Ali Alper ÇETİN
Malazgirt Zaferinden sonra, Anadolu’da güçlü bir devlet, ileri bir medeniyet kuran Selçuklu Devleti, Moğol akınları yüzünden onüçüncü yüzyılın sonlarına doğru zayıflamaya başlamış, bu yıkıntıyı ayakta tutabilmek için, Anadolu’da yerleşen Oğuz Boyları, ayrı ayrı bölgelerde kümeleşmeye başlamışlardı. Nitekim, ondördüncü yüzyılın başlarında, Anadolu’daki Selçuklu hakimiyeti son bulduğu sırada, birçok Türk beylikleri ayrı ayrı devletler kurmuşlardı. Bu günlerde (Ahilik) adıyla, millî bir dayanışma birliği, Anadolu’da sosyal düzenin kurulmasına öncülük etmiş, hattâ bu birlik, Osmanlı Devletinin, güçlenmesine ve teşkilâtlanmasına yardımcı olmuştu.
Ahilik, köylere, kasabalara kadar yayılan, en küçük teşkilâtından en büyüğüne kadar, millî birlik ve beraberliği, karşılıklı saygı ve sevgiyi, sosyal dayanışma ve yardımı temel ilkeler sayan, el birliği, gönül birliği ve kardeşlik havası içinde, din ve ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı, köklü, sağlam, düzenli ve millî bir toplum kurmayı amaç bilen, sosyal ve ekonomik bir kuruluştu. Bu kuruluşa (fütüvvet) adı veriliyordu. Kendilerine has töreleri ve (zaviye) adıyla tanınan dernekleri vardı. Üyeleri daha çok meslek sahibi esnaftan kişilerdi. Küçük sanatların gelişip yayılmasında, sanat erbabının geleneksel kurallara göre yetiştirilmesinde, ekonomik hayatın düzenlenmesinde büyük faydaları görülüyordu.
Fütüvvet ve ahiliğin tarihi eski olmakla birlikte, Anadolu’da onun kurulmasında Hacı Bektaş Velî’nin tavsiyesiyle, Ahi Evran öncülük etmiştir. Bu nedenle Ahi Evran bu teşkilâtın piri sayılıyordu.
Asıl adının Şeyh Mahmud Nasuriddin olduğu bilinen Ahi Evran, Azerbaycan’ın Hoy kasabasında 1171 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Çocukluğu ve tahsil devresi Azerbaycan’da geçmiştir.
Ahi Evran’ın hocası Fahreddin Râzi, Horosan’da “Farâbî” ve “İbni Sina”nın tüm eserlerini okumuş, onların verdiği bilgileri daha da geliştirerek, tıp, astronomi, astroloji, lisan, edebiyat konularında kitaplar yazmaya başlamıştır. Ahi Evran, “Fahreddin Râzi” (1149-1209) ve âlimlerden, Felsefe ve Kur’an-ı Kerim tefsirlerini öğrenmiştir. Fahreddin Râzî gibi, O da, İbni Sina ve Farâbî’nin etkisinde kalmıştır. Ahi Evran’dan başka, sultanlar, vezirler ve devlet adamları da Râzî’nin derslerini takip etmişlerdir.
Ahi Evran, gençliğinde Ahmet Yesevî’nin talebelerinden aldığı ilk tasavvuf terbiyesi ile yetişmiş ve olgunlaşmıştır. Ahi Evran, o devrin mutasavvıflarının buluşma yeri olan Bağdat’a gitmeye karar verir. Bağdat’a gitmeden önce Hac farizasını yerine getirir sonra dönüş yolunda müstakbel kayınpederi “Evhadü’d Din Kirmanî” ile tanışır. Büyük üstad sayesinde halife ”Nâsır Li-di-nillah” ile tanıştırılan Ahi Evran, halifenin kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’na girer. 1203 yılında O zamanın ilim irfan merkezi olan Bağdat’a gelir.
Ahi Evran Bağdat’ta iken, Fütüvvet teşkilâtının ileri gelenleri ile tanışarak onlardan yararlanmıştır. Araştırmacı Mikâil Bayram’ın “Tasavvuf Düşüncesinin Esasları” adlı eserinde ve diğer kaynaklarda Ahi Evran’ın çok yönlü bir ilim ve fikir adamı olduğu kaydedilmektedir.
