Şair Ali AKBAŞ
1942 yılında Kahramanmaraş’ın Elbistan kazasında doğdu.
İlk ve orta öğrenimini memleketinde okudu.
Yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yaptı.
Çeşitli lise ve Yüksek okullarda öğretmenlik ve idarecilik yaptıktan sonra araştırma görevlisi olarak Hacettepe Üniversitesine atandı. Burada, dil üzerinde yüksek lisansını tamamladıktan sonra Türk Dili okutmanlığına geçti ve 1996 yılında meslek hayatında 25 yılını doldurarak emekliye ayrıldı.
Daha lise öğrencisiyken yarışmada birincilik kazanan şiiri K.Maraş Lisesi Marşı olarak kabul edilen Akbaş, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Kuş Sofrası adlı kitabıyla Çocuk Edebiyatı dalında Yılın Şairi seçilmiş (1991), Yunus Emre Yılı dolayısıyla İstanbul’da gerçekleştirilen XII. Dünya Şairler Toplantısı’nda bir plaketle ödüllendirilmiş (1991) Kazakistan’ın başkenti Almatı’da gerçekleştirilen II.Türk Dünyası Şiir Şölenin’nde Mağcan Cumabayulı Ödülüne lâyık görülmüş (1993). Ve Kosova’da yayınlanan Türkçem Çocuk Dergisi tarafından yılın ödülü verilmiş (2004), İtalya’nın Venedik şehrinde düzenlenen 57. Şiir Bianeli’nde (2005) ve 20. Moskova Kitap Fuarında Türkiye’yi temsil etmiştir (2007).
Bugüne kadar arkadaşlarıyla birlikte Divan, Doğuş Edebiyat ve Kanat dergilerini çıkaran Akbaş, hâlen Genel Başkan Yardımcısı olarak çalıştığı AVRASYA Yazarlar Birliği’nin yayın organı olan Kardeş Kalemler Dergisini çıkarıyor.
Masal Çağı (şiir), Kuş Sofrası (çocuklar için şiir), Gökte Ay Portakaldır (masal) ve Kız Evi Naz Evi (piyes) adlı eserleri vardır.
Kuş Sofrası adlı şiir kitabı Mariya LEONTİÇ tarafından Makedonca’ya çevrilmiştir. (2000)
ALİ AKBAŞ’IN EDEBÎ KİŞİLİĞİ
Günümüz şairlerinden olan Ali Akbaş’ı hiç bir edebî akıma bağlıyamayız. Fakat o her güzellikten yararlanan bütün etkilere açık bir sanatçıdır. Eski-yeni, yerli-yabancı demeden Karacaoğlan’dan Âşık Veysel’e, Fuzûlî’den Yahya Kemâl’e, Tagor’dan Bodler’e kadar bütün iyi şairleri dikkatle okuyan Akbaş, “klasiklerle beslenmeyen yeninin kalıcı olamayacağı, ve ancak geçmişten, yâni mâzîden güç alarak yeniyi kurabileceğimiz” görüşündedir.
Şiirlerini dingin, demlenmiş bir dille yazan şair, yeniliği garip kelimeler kullanmakta değil, hayatı ve eşyayı algılamada arar. “Evrene bir de benim penceremden bakın” der âdeta. Akbaş bu konuda şöyle diyor: Bir tabloyu değerli kılan orada kullanılan malzeme ve konu edinilen manzara değil, o konuya giydirilen kompozisyondur. Sanat, reel tabiat değil, sanatçının prizmasından geçmiş tabiattır. Pikasso da, amatör bir ressam da ayni boyayı ve ayni tuvali kullanarak ayni manzarayı resmederler ama ortaya başka tablolar çıkar. Ona göre “herkesin konuştuğu klasik dil, kullanmasını bilenler elinde sonsuz varyasyonlarla dolu ve bin bir oyuna müsaittir. Yerli yersiz dili eğip bükmek güçsüz sanatçıların işidir, göz boyayıcılıktır. İyi mobilya yapamayan usta hep âletlerine takar kafayı… “Vay, çekicim Çekoslovak, testerem Alman” diye.
