Mustafa TEZEL
11.10.2015
Dün (10 Ekim 2015), Ankara’da, sabah saatlerinde, tren garı önünde iki bombanın peş peşe patlaması sonucunda, son açıklamalara göre, 100’e yakın insanımız hayâtını kaybetti, 250 civarında insan da yaralandı.
Patlamalar, sol görüşlü bâzı STK’ lar tarafından “emek, barış, demokrasi” sloganıyla yapılacak olan bir mitinge katılmak üzere yurdun muhtelif bölgelerinden gelen insanların tren garından çıkışı sırasında meydana geldi. Sözkonusu miting, “güvenlik güçlerimizin ─artan terör saldırıları sebebiyle─ haklı olarak yürüttükleri operasyonları kınamak” amacıyla yapılacaktı.
Türkiye târihinin en kanlı tedhiş eylemlerinden birisi olan bu menfur katliamdan sonra, mutad olduğu üzere, “Bu saldırıyı kim(ler) yaptı/yaptırdı? Saldırının amacı ne?” soruları sorulmaya başlandı. Saldırının hemen akabinde, pek çok yabancı gazeteci “saldırının Kürtleri ve Kürt partisi (olarak belirttikleri) HDP’yi hedef aldığı” yönünde yorumlar yaptılar. HDP Genel Başkanı Demirtaş’da “saldırının devlet kaynaklı olduğunu” ileri sürdü.
İlginçtir, 7 Haziran seçimlerine iki gün kala, HDP’nin Diyarbakır’da düzenlediği miting sırasında da benzer bir eylem meydana gelmiş ve miting iptâl edilmişti. HDP yetkilileri, bu olaydan sonra da devleti/hükûmeti hedef alan açıklamalarda bulunmuşlar, bâzı yorumcular da sözkonusu olayın ─son milletvekili genel seçimlerinde─ HDP’nin oylarının artmasında etkili olduğunu ileri sürmüşlerdi.
Bu aşamada, dünkü saldırının kim(ler) tarafından yapıldığını belirleyebilmek zor görünüyor. Kaldı ki, bu tür saldırılarda umûmiyetle taşeron örgütler kullanıldığından, katillerin kimliği ve bağlı oldukları örgüt belirlense bile, perde arkasındaki asıl sorumluları tespit edebilmek mümkün olmayabilir. Bu durumda, bu katliâmdan kimlerin/nasıl yarar sağlayabilecekleri üzerinde durmak daha gerçekçi olacaktır.
Ankara katlâmı HDP’nin oylarını artırabilir
Dün gerçekleştirilen menfur eylemin, “1 Kasım seçimlerinde barajın altında kalma” endişesi yaşayan HDP’nin oylarını bir miktar yükseltmesi sözkonusu olabilir.
CHP yönetimi kabûl etmese de, 7 Haziran seçimlerinde % 2-3 civarında CHP seçmeninin, AKP’nin tek başına iktidar olmasının önünü kesmek için, HDP’ ye oy verdiği tahmin edilmektedir. Ancak, 1 Kasım seçimlerinde, bu “emânet” oyların CHP’ye dönmesi muhtemel görünüyor.
Öteyandan, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde terör örgütünün yıllardan beri devam eden baskısının bölge insanını artık canından bezdirdiği, son olayların da bunun üzerine tuz biber ektiği müşahede ediliyor. Güvenlik güçlerimize karşı girişilen kanlı saldırıların yanısıra, yol kesmeler, haraç toplamalar, çocukların dağa kaçırılması, her fırsatta “kepenk kapatma” eylemlerinin yapılması, kendilerine “özsavunma gücü” adını veren birtakım zorbaların şehirlerde sâde vatandaş üzerinde terör estirmesi gibi zorbalıklar, bu bölgelerimizdeki pek çok şehirde hayâtı yaşanılmaz hâle getirmiştir. İnsanlar vâdeli alım-satım, kredi ve ipotek işlemleri yapamamakta, mal ve mülklerini sigorta yaptıramamakta, sokaklarda emniyet içerisinde dolaşamamakta, evlerinde huzur içinde oturamamaktadır. Bu durum, bölgede yaşayan insanlarımızın PKK’ya ve onun sivil-siyasi uzantısı olduğu iddia edilen HDP’ye tepki duymasına sebep olmaktadır. Seçim güvenliğinin sağlanması durumunda, daha açık bir anlatımla “terör örgütünün seçim sırasında halka baskı uygulamasının önüne geçilebildiği takdirde”, HDP’ nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde de birkaç puanlık bir oy kaybına uğraması muhtemel görünmektedir.
Hem emânet CHP oylarının kaybedilmesi, hem de asıl oy deposu (hattâ, kale) olarak görülen yerlerde oy kaybına uğranılması hâlinde, HDP’ nin barajın altında kalması mukadderdir. Nitekim, son zamanlarda bu partinin yetkililerinin son derece sıkıntılı/asabî oldukları görülmektedir. Zaman zaman, kamuoyu önünde terör örgütü liderleriyle girişilen polemiklerin, bu endişeden kaynaklanması; yâni, kamuoyuna ─zımnen─ “biz PKK’nın uzantısı değiliz, bu olayların olmasını biz de istemiyoruz; olaylar bizim dışımızda cereyan ediyor; sorumlu, hükûmet ve PKK’dır” mesajı verilmek istenmesi, ihtimál dâhilindedir.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde HDP’den çözülen oyların önemli bir kısmının AKP’ye gitmesi yüksek ihtimáldir. HDP’nin barajın altında kalması, CHP oylarında en fazla % 2-3 oranında bir artış meydana gelmesi, MHP’nin de 7 Haziran seçimlerinde % 16,3 olan oyunu bu seviyelerde muhafaza etmesi durumunda, AKP yeniden tek başına iktidar olma şansını yakalayabilecektir.
