TÜRK AMERİKAN GÜVENLİK VAKFI (TASFO)
2008 yılında New York’ta kurulan Türk-Amerikan Güvenlik Vakfı (TASFO), ABD’de kar amacı gütmeyen yerel ve küresel bir güvenlik vakfı olarak hizmet vermektedir. TASFO, Ermenilerin fanatik, küçük düşürücü ve ırkçı soykırım yalanlarıyla mücadele konusunda Türk-Amerikan Diasporası içinde kritik bir rol üstlenmektedir. Bu açıdan TASFO, Ermeni sorununa önemli araştırmalarla katkıda bulunan ünlü Batılı tarihçi, siyaset bilimci, akademisyen ve aydınlarla bir dizi röportajlar yapmaya başladı. Bu bilim adamlarından ilki İrlandalı tarihçi Dr.Patrick Walsh’tu. Bu röportaj serisinin bir parçası olarak görüşülen ikinci bilim adamı ise, Alman Siyaset Bilimcisi Dr. Christian Johannes Henrich oldu.
Dr. Henrich Siegen, Bonn, Innsbruck ve Bursa’da siyaset bilimi, sosyoloji ve ekonomi eğitimi gördü. Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanlarında doktora tezi verdi.
“Die türkische Außenpolitik 2002-2012 – Die Türkei zwischen regionalem Hegemonieanspruch und Nullproblempolitik am Beispiel der türkisch-armenischen Beziehungen” (Türkçe: “Türk Dış Politikası 2002-2012 – Türkiye-Ermenistan İlişkileri Örneği Üzerine Bölgesel Hegemonya İddiası ve Sıfır Sorun Politikası Arasında Türkiye”) başlıklı bir tezi bulunmaktadır.
Dr. Henrich, şu anda Güneydoğu Avrupa ve Kafkaslar Araştırma Merkezi (SOEK) Direktörü, Vechta Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi konusunda bir habilitasyon öğrencisi ve öğretim görevlisi ve FOM İşletme, Ekonomi ve Sosyoloji Uygulamalı Bilimler Fakültesi’nde öğretim görevlisidir.
Emre Serbest (Halkla İlişkiler Direktörü, TASFO): Sayın Dr. Henrich, önce röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür etmeme izin veriniz. Güneydoğu Avrupa ve Kafkaslar Araştırma Merkezi (SOEK) hakkında bilgi verir misiniz bize?
Güneydoğu Avrupa ve Kafkasya Araştırma Merkezi (SOEK) 2006 yılında Prof. Dr. Jürgen Bellers ve Dr. Christian Johannes Henrich tarafından kurulmuştur. Başlangıçta Siegen Üniversitesi Uluslararası Politika Anabilim dalı altında kuruldu. Daha sonra SOEK, Siegen Üniversitesi’nden tamamen ayrıldı ve şu anda Siegen yerel mahkemesinin ticari sicil kaydı altında, kar amacı gütmeyen bir girişimci şirket (limited şirket) olarak kayıtlıdır. Araştırma merkezi artık Almanya, Avusturya, Slovakya, Türkiye ve Azerbaycan’da kurulu bulunan üniversiteler ve araştırma enstitüleri ile çok sayıda temasa sahip, üniversite dışı ve bağımsız bir bilimsel araştırma kurumu olarak çalışmaktadır.
Araştırma merkezinin araştırma odağı Balkanlar, Trakya, Anadolu ve Kafkaslar’dır. Araştırma ekibinin herhangi bir araştırma konusunu bütünsel olarak vermesi çok önemlidir. SOEK, kendisini bağımsız bir düşünce kuruluşu olarak görür ve bu nedenle ana akım tarafından yönlendirilmez. Özgür bir bilim insanının rahatsız edici sorular sormasına izin verilmelidir. Araştırma merkezimiz, 1 Temmuz 2016’dan bu yana Slovakya’da bir şube daha açtı. Gelecekte, Slovakya ile ilgili araştırmalar Trnava’da toplanacak.
Sözde Ermeni soykırımı meselesiyle nasıl ilgilenmeye başladınız ve konuyu araştırmaya nasıl başladınız?