Yarı filozof, yarı çocuk olan şair, eşyayı bir idrak kamaşmasının ardından yakalar, en umulmadık halleriyle görür. Bulunduğumuz atmosferden başka iklimlere taşır bizi. Zaman zaman bir acı veya bir haz duygusuyla ürpeririz.”
Akbaşın şiirlerinde bir yandan klasik edebiyatın ağırbaşlı, hikmetli söyleyişi örnek alınırken, bir yandan da naif, çocuksu bir rüzgâr eser. Bu iki tavır birbirine zıt gibi görünse de o içindeki çocuğu susturmamıştır. Zaten sanatı besleyen en güçlü kaynaklardan biri de çocukluk hatıralarıdır. Hepimizin kişiliğinin ipuçları orada saklı değil mi ?..
Akbaş, folklor nefesli bir şairdir. Fakat folklor çizgisinde kalmaz. O, Tanpınar’ın “Folklor, külçe hâlinde altındır; sanatçı oradan aldığı malzemeyle küpe, gerdanlık, bilezik yapar.” görüşünden hareketle aldığı malzemeyi dönüştürür. Köy menşeli bir sanatçı olarak onun şuuraltı, çocukluk yıllarında dinlediği masallar, efsâneler, destanlar, türküler, mâniler ve ninnilerle doludur. Fakat bu arkaik malzemeyi deforme ederek, sitilize ederek kullanır.
Ayni zamanda amatör bir ressam olan Akbaş’ın şiirini besleyen kaynaklardan biri de kuşu, böceği, çiçeğiyle Anadolu manzaralarıdır, tabiattır. O, bütün çevreyi; büyük bir hayranlıkla seyreder ve empresyonist tablolar çizer. Bu dikkat onun şiirlerine pastoral bir zenginlik olarak yansır. Onun şiirleri, mevsim mevsim değişen bozkır enstantaneleriyle doludur. Tabiata olan bu hayranlık, yaratılıştaki hikmeti seziş, Akbaş’n şiirine metafizik bir derinlik kazandırır ve onu zaman zaman bir duâya dönüştürür.
Akbaş, şiirlerinde belli bir şekil endişesi gözetmez. Daha çok hece yi ve serbest nazmı kullanmakla beraber az da olsa aruzla yazılmış şiirleri de vardır. Yalnız hangi tarzda yazılmış olursa olsun bu şiirlerin ortak özelliği müzikal ve sâde oluşlarıdır. Vezinli olanlarda tam ve zengin kafiyeler kullanılırken serbest şiirlerinde aliterasyon ve asonanslarla beslenmiş güçlü bir iç mûsikîsi vardır. Zaten onun serbest şiirleri, daha çok hecenin “serbest müstezatları” gibidir. Serbest müstezat terimi her ne kadar aruz şiirler için kullanılıyorsa da ben burada Akbaş’ın şiirleri hakkındaki görüşümü açıklamak için de bu terimi kullanma ihtiyacını duydum.
ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER
Göç
Su serperler ya
Gidenlerin ardından
Dün askere
Hind`e Yemen`e
Bu gün ekmeğe
Yaban ellere
Dönmezlerde ondan
Yoksa niye serpsinler
Sirkeci`den tren gider
Ona binen verem gider
Bir kapana çalar
Analar ağlar
`Oğuuuul
oğul`
Çocoklar öksüz
Gelinler dul
Sirkeci`den tren gider
Evim barkım viran gider
Biz hep atla geçtik Tuna`dan
Böyle geçmedik
Avrat uşak
Biz hiç böyle geçmedik
Beyler utansın
Sirkeci`den tren gider
Vağım yoğum törem gider
Tuna bizden utanır
Biz Tuna`dan
Yüzüne kapatır ellerini
Aldırma be Tuna`m
Yiğit çıplak doğar anadan
Sirkeci`den tren gider
Erzurumlu Duran gider
Burada ezan var
Orada çan
`uyaaaan
Uyaaaaan
Uyan!`
Sirkeci`den tren gider
Bir yıldızlı Kur`an gider
Anlat
Ey hüznünü içinde yaşayan şair!