Dün Ankara’da vukû bulan elim olay, HDP’nin, tırmanan terör eylemleri sebebiyle yıpranan ─vermeye çalıştığı─ “Türkiye partisi” imajını düzeltmesine ve yeniden “mağdur” rolüne bürünerek, ─hem doğuda, hem de batıda─ oylarını bir miktar (en azından barajı geçmesini sağlayabilecek oranda) artırmasını sağlayabilir.
HDP’nin oylarındaki artış, ─bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde─ AKP oylarındaki azalma ile mümkün olabilecektir.
Görünen odur ki, önceki seçimlerde, daha çok AKP ve MHP arasında oy kaymaları gerçekleşirken, 30 Mart 2014 seçimlerinde Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koyan HDP Genel Başkanı Demirtaş’ın söz konusu seçimlerde % 9,5 civarında oy almasından sonra, HDP ile AKP artık rakip partiler hâline gelmişlerdir. 7 Haziran 2015 seçimleri de, bu durumu teyit etmiştir. Her iki partinin yetkililerinin karşılıklı olarak yaptıkları beyanlardaki ifâdelerin giderek sertleşmesi, bu partiler arasındaki rekabetin önümüzdeki seçimlerde daha da artacağının habercisi olarak değerlendirilebilir.
HDP, yaklaşık bir yıldan buyana, eylem ve söylemleri ile, AKP’ye tepki duyan, ancak diğer muhalefet partilerini de yeterli görmeyen seçmenlerin “kuvvetli AKP karşıtlığı” duygusundan yararlanmaya ve böylece oy tabanını AKP ─ve, elbette, CHP─ aleyhine genişletmeye çalışmaktadır.
Bu eylem, PKK’ya “eylemlerini bir süre durdurması için” fırsat vermiştir.
Dün gerçekleştirilen menfur eylemin, “1 Kasım seçimlerinde barajın altında kalma” endişesi yaşayan HDP’nin oylarını bir miktar yükseltmesi sözkonusu olabilir.
CHP yönetimi kabûl etmese de, 7 Haziran seçimlerinde % 2-3 civarında CHP seçmeninin, AKP’nin tek başına iktidar olmasının önünü kesmek için, HDP’ye oy verdiği tahmin edilmektedir. Ancak, 1 Kasım seçimlerinde, bu “emânet” oyların mühim bir kısmının CHP’ye dönmesi muhtemel görünüyor.
Öteyandan, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde terör örgütünün yıllardan beri devam eden baskısının bölge insanını artık canından bezdirdiği, son olayların da bunun üzerine tuz biber ektiği, müşahede ediliyor. Güvenlik güçlerimize karşı girişilen kanlı saldırıların yanısıra, yol kesmeler, haraç toplamalar, çocukların dağa kaçırılması, her fırsatta “kepenk kapatma” eylemlerinin yapılması, kendilerine “özsavunma gücü” adını veren birtakım zorbaların şehirlerde sâde vatandaş üzerinde terör estirmesi gibi zorbalıklar, bu bölgelerimizdeki pek çok şehirde hayâtı yaşanılmaz hâle getirmiştir. İnsanlar vâdeli alım-satım, kredi ve ipotek işlemleri yapamamakta, mal ve mülklerini sigorta yaptıramamakta, sokaklarda emniyet içerisinde dolaşamamakta, evlerinde huzur içinde oturamamaktadır. Bu durum, bölgede yaşayan insanlarımızın PKK’ya ve onun sivil uzantısı olarak kabûl edilen HDP’ye tepki duymasına sebep olmaktadır. Seçim güvenliğinin sağlanması durumunda, daha açık bir anlatımla “terör örgütünün seçim sırasında halka baskı uygulamasının önüne geçilebildiği takdirde”, HDP’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde de birkaç puanlık bir oy kaybına uğraması muhtemel görünmektedir.
Hem emânet CHP oylarının kaybedilmesi, hem de asıl oy deposu (hattâ, kale) olarak görülen yerlerde oy kaybına uğranılması hâlinde, HDP’nin barajın altında kalması mukadderdir. Nitekim, son zamanlarda bu partinin yetkililerinin son derece sıkıntılı/asabî oldukları görülmektedir. Zaman zaman, kamuoyu önünde terör örgütü liderleriyle girişilen polemiklerin, bu endişeden kaynaklanması; yâni, kamuoyuna ─zımnen─ “biz PKK’nın uzantısı değiliz, bu olayların olmasını biz de istemiyoruz; olaylar bizim dışımızda cereyan ediyor; sorumlu, hükûmet ve PKK’dır” mesajı verilmek istenmesi, ihtimál dâhilindedir.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde HDP’den çözülen oyların önemli bir kısmının AKP’ye gitmesi yüksek ihtimáldir. HDP’nin barajın altında kalması, CHP oylarında en fazla % 2-3 oranında bir artış meydana gelmesi, MHP’nin de 7 Haziran seçimlerinde % 16,3 olan oyunu bu seviyelerde muhafaza etmesi durumunda, AKP yeniden tek başına iktidar olma şansını yakalayabilecektir.
Dün Ankara’da vukû bulan elim olay, HDP’nin, tırmanan terör eylemleri sebebiyle yıpranan ─vermeye çalıştığı─ “Türkiye partisi” imajını düzeltmesine ve yeniden “mağdur” rolüne bürünerek, ─hem doğuda, hem de batıda─ oylarını bir miktar (en azından barajı geçmesini sağlayabilecek oranda) artırmasını sağlayabilir.
HDP’nin oylarındaki artış, ─bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde─ AKP oylarındaki azalma ile mümkün olabilecektir.