Orta Asya’nın Türk bölgesi olan Horasan’dan Anadolu’ya göçmüş, onüçüncü yüzyılın ortalarında Konya’ya yerleşmişti. Hacı Bektaş Velî hakkındaki söylentileri bir arada toplayan (Velâyetname) adlı esere göre, Konya’da bir süre oturan Ahi Evran, daha sonra Kayseri’ye gelmiş ve burada dericilik (debbağ) mesleğine girmiş, deri atölyelerinde çalışan bir işçi olmuştu. Deri terbiye etmenin, ham deriyi, türlü emek ve uğraşmalardan sonra olgun, kullanılır duruma getirmenin, onun kokusuna dayanmanın, insanı eğitmek, onu olgunlaştırmak kadar güç olduğunu bilen, bu yüzden bu mesleği seçen Debbağ Ahi Evran, çilesini tamamladıktan ve manevî gücünü de ispat ettikten sonra Kırşehir’e gelmiş, Fütüvvet (yiğitlik, cömertlik) teşkilâtından esinlenerek, İlk Ahilik Teşkilâtını burada kurmuştu. İnsan nefsinin bir ejder gücünde olduğu, nefsini yenen kişinin dünya hırslarından, kinlerinden, maddî isteklerinden arınacağı inancıyla, Ahi Evran’ın nefis denen (benlik) yılanını içinden söküp atarak bir kamçı gibi elinde taşıdığı söylenmiş, bu sebeple kendisine (yılanlı ahi) anlamına gelen (Ahi Evran) denilmiştir.
1205 yılında Kayseri’ye gelen Ahi Evran’a ve düşüncesine büyük ilgi gösterilir. Selçuklu Devleti, bu düşüncenin tatbikata geçirilmesine yardım eder. Ahi Evran, 1205 yılında Kayseri’de devletin desteği ile debbağları ve diğer sanatkârları da içine alan büyük bir sanayi sitesinin kurulmasına öncülük eder. Her sanat dalındaki ( 32 meslek ) birliklerin bir araya toplandığı bu siteler, Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat zamanında diğer şehirlerde de kurulmaya başlar.
Yine Velâyetname adlı esere göre, Hacı Bektaş Velî, sık sık Kırşehir’e gelir, Ahi Evran’la saatlerce sohbet ederdi.
Bir keresinde, iki büyük insan yine Kırşehir’de buluşmuş, Kırşehir’in tanınmış bahçeleri olan Özbağlar’da derin bir sohbete başlamışlardı. Bu sırada aşağıdaki derede kurbağalar ötüşüyor, bu sohbet cümbüşüne onlarda katılıyorlardı. Bir ara, Hacı Bektaş Velî, kurbağalara seslenmiş:
— Susunuz ya mübarekler!…demişti.
O günden bugüne, bu derelerde kurbağalar susmuş, bir daha ötmez olmuşlardı.
Hacı Bektaş’ın hayatı gibi, Ahi Evran’ın hayatı da, yüzyıllardan beri söylenegelen çeşitli efsanelerle süslenmiş, onun gerçek yaşayışı unutulmuştur. Ahi Evran, 1205 yılında Kermani’nin kızı Fatma Bacı ile evlendi. Ahiliğe kadınlar giremediği için Fatma Bacı da Bacıyan-ı Rum (Anadolu Kadınları) teşkilâtını kurmuş ve Kadın Ana olarak tanınmıştı.
Ahi Evran’ın Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi’ye ahilik beratı verdiği, tahta çıktığı zaman, ahi töreleri gereğince beline ahilik kuşağı bağladığı, oğlu Orhan Gazi’ye büyük saygı gösterdiği ve ahi alayları kurarak onun fetihlerine yardım ettiği de söylenir. Ne var ki, ahilik, tasavvufî inançlar içinde, halka “eline, beline, ve diline” ilkesini, yani hırsızlık ve haramdan uzak durmayı, namuslu olmayı, sır saklamayı, kötü söz söylememeyi telkin eden, ahlâkî prensipleri yaymış, iyiye, doğruya ve güzele dönük, kardeşçe yaşama ilkeleriyle Osmanlı Devletinin sosyal ve ekonomik düzenini, ilk esnaf teşkilâtını kurmuş, devletin yardımcısı olmuştur.
Ahi Evran, Tefsir, Hadis, Kelâm, Fıkıh ve Tasavvuf kitapları yazmıştır. Ayrıca Felsefe, Tıp ve Kimya sahalarında da bilgi sahibi olan çok yönlü bir ilim adamı ve filozoftur. İbni Sina, Sühreverdî ve Fahreddin Râzî’nin bazı eserlerini Farsça’ya çevirmiştir.
Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, kayınpederi Evhadü’d Din Kirmanî ile Anadolu’ya gelen Ahi Evran, Konya’da Sultan’a yazdığı Letaif-i Gıyasiye adlı kitabını sunar; Kitabın 1. cildi Felsefe, 2. cildi Ahlâk ve Siyaset, 3. cildi Fıkıh (İslâm hukuku), 4. cildi Dua ve İbadet hakkındadır.
Ahi Evran’ın Selçuklu Sultanı II. İzzettin Keykavus’a sunduğu Letaif-i Hikmet adlı kitap, sultanlara ve yöneticilere nasihat verici ve “Siyasetname” türü bir eserdir. Bu eserde halkın ihtiyaçları belirlenmekte, bu ihtiyaçların karşılanması, istihdamın, kaliteli bol ve ucuz üretimin arttırılması sırasında çıkabilecek sorunlara karşı tedbirlerin neler olması gerektiği şöyle anlatılmıştır:
“Allah insanı, medenî tabiatlı yaratmıştır. Bunun açıklaması şudur: Allah insanları yemek, içmek, giyinmek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk, dericilik gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi, bu meslek dallarının gerektirdiği âlet ve edevatı imal etmek için de birçok insan gücüne ihtiyaç vardır. Bu yüzden toplumun ihtiyaç duyduğu ürünlerinin üretimi için lüzumlu olan bütün sanat kollarının yaşatılması şarttır. Bununla da kalmayıp, insanların sonradan doğacak ihtiyaçlarını karşılamak için yeni sanat dallarının meydana getirilmesi gerekmektedir.”
