Zümer sûresi ikinci âyet-i kerîme, Resûlullah (s.a.v) Efendimize hitabtır denilmektedir. Bu bölümde zikri geçen Hac sûresinin 77-78. âyetlerde de hitab-ı ilâhî İslâm ümmetine yöneliktir deniliyor. Müslümanların inandıkları dâvânın sorumluluklarına katlanıp, sapasağlam yollardan dosdoğru olarak yürümeleri gerektiğini bildiriyor.
“Ey îman edenler! Rükû edin, secdeye varın, Rabbinize ibâdet edin ve hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz.”
“Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O, dîni için sizi seçti. Atanız İbrâhim dîni olan İslâm’da size bir güçlük yüklemedi. Daha önce de, bu Kur’ân’da sizi “müslümanlar” diye O isimlendirdi. Böylece peygamber size şâhit olsun, siz de bütün insanlara şâhit olasınız. Namazınızı dosdoğru kılın, zekâtınızı verin ve Allâh’a samîmiyetle bağlanın. Sizin dostunuz O’dur. O ne güzel dosttur, ne güzel yardımcıdır.” (Hac,22/77-78)
Bu iki âyette de Allah Teâlâ’nın İslâm ümmetine çizdiği yol bütün genişliği ile belirtilmektedir. Yüklenilen görevin özeti anlatılmakta; müslümanlar için takdir olunan yerin seviyesi gösterilmekte ve Allah nizâmına uygun olarak yürüyen müslümanların geçmişteki kökleriyle yaşadıkları âna âid ve gelecekteki bağlar birleştirilmektedir.
Önce insanların rükû ve secde etmesini bildiren bir emirle başlıyor âyet-i kerîme. Bilindiği gibi rükû ve sücûd, namazın en bâriz esaslarındandır. Âyet-i kerîme, namaza belli bir şekil vermek için onu hareketleriyle canlandırıyor, görülen bir şekli, izlenen bir resim hâline getiriyor. Çünkü bu tür ifâde tarzı hem daha geçerli hem de duygulandırıcı olmak bakımından daha güçlüdür. Bunun ardından ibâdetle ilgili genel bir emir geliyor. Fakat bu emir namazdan daha şumullü oluyor. İbâdet, Allah Teâlâ’nın koyduğu bütün farzları içine alacağı gibi, ferdi Allâh’a yönelten her hareketi, her davranışı ve her fiili de içine alır.
İnsanoğlu kalbini Allâh’a yönelttikçe, hayâtında yaptığı her hareketin ibâdet hâline dönüşmesi mümkündür. Hattâ hayâtın nîmetlerinden istifâde ettiği bâzı eğlence ve zevk alanları bile bir ibâdet hâline gelir ve onun için sevap yazılır. Şu halde insan Allâh’ın kendisine verdiği her nîmette O’nun adını anmalıdır. Emrini yerine getirmeli ve ibâdet niyetiyle yapmalıdır. İşte o zaman yapılan hareketler temelden değişerek ibâdet ve sevap hâline dönüşür. Fakat bu dönüşme, şeklin değişmesinden ziyâde niyet ve maksâdın değişmesiyledir.
Âyet, sonunda genel hayır işlerinin yapılmasını, Allâh’a ibâdetle birlikte insanlara karşı da iyi muamelede bulunulmasını belirten bir hükümle son buluyor.
Müslümanlara bunlar emredilirken bu vesîleyle kurtulacakları da bildiriliyor. Zîrâ bunlar kurtuluşun sebepleridir. Çünkü insan ibâdetle Allâh’a bağlanır. Hayâtını değişmez prensiplere göre ayarlar ve doğru yolu bulur. Hayır fiilleri ise toplum hayâtını îman ve temizlik esaslarına göre tanzim eder ve yönetir.
İslâm ümmeti Allah Teâlâ’ya bu şekilde bağlanarak hayâtını ve iç dünyâsını tanzim ettikten sonra, bu yorucu zorluklara göğüs gerecek hâle gelince, o zaman ilâhî emirle karşılaşıyoruz.
“Allah yolunda hakkıyla cihad edin…” Bu ifâde son derece evrensel, ince ve derin mânâlar ihtivâ ediyor. Çok mühim bir görevi yüklüyor omuzlara. Ki bu görev son derece hazırlıklı olmayı gerektirir.
“Allah yolunda hakkıyla cihad edin…” Allah yolunda cihad; düşmanlarla cihad etmeyi, nefisle cihad etmeyi, şerle cihad etmeyi, bozgunculukla cihad etmeyi içine alır. Ve bütün bu noktalarda cihad aynıdır.
“Allah yolunda hakkıyla cihad edin…” Zîrâ sizi bu büyük vazîfeye hazırlayan ve kulları arasından seçen Allah’dır: “… O, dîni için sizi seçti…” Bu seçim işi de sorumluluğun büyümesine ayrı bir güç katıyor. Ve bu görevden kaçmak için hiçbir sebep bırakmıyor. Zâten bu göreve seçilmek, Allâh’ın İslâm ümmetine bir ikramdır. Buna şükürle mukâbele etmek ve onu iyice îfâ etmek, yerine getirmek îcâb eder.
