Hayat bana, doğru diye dayatılan çok şeyin yanlış olduğunu öğretti. Ve doğrunun zamana, zemine ve kişiye göre değişebildiğini…
Toplum bugün “doğru” dediği pek çok şeye yarın yanlış diyecek. Tıpkı bugün “yanlış” dediğimiz çok şeye geçmişte “doğru” dediğimiz gibi.
Çağımızda doğruyu, güzeli; bilim, estetik, felsefe, sanat ve hatta din belirlemiyor. Doğruyu kapitalizmin -ki o da eskide kaldı- daha doğrusu küresel sermayenin çıkarı belirliyor. Ve o da zamana daha doğrusu küresel sermayenin sunum (arz) gücüne ve ihtiyacına göre değişiyor…
Çok basit şeylere bakalım. Mesela, kalaylı bakır tencerelerimiz vardı mutfaklarımızda. Kapitalizm dedi ki; “bunlar ağır, bunların bakımı zor, zehirlenme ihtimali var kaldırın!” kaldırdık. Bunun sonucunda şehirlerdeki bakırcılar çarşıları ortadan kalktı. Kalaycılık diye bir meslek yok oldu. Bakır tencereyi bıraktık, alüminyum tencereleri kullanmaya başladık. Uzun süre kullandık. Kapitalizm, bilimi de kullanarak dedi ki, “Alüminyum Zararlı. Derhal kaldırılmalı!” Dün yararları konusuna methiye düzülen alüminyumu da kaldırdık mutfaklarımızdan. Emaye, çelik, teflon da benzer akıbete uğradılar… Şimdi varsa yoksa seramik. Onun tahttaki ömrü ne kadar sürecek bilemem. Sıradan bir tencerede durum bu.
Yemeklik yağda da aynı durumu yaşadık… 1960’lı 1970’li yıllarda uluslararası margarin tekelleri ülkeye girince tereyağının ne kadar zararlı olduğu, kalp krizine neden olduğu yolunda gazete ve radyo yayınlarıyla halk şartlandırıldı. Hiçbir eve tereyağı girmez oldu. Yemeklerimizi margarinle yapmakla yetinmedik, kahvaltımızı sıcak ekmeğin üzerine sürülen margarinle yapar hale geldik. O tarihlerde bir siyasetçiye eşlik ederek Türkiye’ye gelen İtalyan gazeteci yaptığı bir haberde izlenimlerini şöyle aktarıyordu; “Herhalde dünyanın en büyük saksı fabrikası Türkiye’de, hemen her evde 7-8 tane VİTA markalı çiçek saksısı var. Ama firmanın markasının neden bu kadar büyük yazdığını anlayamadım.”. Margarinden sonra bitkisel yağlara dönüş. Bugünlerde zeytinyağı ve tereyağını yeniden keşfetmeye başladık. Ama hayvancılık yıllardır ihmal edildiği için gerçek tereyağına ulaşmak mümkün değil. Aldıklarımızın büyük kısmı süttozundan mamul. Bir bölümünün ise ne olduğu belli değil.
Kamuoyu oluşturmada oldukça başarısız olan bizim kamu kuruluşlarımızdan bile zaman zaman başarılı algı operasyonlarına imza atabiliyorlar. Mesela 1980’lerin sonunda TMO, Prof.Dr. Ayşe Baysal’ın da katkılarıyla, mercimeğin yararları konusunda bir kampanya yürütmüş ve mercimek stoklarını tüketmişti…
“Kadının çirkini yoktur. Güzel olmasını beceremeyen kadın vardır.” diye makyaj endüstrisini yaratan, modayı hayatımızın parçası haline getiren, kadını doğallığından koparıp süs bebeğine, sex objesine dönüştüren küresel sermaye, “metroseksüel erkek” kavramıyla erkeklerin bir bölümünü de güzellik salonların müdavimi haline getirildi. Tüketim hazzı, haz tüketimi kamçıladı. Bu sarmal hayatımızın bir parçası oldu.
Filozoflar, dinler, ideolojiler, bilim adamları yıllardır yüzlerce farklı “insan” tanımı yaptı… Neo Klasik iktisat teorisi insanı “homo economicus” olarak tanımladı. Yani ekonomik olarak düşünen canlı türü. Homo economicus, tüketici olarak fayda maksimizasyonu; üretici olarak kar maksimizasyonu peşinde koşan rasyonel insanı tanımlamaktadır. Ama realitede böyle olmadı. Küresel sermaye insanı “İnsan, tüketen canlıdır” olarak tanımladı. Ve insanın bu şekilde davranması için tüm geçerli argümanları kullandı. İnsanı tüketen bir canlıya dönüştürdü.