İnanılmaz yalnızlığımı anlat insanlara.
Satır aralarına ör
Yılların hislerimde bıraktığını…
Bir adamın dünyaya küsüşünü,
Aydınlıktan karanlığa düşüşünü,
Yüzünde hiç olmayan gülüşünü anlat onlara…
Sonu gelmeyen bekleyişlerimi,
Dünde kalmış düşlerimi,
Gece yarıları ölüp ölüp dirilişlerimi anlat…
Ruhunla yansıt karanlığımı,
Bakışlarınla haykır yalnızlığımı.
Acı dizelerinle hissettir
Kimsenin bilmediği varlığımı…
De ki;
Bir adam vardı; hep içine kapanık,
Aydınlıktan uzak, her tarafı karanlık.
Bir mum gibi ışığı sönük,
Ve herşeyiyle yalnızlığa dönük…
Bir adam vardı de bir adam!
Ölümün ansızlığında sessizce duran…
Bıkkın
Çığlığı düşüyor bir martının geceye,
Her zerresine işliyor ruhumun.
Çağlar aşıyor sonra yalnızlığım.
Denizin ölü kadar sessiz akışı,
Ve yaşlı gözlerimin yorgun bakışı…
Damla damla hasret kokan deniz!
Dalga dalga uzaklaşan deniz!
Koşsam sana bir çocuk hevesiyle,
Sarıp sarmalasan beni
Bir anne şefkatiyle.
Unutsam yalnızlığımı seninle.
Sana karışsam,sana bulansam,
İçinde ebedi bir uykuya dalsam,
Ve bir daha hiç uyanmasam…
Kabul eder misin beni ey deniz?
Kabul eder misin?
Kazak Mezarlığı
`Hüvelbaki` yazılı mezar taşlarında,
İncecik bir hilal altinda,
`Hüvelbaki…`
Hangi şaki soyabilir artık,
Bir kefenden ibaret servetlerini,
Yılanlar çiyanlar yemiş çürüyen etlerini,
Döşekleri vatan toprağı yorganları kardır,
Kıtlıktan, kırgından ve kahrından ölmüş ölenler,
Sayıları gökteki yıldızlar kadardır.
Ruhlar şehridir bu diyarda mezarlıklar…
Ne tipi yıldırır onları artık,
Ne yağmur ne kar.
Ne Stalin, ne Lenin ne de Çar dinler bu adamlar.
Çukur gözleri ve gıcırdayan mafsallarıyla,
Kemikten süngüleri ve kefenden bayraklarıyla,
Başlarında Navrızbay ve Kenesarı’yla,
Korkunç bir intikam ordusudur onlar!
Ruhlar şehridir bu diyarda mezarlıklar…
Amansız bir alev rüzgarıyla
Semey`de ölenler,
Ve daha dün
Kan kusan namlular önünde
Jeltoksanda ölenler,
Arkalarında yaşanmamış sevdalar bıraktılar,
Analar atalar öksüz balalar bıraktılar.
Acıklı jırlar ölümsüz destanlar bıraktılar,
Adsız yıldızlar gibi kaydılar göğümüzden
Mavi bir bayrak,
Ve sonsuz bir toprak bıraktılar.
Ruhlar şehridir bu diyarda mezarlıklar.
Ruhunuz şad olsun,
Yıllardır Fatihasız uyuyan kardeşlerimiz,
Bir jeltoksan aşkıyla şahlanan ülkeniz abad olsun!