Görünen odur ki, önceki seçimlerde, daha çok AKP ve MHP arasında oy kaymaları gerçekleşirken, 30 Mart 2014 seçimlerinde Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koyan HDP Genel Başkanı Demirtaş’ın sözkonusu seçimlerde % 9,5 civarında oy almasından sonra, HDP ile AKP artık rakip partiler hâline gelmişlerdir. 7 Haziran 2015 seçimleri de, bu durumu teyit etmiştir. Her iki partinin yetkililerinin karşılıklı olarak yaptıkları beyanlardaki ifâdelerin giderek sertleşmesi, bu partiler arasındaki rekabetin önümüzdeki seçimlerde daha da artacağının habercisi olarak değerlendirilebilir.
HDP, yaklaşık bir yıldan buyana, eylem ve söylemleri ile, AKP’ye tepki duyan, ancak diğer muhalefet partilerini de yeterli görmeyen seçmenlerin “kuvvetli AKP karşıtlığı” duygusundan yararlanmaya ve böylece oy tabanını AKP ─ve, elbette, CHP─ aleyhine genişletmeye çalışmaktadır.
HDP’nin baraj altında kalmaması, küresel aktörler bakımından önemlidir
Evveliyâtı olmakla birlikte, 1984 yılından sonraki eylemleri kamuoyunca daha çok bilinen bölücü hareket, PKK’nın yürüttüğü kanlı eylemler sonucunda, ilk amacına ulaşmış ve vatandaşlarımızın bir kısmında “etnik bir şuurlanma meydana getirilmesini” başarmıştır. Bu aşamada, bölücü hareket bir çıkmaza girmiştir. Bir siyâsî hareket, genişleme ve ilerleme imkânı bulamadığı takdirde, sönükleşmeye, câzibesini yitirmeye mahkûmdur. Nitekim, bölücü hareket de, içeriden-dışarıdan yapılan bütün uğraşlara rağmen, ancak seçmenin % 10’luk kesimini etkileyebilecek bir konuma gelebilmiştir. Câzibesini yitirmesi durumunda, bu oyu muhafaza edebilmesi de mümkün görünmemektedir.
Kaldı ki, son otuz yılda, PKK’nın kanlı terör eylemlerine rağmen, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde hayat şartlarında ciddî iyileşme sağlanmış ve bu bölgelerimizde yaşayan insanlarımızın beklentilerinde öncelikler değişmeye başlamıştır. 12 Eylül idâresinin uygulamaya koyduğu bâzı lüzumsuz (hattâ, mahzurlu) tasarruflara son verilmesi ve ─terör örgütünün bütün engelleme çabalarına rağmen─ anılan bölgelerimizde sosyal-iktisâdî-kültürel ortamda belirgin iyileşmeler sağlanması sonucunda; huzurlu/kaliteli bir hayat sürmek, iyi bir eğitim almak, yeterli gelir elde edebileceği bir iş sâhibi olmak, pek çok insan için daha önceliklidir. Üstelik, yapılan bütün ayrıştırma çabalarına rağmen, bu bölgelerde yaşayan insanlarımızın kahir ekseriyetinin, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne kasteden bir girişime destek vermeyecekleri, anlaşılmıştır. Bu bölgelerimizde seçim güvenliği ve devlet otoritesi tam olarak sağlanabildiği takdirde, PKK’nın siyâsî uzantısı durumundaki partilerin en fazla % 4-5 civarında bir oy alabilecekleri, müşahede edilmektedir.
Bütün bu hususlar, bölücü hareketi yapılandıran ve bu güne kadar destekleyen küresel çevreler bakımından istenen sonuçlar değildir. 19. yüzyılın ortalarından başlayan ve buldukları her fırsatta gün yüzüne çıkarılan bölücü faâliyetler sonucunda, hâlihazırdaki en büyük kazanımları, vatandaşlarımızın bir kısmında “etnik şuurlanma” meydana getirilebilmiş olmasıdır.
Küresel politika, yeryüzünde küresel aktörlerin dışındaki bütün “bütüncül” yapıların un-ufak (atomize) edilmesini, bu çerçevede “ulus-devlet”lerin tasfiye edilmesini gerekli kılmaktadır. Bu bağlamda, bölücü hareketin ─küresel plánlar doğrultusunda─ mâhiyet değiştirmesi ve “Kürt hareketi” olmaktan çıkarılarak, Türkiye’de ─yıllardan buyana dillendirilen─ farklı kök ve soylardan gelen diğer insanlarımızın da ─tıpkı Kürtler gibi(!)─ “etnik şuur” kazanmalarına öncülük/yol göstericilik yapmasının sağlanması; Türklüğün de ─bütün vatandaşlarımızı kapsayan/kucaklayan bir tanım olmaktan çıkarılarak─ “Türkiye halklarını oluşturan” etnisitelerden birisi derekesine düşürülmesi, gerekmektedir.
Bu amacın gerçekleştirilebilmesi için, bundan böyle bölücü hareketin ─yalnızca belli bir kesime değil─ toplumun bütün kesimlerine hitâb etmesi, toplumdaki her türlü aksaklığı gündemine alması ve bu konularda ─uygulanabilir olsun ya da olmasın─ topluma sevimli gelen çözüm yolları önermesi; bütün bunları yaparken de, “millet bütünlüğünü hedef alan, etnisite olgusunu mütemâdiyen ön plâna çıkaran” bir dil/üslup kullanması; özetle, ulus-devlet yapısına son darbeleri vurmak için, demokratik hukûk nizâmının imkânlarını kullanması, başka bir anlatımla “yumuşak güç” yöntemlerinden yararlanması hedeflenmektedir. HDP’nin açılımının “halkların demokrasi partisi” olması; bu partinin sözcülerinin, ─bütün Cumhuriyet târihi boyunca, sol hareketlerin kullandığı─ “halklar, Türkiye halkları” gibi tâbirleri ısrarla kullanmaları; HDP’ye destek veren “sol liberal” çevrelerin “HDP’nin ‘Türkiye partisi’ olma yolunda olduğu” tezini işlemeleri, bu amaca yöneliktir.