Reklam, medya ve halkla ilişkiler sektörleri, yanında “bilim” de küresel sermayenin “algı yaratmadaki” en önemli araçlarından biri halinde dönüştü…
Enerji, gıda, sağlık, elektronik, bilişim ve silah başta olmak üzere her konuda, küresel sermaye, iyiyi kötü, kötüyü iyi olarak takdim edebiliyor, algı yaratabiliyor, algıları dönüştürüyor… Neyi pazarlamak isterse onu pazarlayabiliyor, neye inanmamızı isterse ona inandırabiliyor…
En kötüyü, en iyi diye pazarlanabiliyor. İyi yok sayılabiliyor. Yine anlaşılabilir bir örnek vereyim. İyi bir roman okuruyum. Romandan da anlarım. Son yıllarda, dünyanın her ülkesinde çok satanlar listelerinden inmeyen bir kitap var; “Çavdar Tarlasında Çocuklar”. Dünyada 70 milyonun üzerinde satmış. Merakla okumaya başladım, saçma sapan, konusu olmayan bir kitap. Kelimenin tam anlamıyla rezalet. Üçüncü sınıf bir roman bile demek mümkün değil. Ama yaratılan algıyla dünyanın en çok satan kitaplarından birisi olmuş. Ben bile şu anda bu algı operasyonuna aracı oluyorum. Zira “reklamın iyisi kötüsü olmaz” sözü doğru ve geçerli bir sözdür.
Küresel sermaye algı yaratma gücünü yalnızca mal ve hizmet pazarlama aracı olarak kullanmadı. Ülkelerin ekonomik ve siyasal tercihlerini belirlemede de, toplumları bu konuda yönlendirmede de algı yaratma imkânından yararlandı.
Hatırlarsınız, 1980’lerde sözlüklerimize yeni ve büyüleyici bir kelime girdi: Özelleştirme. Özelleştirme sayesinde mülkiyet halka yayılacak, zarar eden kuruluşlar kâr etmeye başlayacak, halk ekonomiye doğrudan katılacak, ekonomiye canlılık gelecek, sanayileşme hızlanacak, KİT’ler artık devlete yük olmaktan çıkacak, istihdam artacak, devletin vergi gelirleri patlayacak, yolsuzluklar azalacaktı. Bu küresel sermayenin öyle bir algı bir operasyonuydu ki çoğumuz inandık. İnanmayanlar algının gücü sayesinde sesini çıkaramadılar… Her hükümetin programında mutlaka “özelleştirme” yer aldı. Ve ne bulursak sattık… 1990’ların başından bugüne kadar, Cumhuriyetin birikimlerinden bir şey bırakmadık… Sonuç; koskoca bir hiç. Özelleştirmenin vaat ettiklerinin hiçbiri gerçekleşmedi. Özelleştirmeler sonucunda tarımımız, sanayimiz, ekonomimiz büyük darbeler yedi. Bankalar, iletişim kurumları hatta marketlerimiz yabancıların eline geçti. Özelleştirilen kurumların arsaları kullanıldı, fabrikalar kapandı. Ve yalan, talan ve peşkeş ile kaynaklar har vuruldu, harman savruldu. İktidarlara yakın zenginler oluştu. Cumhuriyetin birikimi yok oldu.
Küresel sermaye algı yaratırken, en idealist grupları bile kullandı. İyi niyetli çevreci gruplar ülkelerin enerji tercihlerini belirlemede, bilmeden küresel sermayenin bir baskı unsuru oldular. Rahmetli Necip Hablemitoğlu “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” kitabında Bergama’da altın çıkarmayı engellemek isteyen “çevreci” eylemlerin arkasında “Alman Vakıfları”nın olduğunu ortaya koymuştu. Ve küresel sermaye bu tespiti affetmedi. FETÖ’yü aracı kılarak, onu şehit etti. Keza nükleer enerji karşıtı çevreci hareketlerin arkasında büyük petrol tröstlerinin olduğu zaman zaman dile getirilmektedir.
Küresel sermaye güçlendikçe, ülkelerdeki siyasal iktidarları da; “Demokrasi”, “Kardeşlik”, “Barış” , “Adalet, “Eşitlik” gibi kimsenin itiraz edemeyeceği sihirli kelimelerin arkasına sığınarak ve bu kavramların büyüsü ile harekete geçirdiği kitlelerle devirdi. Arap baharı hareketlerinin, Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan’da hoş renklerle ifade edilen halk ayaklanmalarının, darbelerinin arkasında küresel sermayenin temsilcisi Soros Vakfı olduğu artık herkesçe biliniyor…
O nedenle yanlışlara tepki gösterelim, demokratik haklarımızı sonuna kadar kullanalım. Ama çok dikkatli olalım. Vandalizmden, kaba kuvvet kullanmaktan kaçınalım. Yaptığımız hareketlerin kime yaradığını iyice ölçelim.
Bu kesinlikle bir pasifizm çağrısı değildir. Ama “anti emperyalist” bir tavır sergiliyorum zannıyla hareket ederken, emperyalizme; “milliyetçi” bir eylem yapıyorum derken ülkenin düşmanlarına hizmet edebilirsiniz. Sizin iyi niyetli olmanız yetmez. Sizi yönlendirenler ne kadar iyi niyetli? Ülke iyi niyetle yapılan hatalardan neler çekti. Unutmayın: Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir.
Aman dikkat!
Ve ukalalık saymazsanız bu konuda iki kitap önermek isterim: Mustafa Yıldırım’ın “Sivil Örümceğin Ağında” ve John Perkins’in “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları”