Bir ailede yetişen çocuklar, bir şehrin eski devirlerine tanıklık etmiş nesiller, bir aşiyanda büyüyen kuşlar gibi aynı şehirde yaşayan insanlar da birbirlerini daha çok âşinadırlar. Birbirlerini daha iyi anlarlar birbirlerini sever onların saadetlerini isterler. Hayatı hususiyemin muhacerat safhalarını bu risalede nakletmeye gayret edeceğim.
“Muhaceratdan önce burası bir zaman lebi deryada (denizin dudağının kenarında) kurulmuş gönül alıcı bir mamure şehirdi. Yazın denizin üşütmeyen serin rüzgârlarıyla dolan surların içindeki şehir adetâ sahilde âlâ ferahnâk bir muhitti. Onun cenup cihetinde Şamranaltı bağları uzanır Sol cihetinde eski mezarlık eski ölüler Kalenin tepesinde kesik bir havuç gibi duran Süleyman han camiinin minaresi görünürdü. Şehir bağlı bahçeli bir mahalle ve geride kayanın dibinde miri ambarı Orta kapıda hükümet konağı ve Hüsreviye mahallesi yer alırdı. Kal’a nın garb cihetinde iskele kapusu ve Horhor bağları bulunurdu. Seferberlikten evvel sur içindeki şehir mahalle ve evleriyle bir mamure halindeydi.
Burçları ve bedenleriyle iç ve dış kaleler kargir yapılardan müteşekkildi. Kalenin garp cihetinde Horhor bağlarının nihayetinde denize kadar düzlük çayır ve çemanzerler uzanırdı. Şehir bala burcundan başlayarak saray kapısından Tebriz kapısına kadar arasta tertibi içinse ticarethaneler, yüzlerce odası bulunan hanlar hamamlar yer alırdı. Van’ın o zamanki ahâlisi muhbbi-i ticâret, çalışkan, medeniyet, insâniyet, misafirperverliği bihakkın takdire şayandı. Surların içindeki şehirde sokakların ara sıra şurasından burasından fırlayan kavak ağaçları şehrin surlarını aşıp güneşe semâya kıyam etmişti. Biz nıfs-ı Van’da Hüsreviye mahallesi’nde mukimdik. Evimiz Hüsreviye camii şerifinin cenubi garbisinde bulunmaktaydı.
Çocukluğum bu şehirde minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek geçmişti. Pederim yaz mevsimlerinde bazen Amik Karyesi’ne gider orada mülklerini kontrol eder hem de oranın aşarını toplardı. Kalenin etrafını ihata eden( çeviren) geniş çayırlarda güzel havalarda, çocukken oynardık. Uzakta çoğunlukla kesik, sesli horhorun kıvrımlarıyla değirmene su taşıyan yatağında oynardık. Horhor bahçelerinde meltemle oynaşan söğüt yapraklarının hışırtısı gibi uzaktan gelen hafif ve okşayan seslere hoşnutlukla kulak verirdik. Horhor bağlarında hüzünden tamamen uzak sükûnet bulurduk. Baharın aylarında Horhor bağlarında genç kızlar aşlanlarla pişlanlarla şen şetaretli baharı karşılardı.
Ne yazık ki Ermeniler Van’ı işgal edince o mübarek muhitten bir sabah namazı vakti çoluk çocukla gözü yaşlı yollara revan olduk. Aylarca yollarda yokluk sefâlet perişanlık çektikten sonra Urfa’ya vasıl olduk. Urfa’daki hikâyeyi hayatımızı daha sonra tahrir edeceğim. Şimdilik Urfa’dan Van’a avdetimizi anlatmak yetişir.