Her şey yüksek lisans tezim için bir konu bulma arayışımla başladı. Almanya’da insanların pek bilmediği, heyecan verici bir konu üzerinde çalışmak istedim. Almanya’daki kollektif hafızadan “Ermenilere uygulanan soykırım” terimini biliyordum, ancak bu konuda detaylı bilgiye sahip değildim. Türk arkadaşlarıma “kendi Holokost’larını” nasıl ele aldıklarını sormaya başladım. Arkadaş çevremdeki hiç kimsenin bu konuyu bu şekilde tanımadığını keşfettim. Dinci, daha laik, sol, sağ ve apolitik, eğitimli ve eğitimsiz Türklere sordum. Hiç kimse soykırım terimini kabul etmedi. Almanya’daki Holokost algısına kıyasla, bu bir fenomendir. Almanya’da, yalnız çok az sayıda sağcı neo-Naziler Avrupa Yahudilerine yapılan soykırımını inkâr eder. Türkiye’deki bu geniş toplumsal mutabakatın, soykırım terimini kabul etmemek yönünde olması merakımı uyandırdı.
Sizce Ermeniler neden 1915’te sözde soykırımlara maruz kaldıklarını düşünüyorlar?
Bence, soykırım iddiaları Ermeni diasporasında en başından beri bir sorunsaldı. Türkiye’de, bir yılı Ermeni mahallesinde olmak üzere üç yıl yaşadım. Ne Ermeni komşularım, ne İstanbul Ermeni Patrikhanesi Temsilcisi, ne de Hatay’daki Ermeni Cemaati bu iddiaları desteklemiyordu. Burada duyduğum sesler, 1923’te Taşnak Partisi Konferansı’nda Türkleri bu suçlamalardan beraat ettiren ve Müslüman sivil nüfusa karşı Ermenilerin katliamlarına atıfta bulunan ilk Ermeni Başbakanı Hovhannes Katchaznouni’nin konuşması ile çakıştı.
Bana göre, diğer ülkelerin hükümetleri ve parlamentoları bu konudan uzak durmalıdır. Türkiye ve Ermenistan öncelikle bu ucu açık soruları koşulsuz ve açık bir şekilde bilim adamlarının desteğiyle tartışmalıdır. Konu, Ermeni Disaporası ve bazı Batılı politikacılar tarafından Türkiye aleyhine öfke yaratmak için kullanılıyor. Batı ülkelerinde, çeşitli insanlar tarafından beslenip büyütülen yapısal bir anti-İslami ırkçılık vardır.
Türk Osmanlı Arşivlerinde Ermeni çetelerinin 1915-1923 yıllarında Türk ve diğer Müslüman halklara karşı eşi benzeri görülmemiş katliamlar ve büyük zulümler gerçekleştirdiğini gösteren önemli kanıtlar var. Sizce Hıristiyan Dünyası neden Ermeniler tarafından yapılan bu vahşeti görmezden gelmeyi tercih ediyor?
Daha önce de belirttiğim gibi, eski Taşnak savaşçısı ve ikinci Ermenistan Başbakanı (Katchaznouni) Doğu Anadolu’daki Türklere, Kürtlere ve Araplara yönelik saldırıları doğrulamıştır. Bunları Rusya’ya olan kör güvene dayandırmaktadır. Ancak, hikayenin bu kısımları gizlidir. Batılı bir yazarın Müslüman kurbanlardan, Ermeni ve Rus katliamlarından bahsettiği bir kitap bulmanız zordur. Profesör Justin McCarthy, elbette burada önemli bir istisnadır.
İsviçreli Tarihçi Profesör Hans-Lukas Kieser’in Bonn Üniversitesi’nde verdiği bir konferansın ardından, kendisine kitabının metninde neden bu çatışmanın Müslüman kurbanlarından bahsetmediğini sordum. Cevabı kısaydı: “Araştırma konusunun bu olmadığını” söyledi. Ben bunu son derece anti-bilimsel buluyorum çünkü bir çatışmayı her iki tarafını da incelemeden araştıramazsınız. Bu konuda herhangi bir bilimsel etikten yoksun olan ve sadece siyasi hedefli araştırmalar yürüten çok sayıda Batılı bilim insanını sıralayabilirim size.
2016 yılında Alman Parlamentosu sözde Ermeni Soykırımı’nı tanımak için harekete geçti. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Soykırım tabiri 2016 yılında Alman Federal Meclisi tarafından tanındığında, 21 yıl sonra CDU’dan ayrıldım. Daha önce Berlin’deki CDU parlamento grubunu ziyaret edip bilgilendirmeyi birkaç kez denemiştim. Daha sonra o zamanki milletvekili Erika Steinbach bana fikrimi duymak zorunda olmadıklarını ve zaten yeterince bilgilendirildiklerini yazdı. Federal Meclis’te tarihsel meselelerin çözülmesinin temelde yanlış olduğunu düşünüyorum. Özellikle iş farklı bir ülkeye gelince. Politikacılar bilim adamı değildir! Politikacılar gerçeği bulmaya değil, iktidarın güce dayalı politikasını sürdürmeye çalışırlar.
