Anadolu’da olan tarikatlar” kurmayı başarmıştı?
Bektaşilerin Balkanlarda İslam’ın yayılmasında büyük bir rol oynadığını biliyoruz. Ama Arnavutluk Osmanlı’dan koptuktan ve Enver Hoca gibi diktatör bir ateizm döneminden sonra Bektaşiliğin izleri neredeyse yok olmaya yüz tutmuştu. Buna rağmen hâlâ Türk olmanın ve Anadolu’ya bağlılığın devam ediyor olması muhteşem bir şeydi. Bu nasıl bir duygusal aidiyet ve köklere nasıl bağlılıktı ki tüm teklifleri ellerinin tersiyle reddederek hâlâ ”ben Türk’üm” diyebiliyorlardı? Sanırım bu soruların cevapları Bektaşiliğin ve Aleviliğin mayalandığı Anadolu irfanını doğru anlayarak bulabiliriz.
Buna bugün her şeyden daha fazla ihtiyacımız var. Çükü uzun zamandır Alevi-Bektaşilik konusunda hem İran hem de FETÖ çok ciddi çalışmaktadır. İran’ın Alevi-Bektaşiliği Şiileştirmek konusunda çok özel gayretleri olduğunu biliyoruz. Ehl-i Beyt sevgisini istismar etmeye çalışan İran kendi kurduğu Şii doktrinle Alevi-Bektaşilik arasında bir yakınlık kurmaya çalışmaktadır. Oysa İran Şiiliği ile Alevi Bektaşilik arasında itikadi açıdan çok büyük ayrılıklar bulunmaktadır. Ehl-i Beyte ve on iki imama karşı olan sevgi ve muhabbet, Orta Asya’dan Balkanlara kadar tüm Türk coğrafyasında çok sık karşılaşılan bir husustur. İmamiyye Şiası üzerine kurulan İran Şiiliği salt Ehl-i Beyt sevgisinden ve muhabbetinden neşet etmez. Aksine siyasi olarak Müslümanları yönetme hakkının İlahi olarak masum imamlara verildiğini ve Büyük Gaybete giren on ikinci imam dönene kadar da onun yerine Veliy-i Fakih’in yönetme hakkının olduğunu iddia eder. Açıkçası Şiilik siyaseten yönetme hakkını tekelleştirir ve bunu masumiyetle kuşattığı bir insana verir.
Bu yüzden İran Şiiliği diktatör bir teokratik düzen talebinde bulunur. Maalesef hem Türkiye’de hem de Batı’da Ehl-i sünnetin siyaseti karşısında yüceltilen Şiiliğin bu diktatör teokratik siyaset talebi göz ardı edilir. Yöneticiyi şiddete başvurarak değiştirme yolunu reddeden Ehl-i sünnet siyaseti pasiflikle suçlanırken, Şiililiğin adalet, özgürlük talebinde bulunduğu iddia edilir. Bu tam bir akıl tutulmasıdır. Yöneticinin masum ve ilahi olarak atandığını ve itikadileştiren bir siyaset nasıl bireysel özgürlükleri garanti edebilir? Ehl-i sünnetin idarecisi insandır, hata yapar ve eleştirilebilir. Şiiliğin yöneticisi ise ‘Tanrısal’ bir konumdadır, ‘Tanrısal güç’ kullanan bir otorite ne eleştirilebilir ne hata yaptığı iddia edilebilir! Türkiye’de Şiiliğin romantik tasviri ve Şii entelektüellerin kendini pazarlamadaki başarıları maalesef bu despotik teokrasiyi gözlerden uzak tutmayı başarmıştır. Sürgünde olan İranlı ünlü düşünür Abdülkerim Suruş’un baskı ve zulümlerle İran’da insanların İslam’dan uzaklaştığı çığlığı duyulmaz olmuştur. Alevi-Bektaşiliğin bireyi esas alan, insanı kul olarak eşit ve bir gören İslam inancının, diktatör bir teokratik siyaseti kabul etmesi asla mümkün değildir.
Bir diğer husus da ”Mut’a nikâhı”dır. İran Şiiliğine göre evli ya da bekâr bir bireyin belirli bir zaman gözeterek ücret karşılığı bir kadınla nikâh kıyması ve cinsel birliktelik yaşaması mubahtır. Geçici akit olan Mut’a nikâhı Zeydîler tarafından Ehl-i sünnette olduğu gibi kabul edilmezken İmamiyye Şiası mut’ayı, mukim, misafir, evli, bekâr herkese “helal ve mübah” kabul etmiştir. Boşanmayı bile düşkünlük kabul eden Alevi-Bektaşi yorumunun, ücret karşılığı başka kadınlarla birlikte olmayı kabul etmesi nasıl mümkün olabilir? Mut’anın basit bir ihtilaf olmadığı Şiilik ile Alevilik arasında çok derin bir sınır olduğu iddiası bundan yaklaşık yüz yıl önce Çorum Müftüsü Ahmet Feyzi Efendi tarafından da dile getirilmişti. Ahmet Feyzi Efendi Safevî taraftarlarınca, Anadolu’da Alevileri Şiileştirmek için yazılan “Hüsniye” adlı esere karşı II. Abdulhamid Han’ın emri ile bir reddiye kaleme almıştır. “Feyz-i Rabbânî fî Redd-i Bâtıl-ı Îrânî” adlı eserinde mut’a konusuna da değinir.