HDP’nin kendisine biçilen bu rolü ifâ edebilmesi için, seçimlerde mutlaka barajı aşması ve ─yalnızca Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde değil, mümkünse─ ülkenin tamâmında olabildiğince çok oy alması; bu amacın gerçekleşmesine engel olacak bütün maniaların da bertaraf edilmesi, gerekmektedir.
HDP’nin bu politikanın belirlenmesi ve uygulanmasındaki rolü ve etkinliği, ayrıca tartışılması gereken bir husustur.
Dünkü eylem, Suriye bataklığında cereyan eden hâdiselerden ayrı düşünülemez
“Arap Baharı” olarak isimlendirilen ve bâzı Arap ülkelerindeki iktidara kök salmış diktatörlerin halk ayaklanmaları ile devrilmesi sonucunu doğuran olaylar silsilesi bağlamında, Suriye’deki Esad yönetiminin de kısa zamanda devrileceği beklentisi gerçekleşmemiş; Esad yönetimini devirmek amacıyla ─Batı kamuoyunun da maddî/manevî desteğini alarak─ başlatılan çatışmalar, Suriye halkının felâketi ile sonuçlanmıştır.
Esad yönetimini devirmeye yönelik ABD liderliğindeki Batı bloğunun karşısına, bölgesel güç İran ve ─küresel güçler konumundaki─ müttefikleri Çin ve Rusya ─bir kısmı benzeşen, bir kısmı farklı sebeplerle─ Suriye’nin yardımına koşmuşlar ve nihâyetinde, yaklaşık üç yıldır Suriye’yi bir harâbeye çeviren çatışmalar, neticesiz bir hál almıştır.
ABD’nin asıl amacının Esad yönetiminin gitmesi ve/veya Suriye’de insan haklarına saygılı bir yönetim kurulması değil, “Irak petrolünün ─sorunsuzca─ Batı’ya akıtılmasına imkán verecek bir “koridorun” açılması” olduğu, bilinmektedir.
Petrol konusunda büyük ölçüde dışa bağımlı olan Çin[1], ABD’nin petrol kaynakları üzerindeki hâkîmiyetinin daha fazla genişlemesini kendi çıkarları açısından sakıncalı bulurken, İran ─Suriye’den sonra─ sıranın kendisine gelmesinden haklı olarak çekinmektedir. Dünyanın önemli petrol ve doğal gaz üreticilerinden/ihracatçılarından birisi olan İran[2], “mezhep faktörü”nü de kullanarak, Irak üzerindeki etkinliğini artırmak, böylece kendisini hedef alacak uluslararası nitelikli saldırılar karşısında daha güçlü bir konumda olmak istemektedir.
Dünya doğal gaz ve petrol rezervlerinin mühim bir kısmına sâhip olan Rusya, aynı zamanda Suudi Arabistan’dan sonra dünyanın ikinci büyük petrol ihracatçısı konumundadır[3]. Avrupa, doğal gaz bakımından, Rusya’ya bağımlıdır[4]. Petrol ve doğal gaz, Rus ekonomisinin belkemiği durumundadır ve bu ürünlerin fiyatlarındaki dalgalanmalar, doğrudan doğruya Rus ekonomisine yansımaktadır. Kırım’ın ilhakından sonra uygulanan uluslararası müeyyideler, Rus ekonomisinde sıkıntı yaratmıştır. ABD’nin Irak’ı işgâlinden sonra 150 dolar seviyesine kadar yükselen petrol fiyatlarının son bir yılda yarı yarıya düşmesi[5], Rus ekonomisindeki sıkıntıları artırmaktadır.
Rusya’nın, Suriye’de bir deniz üssü bulunmaktadır ve küresel güç konumunu muhafaza edebilmek için, bu üssün varlığını korumak istemektedir. Esad yönetimine arka çıkmak istemesinin önemli sebeplerinden birisi de budur.
ABD, Irak’ın işgâli ve sonrasında, muhtelif hesaplamalara göre, üç ilâ beş trilyon dolar arasında parasal mâliyete katlanmış olmasına karşılık[6], Irak petrolleri üzerinde arzuladığı kontrolü sağlayamamıştır. Kuzey’de, Barzani üzerinden tesis edilmeye çalışılan kontrol zayıf ve istikrarsızdır. Üstelik, bunun ABD ekonomisine katkısının ne kadar olduğu da tartışma konusudur.
Bütün bu hususlar, Suriye’de karşı karşıya gelen küresel güçleri bir uzlaşmaya zorlamıştır. Son zamanlarda, Rusya ve ABD arasında bir uzlaşma sağlandığı izlenimi edinilmektedir. Anlaşmanın ayrıntıları henüz bilinmemektedir. Ancak, “Esad yönetiminin iktidarda kalması” ve “Suriye’nin kuzeyinde ─petrol sevkiyâtı için─ bir koridor açılması” konusunda, uzlaşma sağlandığı, tahminleri yürütülmektedir. Bu takdirde, Rusya’nın Suriye’deki deniz üssü de güvence altına alınmış olacaktır.
Eğer, böyle bir “uzlaşma” sağlanmış ise, bunun ABD açısından ne kadar faydalı olduğu, oldukça tartışmalıdır. Zira, Rusya, Esad yönetimi kanalıyla, Suriye’nin kuzeyinde açılacak petrol koridorunu her an işlevsiz kılma imkânına mâlik olacaktır.