Ahi Evran, Letaif-i Gıyasiye, Letaif-i Hikmet’ten başka Vaziyet, Ruh’un Bekâsı, Tıp ve İbni Sina’dan tercüme kitabı dâhil olmak üzere, yirmiye yakın eser bırakmıştır.
Ahi Evran, ömrünün sonların Kırşehir’de geçirmiştir. O dönemde Anadolu Selçuklu Devletindeki taht mücadelelerine karışır ve II. İzzeddin Keykavus tarafını tutar. Mevlânâ çevresi ile siyasi ihtilafa düşer. Bu ihtilafta da Mevlânâ ‘nın oğlu Alaeddin Çelebi Ahi Evran’ın yanındadır. Mevlânâ’nın diğer oğlu Sultan Veled’in, Ahi Evran’ın ölümü üzerine yazdığı rubaide geçen ay tutulmasına dayanarak 1 Nisan 1261‘deki meydana gelen parçalı ay tutulması aynı zamanda Ahi Evran’ın ölüm günüdür. Moğol baskınlarının devam ettiği dönemde Moğol katliamında Alaeddin Çelebi ile birlikte öldürülmüştür.
Kırşehir’de Ahi Evran Mahallesi’ndeki Ahi Evran Câmii bitişiğindeki bütün gün ziyarete açık olan türbesinde (defnedilmiştir) medfundur.
Onun Kırşehir’deki türbesi, çağlar içinde (Ahi Ocağı) olarak yaşamış, ziyaret edilmiştir. Ahi Evran adına Ankara’da bir camii yaptırılmıştır. Camiin Selçuklu devri ağaç oyma işlemeli kapı ve pencereleri, bugün İstanbul’da, Amca Hüseyin Paşa Medresesi’nde saklanmaktadır.
Bu dönemde ise, Kırşehir’de 2006 yılında kurulan Üniversite, Ahi Evran Üniversitesi adını taşımaktadır.
Ahi Evran’ın ölümünden sonra, onun elli yıl müsahipliğini (yol kardeşliği, kan kardeşliği) yapan ve onun vefatından sonra da yerine geçen Ahmed Gülşehrî, Ahi Evran ve Ahilik konusunda “Keramat-ı Ahi Evran” adında Mesnevi tarzında ve aynı vezinde Türkçe bir eser yazmıştır.
Yine Türkçe manzum bir “Risale” yazan ondördüncü yüzyıl şairlerimizden Kırşehirli Şeyh Ahmed Gülşehrî eserinde şöyle der:
Ahi âlemde Ahi Evran’dı
Ki kamu ahilere sultandı
Padişahın hasekisi ol idi
Kamu beyler kim katında kul idi
Türk tarihine birçok ulu kişiler vardır, bunlar eserleriyle değil fikirleriyle, düşüncelerinin toplumlar üzerindeki etkileriyle tanınır ve bilinirler. Hacı Bektaş Velî bunlardan biridir. Ahi Evran da böyledir. Bu ulu kişiler, bu Anadolu’ya doğan, kafaları aydınlatan, gönülleri ısıtan, toplumları etkileyen, onları millî birlik ve dirliğe çağıran güneşler unutulmamış, dillerde ve gönüllerde yaşatılmıştır. Ahi Evran, bu sözlü kültürün en belirgin örneğidir. Onun yediyüzotuz yıl önce Anadolu’ya ektiği iyilik ve cömertlik tohumları yeşermiş, bir fikir ürünü olarak tohumları doyurmuştur. O, Türk Kültür Tarihi’nin ölümsüz bir düşünürü, bir mürşidi olarak daima yaşayacaktır.
Yazımızı Âşık Ahi’nin yanık ve içtenlikle söylediği şu şiir ile tamamlıyoruz.
Bir gövdeden, bir kökteniz
Şol ağacın dallarıyız.
Bir fütüvvet ehlindeniz,
Ahi Evran kullarıyız.
*
Yanarsak ona yanarız,
Bulursak onda buluruz,
Nasibi ondan alırız
Dost bağının gülleriyiz.
*
Âşık Ahi söyler sözü,
Dosta doğru dönük yüzü,
Gönüldedir aşkın közü,
Ol ateşin külleriyiz.
Kaynaklar
Ahilik.net
Ahi Evran ve Ahi Teşkilâtının Kuruluşu, Mikail Bayram, (1991)
Ahîlik, Dr. Yusuf Ekinci, (2011)
Önder Mehmet: Anadolu’yu Aydınlatanlar, Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, 1998 Ankara