Bu sorumluluk Allâh’ın rahmetiyle kuşatılmıştır:
“… Atanız İbrâhim’in dîni olan İslâm’da size bir güçlük yüklemedi…”
Bu din bütün sorumlulukları, ibâdetleri ve prensipleriyle insan fıtratını ve kâbiliyetini göz önünde bulundurmuş ve o fıtratın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde hükümler koymuştur. İnsan gücünün hudûdunu aşmayacak ve onu her zaman yapıcılığa, yüceliğe yöneltecek hükümler koymuştur. Bunun için insan fıtratı gizli bir buhar hâlinde bu prensipler içerisinde mahkûm kalmaz veya azgın hayvanların boşanışı gibi boşalıp gitmez.
Bu nizam; kökü mâzînin derinliklerine, beşeriyetin ilk dönemlerine kadar uzanan bir nizamdır: Atamız İbrâhim peygambere ve oradan da Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.v)’e kadar aralıksız uzanır. Hz. İbrâhim (a.s)’dan bu yana gelen risâletler arasında daha önce olduğu gibi hiçbir zaman uzak mesâfeler bulunmamıştır. Hem Allah (c.c) bu tevhîd prensibine dayalı İslâm ümmetine müslümanlar adını vermiştir. Daha önce ve şimdi bu kitapda onlara müslüman adını veren Allah’dır:
“… Daha önce de bu Kur’ân’da da sizi “müslümanlar” diye O isimlendirdi…”
İslâm, gönül ve hareketiyle kişinin kendisini eşsiz olan bir tek Allâh’a teslim etmesidir. Çağlar boyu gelip geçen peygamberlere ve nesillere rağmen İslâm ümmetinin bir tek nizâmı olmuştur. En sonunda Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz gelmiş ve emânet ona teslim edilerek insanlığa vesâyet vazîfesi ona tevcih edilmiştir. Böylece o (s.a.v), Allâh’ın irâde buyurduğu gibi insanlığın geçmişiyle geleceğini birbirine bağlamıştır:
“Böylece Peygamber (s.a.v) size, şâhid olsun, siz de bütün insanlara, şâhid olasınız…” Hz. Peygamber (s.a.v) İslâm ümmetine şehâdet eder, onu gözetir, metod ve hareketlerini tesbit eder, doğru ve yanlışını ortaya koyar. İslâm ümmeti de aynı şekilde insanlığa şehâdet eder. Peygamber-i Zîşânından sonra insanlığın dayanağı yalnız ve yalnız Müslümanlardır. Peygamber (s.a.v)’in koyduğu İslâm prensipleriyle hayat, kâinat felsefesi ve eğitimiyle insanlığın üzerinde vesâyet görevi yapar. Tabii bunu yapabilmesi için önce Allah tarafından seçilen köklü bağlarla geçmişe bağlı bulunan kendi sisteminden ve nizâmından emîn olması gerekir.
Nitekim İslâm ümmeti uzun bir sûre Allah Teâlâ’nın nizâmına sarılarak beşeriyetin üzerine vesâyet vazîfesini görmüştür. Ama ne zamanki Allâh’ın emirlerini terk etmiş, o zaman Allah (c.c) onu liderlik mevkîinden almış ve insanlık kâfilesinin bir uydusu hâline getirmiş, en arka saflarda bırakılmıştır. Ve hâlen de bu kervanda en arkada bir uydu olarak yürümektedir.
Allah Teâlâ’nın koyduğu nizâma tâbî oluncaya kadar bu durum aslâ değişmeyecektir. Allâh’ın koyduğu nizâma tâbî olduktan sonra liderlik mevkiini devâm ettirebilmesi için hazırlıklı bulunması gerekir. İşte bunun için Kur’ân-ı Kerîm namaz kılmayı, zekât vermeyi ve Allâh’a bağlanmayı emretmektedir:
“… Namazı dosdoğru kılın, zekâtınızı verin ve Allâh’a samîmiyetle bağlanın. Sizin dostunuz O’dur. O ne güzel dosttur, ne güzel yardımcıdır.” (Hac,22/77-78)
Namaz güçsüz, zayıf ve fânî ferdi, gerçek kuvvet kaynaklarıyla birleştirir. Zekât ve toplum içerisindeki fertleri, birbirine bağlar, dağılıp bozulmaktan korur. Allâh’a sarılmak ise Allah ile kulların ayrılmaz bir bağlantısıdır.
İslâm ümmeti bu hazırlıklarla Allâh’ın kendisi için seçtiği beşeriyeti koruma görevini yüklenebilir. Ve böylece insanların yeryüzü kaynakları olarak bildikleri maddî kaynaklardan ve enerjilerden faydalanabilir. Kur’ân-ı Kerîm bunları gözden uzak bulundurmaz. Bilakis o noktalarda hazırlıklı olmayı emreder. Yeryüzündeki bitmez tükenmez hazîneleri ve güç kaynaklarını ancak mü’minler ele aldıkları zaman iyice kullanabilirler. Ve onu hayâtın ilerlemesi, gelişmesi için harcayabilirler.
Allah Teâlâ’nın insanlık için koyduğu nizâmın değeri de buradan gelmektedir zâten. Çünkü bu nizam kişiyi adım adım yürüterek yeryüzünde insanoğlu için mukadder olan kemâl noktasına eriştirir. Ve onu hayvanlar gibi zevk ve eğlencenin peşi sıra çekip sürüklediği bir varlık hâlinde bırakmaz.
Şüphesiz ki, insanlığın yüce değerleri maddî hayâtın verimliliklerine dayanır ama, sâdece bu basamaklarda durup kalmaz. Daha yücelere çıkması gerekir. İşte İslâm; insanlığı Allâh’ın eşsiz ve doğru sisteminin gölgesi ve koruması altında bu basamaklarda yüceltmek ister.