Kaldı ki, İngilizlerin 19. yüzyılın ortalarından itibâren ─geleceğin en stratejik hammaddesi olacağı tâ o târihlerde anlaşılmaya başlanan─ petrolün bolca bulunduğu Ortadoğu coğrafyası ile ilgilenmeye başladıkları zamandan buyana, uluslararası güçlerle “çok taraflı ilişki” kurma konusunda büyük bir tecrübe kazanmış olan “kaypak tabiatlı” bölgesel Kürt oluşumlarının, küresel bir güç için ne kadar “güvenilir” bir müttefik olacağı, bilinmemektedir.
Suriye’nin kuzeyinde ─Irak’ın kuzeyindekine benzer─ “bölgesel bir Kürt yönetimi” kurulması, Türkiye’nin güneyinin tamâmiyle ─Kürtler tarafından─ kuşatılması anlamına gelmektedir. Üstelik, geçmişteki uygulamalardan pek iyi bilindiği gibi, ─başta ABD olmak üzere─ Batılı ülkelerin bu uzlaşmadan fayda sağlayabilmeleri için, bölgesel Kürt yönetimlerinin petrolden elde edecekleri muazzam gelirin, bir takım mekanizmalarla, tekrar Batı ekonomilerine kazandırılması gerekmektedir. Bunun en bilinen yöntemleri; bu tür bölgelerde/ülkelerde, lüks tüketim eğiliminin sürekli körüklenmesi; bunun yanısıra, bölgede “kontrollü çatışmalar” çıkartılarak ve bu çatışma ortamını besleyecek kin ve nefret duygularını mütemâdiyen canlı tutarak, “bölgesel işbirliği”nin imkânsız hâle getirilmesi ve böylece, tarafların ─diğerlerine karşı kendisini koruyabilmek amacıyla─ sürekli silâhlanmaya teşvik (hattâ, mecbur) edilmesidir. Petrol karşılığında “lüks tüketim malları ve silâh ihracı” yoluyla, petrol ihracatçısı ülkelerin gelirlerinin Batılı ülkelerin ekonomilerini beslemesi, temin edilmektedir.
Özetle, Irak’tan sonra Suriye’nin kuzeyinde de “otonom” bir Kürt yapılanmasının oluşması, Türkiye’nin İslám coğrafyası ile ilişkisine bir “set” vazifesi göreceği gibi, bölgedeki istikrarsızlığı “süreğen” hâle getirecektir. Sözkonusu guruplar, bir yandan da, Türkiye içindeki bölücü unsurları desteklemek suretiyle, Türkiye’nin huzur ve istikrarını sürekli olarak tehdit etme potansiyelini ellerinde bulunduracaklardır. Bu durum, bir yandan Türkiye’nin İslám coğrafyası ile sağlıklı ilişkiler kurmasına engel oluştururken, bir yandan da millî birlik ve bütünlüğümüzün, huzur ve istikrarımızın berhava edilmesine, ─zâten önemli bir sorun oluşturan─ güvenlik harcamalarının daha da katlanılması zor boyutlara ulaşmasına sebebiyet verecek; ülkemizin kalkınmasını ve gelişmesini sağlayacak, uluslararası alanda her açıdan önemli bir güç hâline gelmesi için elzem olan “her türlü” yatırımın yapılmasını güçleştirecektir.
Sürekli iç ve bölgesel sorunlarla uğraşmak durumunda kalan; bu yüzden, dikkatini asıl sorunlarına teksif etme ve kaynaklarını verimli alanlarda kullanma imkânını bir türlü elde edemeyen Türkiye’nin kontrol altında tutulabilmesi de, küresel güçler bakımından daha kolay olacaktır.
Türkiye’nin gücünün sınırlanması ve kontrol altında tutulması, etraflı olarak ayrıca tahlil edilmesi gereken sebeplerden ötürü, bütün küresel aktörler ─ve de, İran─ için, istenilen bir durumdur.
Bütün bu anlatılan sebeplerden ötürü, Türkiye’nin, güneyinde (yâni, Suriye’nin kuzeyinde), ─Irak’ın kuzeyindekine benzer─ bir bölgesel Kürt yönetimi oluşmasına sıcak bakması, böyle bir girişime müsamaha göstermesi mümkün değildir. Türkiye’nin, böylesine olumsuz sonuçlar doğuracak bir gelişmeye râzı olmasının sağlanması, ─her zaman yapıldığı gibi─ ancak “mecbur bırakılması”, başka bir anlatımla “ölümü göstererek, sıtmaya râzı edilmesi” ile mümkündür.
Türkiye, hâlihazırda ─pek çok sebepten ötürü─ oldukça sıkıntılı bir durumdadır. 7 Haziran seçimlerinde, hiç bir parti tek başına iktidar olma imkânını elde edememiştir. Koalisyon kurma çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1 Kasım’da yenilenecek seçimlerden nasıl bir sonuç çıkacağı, bilinememektedir. Dış ticâret açığı ─döviz kurlarındaki yükselmeden ötürü─bir miktar azalsa da[7], ihracatımız büyük ölçüde ithalâta bağımlı olduğundan, yalnız kurlardaki değişmeler yardımıyla dış ticâretimizde müspet gelişmeler sağlanması mümkün görünmemektedir. Katma değeri yüksek, yüksek teknoloji ürünü, markalı/patentli ürünlerin ihracatımızdaki payı “ihmál edilebilir” boyutlardadır ve bu durum, Türkiye’nin ─özellikle uluslararası olumsuz gelişmelerden─ kolaylıkla etkilenmesine yol açmaktadır. Enerjide dışa bağımlılık yüksektir. Bu durum, dış politikadan ekonomiye kadar, pek çok konuda büyük sorunlar oluşturmaktadır. Önümüz kıştır ve, ısınma ve elektrik üretiminde kullandığımız doğal gazın yarısından fazlası Rusya’dan ithál edilmektedir[8]. Rusya’nın, bu ürünü, gerektiğinde bir silâh gibi kullandığı, önceki yıllarda ─menfaati gerektirdiğinde─ Ukrayna’nın ve bütün Avrupa’nın doğal gazını kesmekte tereddüt etmediği, bilinmektedir. Son zamanlarda Rus uçakları tarafından ısrarlı bir şekilde sürdürülen tahrik amaçlı sınır ihlâlleri karşısında Türkiye’nin sert karşılık vermekte ihtiyatlı davranmak lüzumunu hissetmesinin en önemli sebeplerinden birisi budur.