Alman Hava Kuvvetleri 1999 yılında NATO Müttefik Kuvvetleri misyonunun bir parçası olarak Belgrad’ı bombaladığında ve II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk saldırı savaşını yönettiğinde Federal Meclis, CDU / CSU, SPD, FDP ve Yeşillerin oylarıyla karar verip bunun saldırganca bir savaş olmadığını söyledi. Bununla birlikte, çoğu uluslararası hukukçuya göre bu, uluslararası hukuka aykırı saldırganca bir savaştı ve bu nedenle de Alman anayasasının ihlaliydi.
Siyasi güdümlü bir meclis kararının bilimsel sorunsallarda ne gibi bir değeri vardır? Ve eğer Bundestag gerçekten bir sinyal göndermek istiyorduysa, o zaman ilk olarak 1904-1908 yılları arasında Namibya’da (eski Alman Güney Batı Afrika’sı) Wehrmacht Almanyası’nca işlenen Herero ve Nama soykırımınlarını tanımalı ve ele almalıydı. Ancak bu sadece bir Alman sorunu değil. Soykırımı tanıyan diğer ülkelere de bakın: Hollanda, Endonezya’daki Rawagede’deki 1947 soykırımını, Belçikalılar 1888 ile 1908 arasında Kongo’daki, ve Fransızlar da 1945’te Cezayir’deki soykırımları tanımadı.
Şu anda herhangi bir kitap üzerinde çalışıyor musunuz? Bir çalışmanız varsa, bu konuda herhangi bir desteğe ihtiyacınız var mı?
İki yıldır bu konuyla ilgili bir kitap yazıyorum. Bursa, Uludağ Üniversitesi’nden danışmanım Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat tarafından destekleniyorum. Ancak Türkiye’den mali destek alamadığım için proje çok yavaş gidiyor. Ne TTK’dan (Türk Tarih Derneği) ne de diğer vakıflardan veya üniversitelerden bir destek alabildim. Bir Facebook bağış kampanyası da gerekli olan 5000 Euro hedefini 200 Euro ile kaçırdı. Mesele kimsenin umurunda değil gibi görünüyor. Berlin’deki Türk Büyükelçiliği 2006 ve 2013 yıllarında büyük vaatlerde bulunmuştu, ancak sonra nedense o taahhütleri hakkında bir şey duymak istemediler.
Sizce Almanya’daki Türk Diasporası, asılsız Ermeni iddialarına karşı koymak için ne yapmalı?
Almanya’daki Türk diasporası evvela doğru düzgün bir oluşum yapmalı ve örgütlenmelidir. Türkler kendilerini Türk “parti siyasetinde” yıpratmamalılar. Sonra, Alman vatandaşı olmak zorundalar, çünkü seçmen olmanın tek yolu bu. Çünkü politikacılar vatandaşların değil, seçmenlerin endişelerini sık sık ciddiye alıyorlar.
Almanya’da halkla ilişkiler için kendisine sermaye de verilen, “Dialog für Frieden” (Türkçe: “Barış için Diyalog”) isimli bir Türk inisiyatifi var. Benim adım bir ara bu kurumun lideri olarak geçirildiyse de sonunda arkadaşım Dr. Ali Söylemezoğlu’nda karar kılındı. Ali Bey, şüphesiz ki bu konuda iyi bir iş çıkarıyor. Bununla birlikte, yayınlarının birçoğu Türkçe’dir; örneğin 2016 yılında Federal Meclis kararına karşı protesto yürüyüşü sırasında Berlin’deki konuşması. Bu kuruluş kime ulaşmak istiyor? Türklere mi, Almanlara mı? Burada taktiksel düşünmek gerekir; Alman toplumunda Türklerin sesinin daha iyi duyulmasının yolu en tepede bir Türkün olması mı, yoksa bir Alman bilim insanının olması mıdır?
Gelecekte, Türk tarafı, bu meselede temiz bilimsel araştırmalar isteyip istemediklerine karar vermek zorundadır. Türkiye’de Hükümet, diğer bazılarının aksine, arşivleri bilim adamlarına çoktan açtı. Bununla birlikte, araştırmalar da paraya mal oluyor. Ana akım düşünceleri körü körüne takip etmeyen, bunun yerine bilimsel standartlara göre açık uçlu araştırmalar yürüten Batılı araştırmacılar ülkelerinde itibarsızlaştırıldığından, finansman Türkiye’den veya Türk gruplarından gelmelidir. Aksi takdirde, “madalyonun diğer yüzü” diye bir şey olmayacaktır.