Heyhat! Uzun yıllar gözleri acı acı hasret yaşları döken şefkatli validemin Van’a kavuşması nasîp olmadı. Onu Urfaya gömdük. Âh! Dünyâ, kim bilir benim gibi daha nice zamânlar gurbet köşelerinde analarını, babalarını yitirmiş ağlatmış, ayrılık azapları içinde cân verdiklerini işitmiş cânlar var? Ve kim bilir nice yıllar firkat âteşiyle inlettikleri analarını bir vakit sonra yine benim gibi âgûş-i iştiyâkına atılmakla o zehirli yaşlara bedel şimdi tatlı, sevinç damlaları akıttıran daha ne kadar gençler var? Seferberlikten sonra Urfadan Van’a avdet ettiğimizde Hüsreviye mahallesindeki evimizi harapbezar bir halde bulduk. Pederim Amiklizade Ahmet efendinin mahdumuydu. Van’a avdet ettiğimizde bir vakitlerin mamur şehir harebeye dönmüş bütün harebelerinde baykuşların öttüğünü gördük. Bütün şehir baştanbaşa topraktan bir mazi haline dönmüştü. Denizin kırağında diz çökmüş gibi yatan Van Kal’ası yeis içinde boynunu bükmüş eski günlerini sayıklıyordu. Seferberlik sonrası Kale içinde beş kubbeli camilerden kala kala yalnız iki tanesi ayakta kalmıştı. Heyhat!!! Van’ın o meşhur bahçelerini enis-i kalple beyhude aradım durdum. Şehrin eski tüccarlarının kurdukları büyük ticaret ambarları nerede? Hani o hummalı Pazar yeri. Alanlar, satanlar, bağıran tellâllar, kaynaşan arklar Çeşmeye su doldurmağa giden güzel kızlar bizi görünce büsbütün örtünerek önümüzden birer hayalet gibi geçen kızlar.
Şehrin bahçeler tarafı görünüşü sahiden gönül alıcı olurdu: Ovaya kurulmuş şehirde şark cihetinden başlayarak denize kadar geniş bir alana yayılarak Erek Dağının eflatun eteklerinden başlayarak iki katlı kerpiç evlerin ikindi güneşi altında fağfur bir belde gibi parlardı. Yüzünü batıya vererek doğudan batıya uzanmış şehrin üç tarafını çevreleyen dağlar şimal cihetinde Akköprü Dağı hepsi şehre saygı duruşu içindeydi. Acem Ğaço tarafında Amerikan koleji ve hastane ve bunların ilaveleriyle tepenin öte tarafı Ermeni mahallesiydi. Ermeniler I. Cihan Harbinde şehri yakıp yıktıklarından muhacirlik dönüşü hükümet merkezi şu andaki bahçeler kısmına taşınmak zorunda kalmış. Bahçeler muhitinin bir kısmı Ermeni bir kısmı da Müslüman mahallelerinden oluşmaktaydı. Şehrin ticaret kısmı da harbi umumiden sonra bu bahçelere kuruldu. Çarşıda Hacıbekir kışlasına doğru şimal-cenup istikametinde bir bir cadde kurulmuş bu caddenin batı cihetinde hanlar yer almaktaydı. Bu bahçeler kısmında kurulan çarşıya bakılırsa Van kalesi olmasa Van’ı insan yepyeni ve mazisiz bir şehir sanıverecek. Bahçeler kısmında yeniden kurulan şehir doğuda sırtını medeniyetin ihtiyar dağı Ereğe yaslamıştır. Bağrını Kıbledeki Edremit karyesine.
Bir zamanlar şehrin Toprak Kale’den görünüşü Akköprü Dağı’ndan görünüşü gönül alıcıydı. Yüzünü denize vererek Doğudan batıya uzanmış şehrin dört tarafını çevreleyen dağlar ne şehri kapacayak kadar yakın ne şehre gölge edecek kadar yüksek; hepsi şehre hürmet göstererek açıkta şehir güzelliğini birazda onlardan almaktaydı. Şehrin toptan görünüşü sahiden gönül alıcıydı; Etraftan geniş bir daire çizerek tatlı bir ahenkle dizili mor dağların çemberi ortasındaki üç tepe arasına kurulmuş gösterişli mamur bir şehirdi burası