Doğal gaz tedârikinde bir sıkıntı yaşanması durumunda, stokların ne kadar yeterli olacağı, tarafımızdan bilinmemektedir[9]. Fakat, özellikle seçim arefesinde yaşanacak böyle bir sorunun, önemli siyâsi sonuçları olacağı, muhakkaktır.
2015 yılı proğramlanan bütçe açığı 21 milyar lira civarındadır ve ekonomide ─vergi gelirlerinin azalması, borçlanma fâizlerinin yükselmesi, savunma ve güvenlik harcamalarının önemli ölçüde artması gibi sonuçlar doğuracak─ dalgalanmaların yaşanması durumunda, bu açığın daha da yükselmesi ve zincirleme etki yaparak, istikrarsızlığın artmasına yol açması, mümkündür.
İhracatımızın ithalátı karşılama oranının umûmiyetle % 60-67 seviyelerinde seyretmesi ve aradaki farkın önemli bir kısmının kısa vadeli yabancı sermâye (sıcak para) girişleri ile karşılanmak durumunda kalınması, ayrı ve önemli bir diğer sorundur ve, kritik ehemmiyeti hâiz ulusal/uluslararası sorunlarda Türkiye’nin kararlı bir tutum sergilemesinin önündeki mühim engellerden birisini teşkîl etmektedir. Son zamanlarda, muhtelif sebeplerden ötürü, ülkemize giren yabancı sermâyede bir düşüş olduğu gözlenmektedir[10]. Fâizlerdeki yükseliş eğilimin önemli sebeplerden birisi, bu durumdur[11]. Ülkemizin kadim sorunlarından birisi, toplam tasarrufların toplam yatırımları karşılayacak seviyede olmamasıdır[12]. Mâkûl (% 7-8) oranda bir kalkınma hızının sağlanabilmesi için ─takriben─ GSYİH’nın dörtte birinin tasarruf edilmesi gerekmektedir. Oysa, kriz sonrası dönemler hâriç, tasarruf açığının GSYİH’ ya oranı % 5-10 arasında değişmektedir. Dolayısıyla, Türk Ekonomisinin çarkını döndürebilmek için, dış borçlanma yapmak bir mecburiyettir[13]. Hâlihazırda, kamu ve özel sektörün dış borçları toplamı 400 milyar doların üzerine çıkmış, dış borçlar toplamının GSYİH’ya oranı ise ─2015 yılı 2. çeyrek itibâriyle─ % 52’ye yükselmiştir[14] Maastricht kriterleri bakımından henüz sorun olmamakla birlikte, dış ticâret ve tasarruf açıklarının süreklilik kazanması, ekonomik dengeler üzerinde baskı oluşturmaktadır. Dış ticâret açığının da etkisi ile, dış borçların anapara taksitleri ve fâiz ödemelerinin yapılabilmesi için, ─en azından ihtiyaç nispetinde─ dış kaynağın ülkeye girişinin aksamadan sürmesi gerekmektedir. Yurt içinde ve/ya dışında, yabancı finans kurumlarını/yatırımcıları ürkütecek, Türkiye hakkında endişeye kapılmalarına sebebiyet verecek gelişmelerin yaşanması, Türk Ekonomisinin çarklarının bir anda durmasına yol açabilecektir ve bu durum, Türkiye’nin, millî menfaatlerine halél getirebilecek nitelikteki gelişmeler konusunda gerekli politikaları kararlılıkla uygulamasını engellemekte, elimizi kolumuzu bağlamaktadır.
Bütün bu gerçekler küresel aktörler tarafından ─elbette─ yakinen tâkip edilmekte ve, muhtemelen zamanlama uygun görüldüğünden, içerde ve dışarda (hattâ, sınırımızın hemen yanıbaşında), ülkemizin geleceğini yakından ilgilendiren bir takım gelişmeler olurken, Türkiye’nin, “bekasını tehdit eden” bu girişimleri engellemeye çalışmaması için, küresel aktörler tarafından hareket alanı daraltılmaya çalışılmaktadır. Dün, ülkemizin başşehrinde meydana gelen ve onlarca vatandaşımızın ölümüne, yüzlercesinin de yararlanmasına sebebiyet veren kanlı eylemin bu çerçevede de değerlendirilmesi gerekmektedir. Zîrâ, ülkenin başşehrine kadar sirâyet edebilen terörün, iç/dış kamuoyunda Türk Devletine ve hükûmete duyulan güveni sarsabileceği; böylece, muhtemel bir istikrarsızlığın ─üstelik de seçim arefesinde─zuhur etmesinin olumsuz sonuçlarından ürken hükûmetin, Türkiye’nin bekasını tehdit edecek gelişmeler konusunda “engelleyici bir tutum takınmaması” amaçlanıyor olabilir.