Artık boşa gitmeyecek döktüğünüz kanlar,
Gökkubbenin altında susmayacak ezanlar!
Şekerimler, Seyfullinler, Mağcanlar,
Ruhlar şehridir bu diyarda mezarlıklar…
Kanınız sulara,
Sesiniz rüzgara karışmış…
Ne fark eder sizin için, tufanmış, kışmış…
Şehitlere her mevsim bahardır,
Uzak diyarlarda sizin için
Yas tutan, Yasin okuyan, kardeşleriniz vardır.
Ruhlar şehridir bu diyarda mezarlıklar
Nasihat
“Herşey yalnızlıkla başlar” dedim.
Bu acı öldürecek değildi seni hâfız!
Ki âşinaydın sen;
Şarkıların yarım kalmasına.
Ellerin masum bir ihanetin izlerini taşıyor.
Hangi ayrılık seni böyle gülümsetiyor?
Gülüşünün ardındaki cehennemi görebiliyorum hâfız…
“Uçurtmanı yalnız uçur” dedim.
Hiçbir çiçeğe suyunu vermeyecektin.
Uçurtmanın ipiyle kalakaldın.
Hüznünü saklamaya çalışma hâfız!
Aşksızlığın seni ele veriyor…
“Geceleri unut bunları” dedim.
Ki gece bir muammadır hâfız.
Ellerini ısıtamazsın elleri olmadan,
Saçlarına çiğ düşürmüşler hâfız,
Gece olunca unut bunları…
“Kimseye karanlık bakma” dedim.
O şehrin yağmurlarında yürüme sakın!
Gözlerine kimse bakmasın hâfız…
“Özlemlerini saklı tut” dedim.
Ki özlemek ölmektir.
Sen özleme hâfız,
Sen ölme…
Cennet
Cennet yüzlü çocukların sessizliği bölerdi uykularımı,
Yaralarım aman vermezdi canıma,
Hırçın dalgalar hep benim kıyılarımı döverdi.
Güneşli günlerimin geceleri soğuk olurdu.
Sabahın ayazında boşa çıkardı bekleyişlerim.
Sen bir ucunda yalnızlığımın,
Ben öteki tarafında hiçliğin…
Uzatırdık ellerimizi birbirine,
Mesafeler girerdi hayâllerimize.
Sancılı hasretin izin vermezdi ağlamama.
Boğazımda düğüm olur kalırdın…
Kendimi attığımda gecelerin koynuna,
Yıldızlara seni sormaktan başka bir şey gelmezdi elimden.
Oysa Aşk’ın güzel olduğu öğretilmişti bize.
Uzayan yollarda kalmamalıydı öyleyse bakışlarım.
Durup durup hasretin kamçısı değmemeliydi ruhuma.
Yarım kalmamalıydı sevinçlerim günün batışında.
Ve sen bu kadar uzakta olmamalıydın
Onca mesafelere rağmen…
Ey ölümü aratan hasret!
Ey içimde yarım kalmış şiir!
Ey yalnızlığımın karanlık kenti!
Ey beni suskunluğa boğan özleyiş!
Şahit olun çaresizliğime,
Şahit olun..
Aral`a Ağıt
Karada kalan kayıklar
Eski günleri sayıklar
İnci mercan saçan Aral
Nerede o şakayıklar.
Aral’ın suyu kan gibi
Yaralı bir ceylan gibi
Meğer göller de ölürmüş
Kuğu gibi, insan gibi.
Ural’dan inen marallar
Aral’da saçın tararlar
Yıkanacak göl mü kalmış
Bilmem ki neyi ararlar.
Göl değil kımızdı Aral
Bir iffetli kızdı Aral
Kalınca küffar elinde
Yer altına sızdı Aral.
Devran geçmiş, kervan göçmüş
Aral’ı bir evran içmiş
Ah neden sonra anladım
Buraları sevmek suçmuş.
Yukarıdaki metin http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3977 den alınmıştır.