“Hüsniye” adlı eserin Alevilikle ilgisinin olmadığı aksine bir Şii propaganda eseri olduğunu gösteren en önemli kanıt da bu mut’a meselesidir. Öyle ki eserin ilk baskılarında Mut’a nikâhının meşruluğundan söz edilirken, son zamanlarda basılan Hüsniyelerin bir kısmında bu konuyla ilgili kısımlar kitaba alınmamıştır. Zira Alevilikte de mut’a gibi bir nikâh akdi asla muteber kabul edilmemektedir. Bu yüzden olacak ki, Hüsniye’yi latinize eden Sefer Aytekin Hüsniye’deki mut’a nikâhı ile ilgili kısımları olduğu gibi aktardıktan sonra dipnota şu ifadeyi düşer: “Anadolu Alevileri mut’a nikâhını bilmezler. Hatta birden fazla kadınla evlenmek şiddetle yasaktır. Çok kadınla evlenen veya sebepsiz yere boşanan bir kimseye cezaların en ağırı verilir. Düşkün edilir.”
Türkiye’de bazı kült örgütlerin bu nikâhı kullanarak eleman temin ettiği ve gizli örgütlenmelerde bu nikâh türü üzerinden bazı insanlara şantaj uyguladığı da bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla mut’a nikâhı Türkiye için aynı zamanda bir güvenlik tehdididir. Alevi-Bektaşiliğin aile kurumuna olan sadakati “eline, beline ve diline sahip ol” ilkesi bu açıdan oldukça önemlidir.
Aynı şekilde Kerbela’daki matem anmalarına baktığınızda da karşımıza iki Kerbela çıkar. Birinde Alevi-Bektaşi yorumunun matemidir. Bu matemin Selçuklulardan itibaren resmî olarak törenlerle anıldığını da unutmamak gerekir. Alevi-Bektaşiliğin Muharrem matemi Hak’a kurban olan İmam Huseyin’in Kerbela’sıdır. Hak, adalet temaları aşk ve özlemle harmanlanır. Derviş Mehemmed der ki:
Seni seven âşık dîvâne olur,
Arar Hakk’ı kendi özünde bulur,
Yaşını silmeğe kapuna gelür,
Ver benim murâdım İmâm Hüseyin…
Diğeri ise kan ve ağıt temalarıyla intikam ve öç duygularını sıcak tutan ”İran’ın Kebelası”dır. Şehitlik temalarıyla toplumunu militarize eden ve ölüme adanmış askerler yetiştiren bir devrim talebidir. Keşke Türkiye Alevi-Bektaşiliği; ”Muharrem yası”nı resmî törenlerle kutlayarak Ehl-i beytin muhabbet ve aşk yolunu yeniden canlandırabilse…
Yine Şii edebiyatta yer alan Dört Halife’den ilk üçüne yönelik sert eleştiriler, Alevi-Bektaşi yazılı edebiyatında göze çarpmaz. Bilakis eserlerinde Hazreti Peygamber, Dört Halife, Ehl-i beyt ve diğer sahabiler için dua edilir. Bektaşilerin dinî edebiyatı arasında zikredilen Fütüvvetnameler’de terbiyenin (çırağın) özelliklerinden bahsederken Halifeler, örnek şahsiyetler olarak gösterilir: Terbiyenin sıdkı olarak Hazreti Ebu Bekir, Allah ve Resulü’nden korkmada Hazreti Ömer ve hayâda Hazreti Osman örnek olarak verilir…
Son olarak Alevi-Bektaşilik konusunda çok uzun yatırımlara sahip olan FETÖ diasporada Türkiye’ye karşı Alevi-Bektaşilik üzerine oynamaktan çekinmeyecektir. Aleviliği kendi tekeline almak, Türkiye’de din özgürlüğü olmadığını göstermek için Avrupa ve Balkanlarda Alevi-Bektaşi derneklerini kışkırtmaya kalkışacaktır. FETÖ kendisi ile Alevi toplumun yaşadıkları arasında benzerlikler kurarak ”Bakın biz şiddeti reddeden sevgi ve muhabbeti önceleyen dinî azınlıklarız ve Türkiye bize zulmediyor” imajını parlatmaya çalışmaktadır. Bu konuda muhtemelen yurt dışında devşirdiği bazı Alevi derneklerini de yanına almaya çalışacaktır.
Türkiye’de son zamanlarda “alevilerin yaptığı yemek yenmez” gibi ifadeler de FETÖ’nün bu projesine hizmet edecektir. Bu yüzden Alevi-Bektaşiliğin ne Şiileşmesine ne de ötekileştirilmesine müsaade etmemeliyiz.
————————————-
Kaynak:
http://www.tepav.org.tr/tr/blog/s/6307/Alevi-Bektasilik+neden+Siilikten+farklidir_