IŞİD Faktörü
Toplumun bütün kesimlerinde, konu eylemin IŞİD tarafından gerçekleştirilmiş olabileceğine dâir kuvvetli bir kanâat oluştuğu, müşahede edilmektedir.
IŞİD, küresel aktör konumundaki bâzı ülkelerin istihbarat teşkilátları tarafından El-Kaide’nin yerine kurulmuş paravan bir örgüttür. Kendisine biçilen vazifeyi tamamladığında, tıpkı El-Kaide gibi, tasfiye olunacaktır. Şu an için, bu vahşi örgüte; “Vahşî/İlkel İslám/Müslüman imajının oluşmasını sağlama (ki, Medeniyetler Çatışması tezinin uygulanma imkânı bulabilmesi için, böyle bir imaja ihtiyaç vardır)”, “Müslümanları, ‘ilkel/iptidâî bir İslâm anlayışını kabullenmek’ ya da ‘inanç ve kültürlerine olan güven ve muhabbetlerini kaybetmek’ ikilemi ile karşı karşıya bırakmak”, “İslâm Âlemi’nde fitneyi hâkîm kılmak, vahdet/birlik şuurunu zayıflatmak” ve ─konumuz bakımından bu husus mühimdir─ “Ortadoğu Bölgesinde yeni bir siyâsî yapılanmanın vücûda getirilebilmesi için, uygun zeminin oluşturulmasına yönelik eylemlere meşruluk kazandırmak!”, görevlerinin yüklendiği anlaşılmaktadır.
Nitekim, IŞİD, sahneye çıkar çıkmaz, Irak petrollerinin Akdeniz’e akıtılması için güneyimizde ─Suriye’nin kuzeyinde─ tesis edilmeye çalışılan “petrol koridoru”nun üzerinde bulunan ve “Irak’ın kuzeyi” ile “Suriye’nin kuzeyi” arasına ─âdeta bir kama gibi─ girerek, bu iki bölgeyi birbirinden ayıran “Türkmen Yurtları”na saldırmış ve ─Teláfer gibi, nüfusunun tamamı Türklerden oluşan─ pek çok yerleşim biriminde Türklerin “göçürtülmesini”, bunların muhacir hâline gelmesini sağlamıştır. Desteksiz ve savunmasız durumda olan Türkmenler, özel yetiştirilmiş ve siláhlandırılmış IŞİD militanları karşısında kendilerini savunma imkânı bulamamışlar ve ─dağınık vaziyette─ en az bin yıldır yaşadıkları toprakları terkederek, çevre ülkelere/bölgelere sığınmak durumunda kalmışlardır. Irak/Suriye Türklerinin ─IŞİD’in saldırıları sebebiyle─ terketmek zorunda kaldıkları bu yerler, gerektiğinde Türkiye’nin bölgeye bir askerî harekát düzenleyebilmesi bakımından da son derece büyük bir stratejik öneme sâhiptir.
Türkmen yurtlarının “Türksüzleştirilmesi” suretiyle “Irak’ın kuzeyi” ile “Suriye’nin kuzeyi” arasındaki en önemli mania ortadan kaldırıldıktan sonra, IŞİD bu defa da Musul ve Kerkük gibi petrol bölgeleri ile ─Arap ve/ya Türkmenlerle meskûn olup, petrol koridorunun açılabilmesi bakımından stratejik önemi bulunan Ayn-el Arap gibi şehirlere─ saldırmıştır. Bu arada, IŞİD, dünya kamuoyunu aleyhine çevirebilmek ve kendisine karşı yürütülecek bir harekâta meşruiyet kazandırabilmek için, akla-hayâle gelmeyecek her türlü insanlık dışı eylemi büyük bir kararlılıkla ifâ etmiş, bu eylemlere ilişkin insanın kanını donduran görüntüler, en gelişmiş iletişim araçları vasıtasıyla, ânında bütün dünyaya duyurulmuştur. Bunun üzerine, KDP/PYD/PKK ittifakı “işgâl edilen yerleri, IŞİD’in, bu vahşi örgütün tasallutundan kurtarmak” gibi mâsum bir düşüncenin arkasına sığınarak ─ve, geniş bir uluslararası desteği de arkalarına alarak─ petrol bölgeleri üzerinde hâkîmiyet kurmak için önemli bir imkán elde etmişlerdir. Kürt gurupların, bu eylemlerini, “küresel güçlerin dahli, yönlendirmesi ve desteği ile” gerçekleştirdikleri, her türlü izahtan varestedir.
Sonuç itibâriyle, güneyimizde yeni bir uluslararası yapılanmanın temel taşları döşenirken, yapılanlara/yapılacaklara haklılık kazandırabilmek amacıyla “piyon” olarak kullanılan IŞİD’in, pekâlá Ankara katliamında da taşeron olarak kullanılmış olması mümkündür. Fakat, başta da söylediğimiz gibi, dikkatimizi, “katilin kim olduğu” konusundan ziyâde, “bu eylem ile neyin amaçlandığı” ve “katil(ler)i kim(ler)in yönlendirdiği” konularına yoğunlaştırmamız gerekir.
Güvenlik zaafiyeti var mı?
Yıllardan buyana tedhiş ile mücâdele eden bir ülkenin başşehrinde, onlarca insanın ölümüne ve yüzlercesinin de yaralanmasına yol açan bir eylem yapılabilmiş ise, bu durumda artık “güvenlik zaafiyeti var mıydı” sorusunun tartışılması anlamsızdır. Bu safhada, bütün kesimlerin, karşılıklı ithamlardan kaçınarak, “ne yapılması gerektiği” konusuna ─üstelik, âcîlen─ kafa yorması gerekmektedir. Zîrâ, kanâatimiz odur ki, vakit daralmıştır ve seçime sayılı günler kala, “Türkiye’nin ileride önemli bir güç hâline gelebilmesi imkânını tamâmiyle ortadan kaldıracak, varlığını tehlikeye düşürecek” bir takım uygulamaların bu nazik dönemde uygulanması, Türk Devletinin/hükûmetinin bunları kabûllenmeye mecbur edilmesi, amaçlanmaktadır. “Arzuladıkları adımlar atılmadığı takdirde” ve/ya “kendilerine engel olunmaya çalışılması durumunda” Türk Devletini/hükûmetini/kamuoyunu “yapılanları kabûllenmeye” icbar etmek maksadıyla, önümüzdeki günlerde, benzer ve/ya çok daha vahim eylemlerin gerçekleştirilmesi sözkonusu olabilecektir. Buna, hep birlikte hazırlıklı olmamız gerekmektedir.
Dipnotlar
[1] Çin, 2014 yılı itibâriyle, petrol ihtiyâcının % 56’sını ithalatla karşılamaktadır. Dünya petrol tüketiminin % 12 ‘si Çin tarafından gerçekleştirilmektedir (Kaynak: http://www.bp.com/en/global/corporate/energy-economics/statistical-review-of-world-energy.html, Erişim: 11.10.2015)
[2] İran, 2014 yılı itibâriyle, dünya doğal gaz rezervinin % 18’ine ve dünya petrol rezervinin % 9’una sâhiptir ve dünya petrol üretiminin % 4’ünü, dünya doğal gaz üretiminin ise % 5’inin gerçekleştirmektedir (Kaynak: a.g.e.).
[3] Rusya, 2014 yılı verilerine göre; dünya petrol rezervinin % 6’sına, dünya doğal gaz rezervlerinin % 17,5’ine sâhiptir. Rusya’nın, dünya petrol/doğal gaz üretim ve ihracatındaki payı da ─aynı sıra ile─ şu şekildedir: Petrol: % 12,2 / % 15,7 ; Doğal Gaz: % 16,7 / % 28,2
[4] AB, 2012 yılı itibâriyle, doğal gaz ve petrol ithalâtının % 34’ünü Rusya’dan yapmaktadır. Bu oranın, doğal gazda, 2030 yılında % 80 olması beklenmektedir. (Kaynak: AB’nin Rusya’ya Enerji Bağımlılığı, Rapor ; http://topraksuenerji.org/Russia_is_the_EU_s_Energy_Dependence_is_reduced_or_REPORT.pdf, 11.10.2015
[5] Petrol fiyatlarının seyri için bkz. http://tr.investing.com/commodities/crude-oil
[6] Bu konu için bkz. Prof. Joseph Stiglitz & Prof.Dr. Linda J. Bilmes; Üç Trilyon Dolarlık Savaş: Irak Savaşı’nın Gerçek Maliyeti” (The Three Trillion Dollar War: The True Cost of the Iraq Conflict); ODTÜ Geliştirme Yayınları Vakfı, Ankara, 2009 ; “Irak ABD’ye pahalıya mal oldu”, http://www.sabah.com.tr/dunya/2013/03/16/irak-abdye-pahaliya-mal-oldu (16.03.2013) ; http://www.umke.org/dunya/irak-isgalinin-abdye-maliyeti-1-trilyon-dolar-h908.html ;
[7] 2014 yılının ilk sekiz ayında 54,4 milyar USD olan Dış Ticâret Açığı (DTA), 2015 yılın aynı döneminde 45,2 milyar USD olarak gerçekleşmiş, ancak ihracatın ithalatı karşılama oranı % 65,8 ‘den % 67,9 ‘a inmiştir. 2014 yılının tamâmında ise, DTA 84,6 milyar USD olarak gerçekleşmiştir.
[8] EPDK, 2014 Yılı Doğal Gaz Piyasası Sektör Raporu, http://www.epdk.gov.tr/index.php/dogalgaz-piyasasi/yayinlar-raporlar/12-icerik/dogalgaz-icerik/52-dogal-gaz-piyasasi-yayinlari-uid-102
[9] 2014 yılında toplam 49.262 milyon Sm3 doğal gaz ithál edilmiş iken, yıl sonu stokları yalnızca 1.873,08 milyon Sm3 tür (Toplam ithalâtın % 0,038 ‘i).
[10] Dikkat! Rezervler eriyor, sıcak para yakacak, http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/350485/Dikkat__Rezervler_eriyor__sicak_para_yakacak.html (22.08.2015)
[11] Mahfi EĞİLMEZ, Merkez Dirense de Faiz Artıyor, http://www.mahfiegilmez.com/2015/09/merkez-dirense-de-faiz-artyor.html (25.09.2015)
[12] Ümit ÖZLALE ve Alper KARAKURT, “Türkiye’de Tasarruf Açığının Nedenleri ve Kapatılması İçin Politika Önerileri”, https://www.tbb.org.tr/Content/Upload/Dokuman/1448/TBB_arastirma_ozlale_kararkurt_1.pdf (11.10.2015)
[13] Ümit ÖZLALE ve Alper KARAKURT, a.g.e., Binhan Elif YILMAZ ve Sevinç YARAŞIR, “Türkiye’de ve OECD Ülkelerinde Tasarruf-Yatırım Araçları ve Dış Kaynak İhtiyâcı. Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Yıl: 2009, Cilt: XXVII, Sayı: 2, Sf. 97-128
[14] T.C. Hazine Müsteşarlığı, Türkiye Brüt Dış Borç Stoku, https://www.hazine.gov.tr/File/?path=ROOT%2F1%2FDocuments%2FKamu+Finansmanı+İstatistiği%2FTürkiye+Brüt+Dış+Borç+Stoku.xls