Ankaralı Arabacı İsmail ve Mustafa Kemâl – VIII

Bir gün matematik hocası Yüzbaşı Mustafa Bey Mustafa Kemâl’e, Seyyid Hoca’dan yani Muhammed Nuru’l Arabî’den bahsetti. Onu çok sevdiğini alemi değiştirmesi ile belirli bir süre boşluğa düştüğünü anlattı. Zaman zaman sessizce “destur ya Hazreti Pir” yahut “ destur Esseyyid Pîr Muhammed Nur’ül Arabîyyül Hüseyni El Misrı Kaddesallahû Sırra hu hu hu” dediğini Küçük Mustafa Kemâl fark ederdi. Bir gün Yüzbaşı, küçük Kemâl’e Muhammed Nur’un Trabzonlu Mustafa ile karşılaşmasının onun hayatında dönüm noktası olduğunu vurguladı ve devam etti:

“Kemâl, Seyyid Muhammed Nur 1843 de ikinci kez Hacca gittiğin de o zamana kadar bir çok tarikden seyru sulukunu tamamlamış” “Bir gün müridi Üsküp ulemâsından Hacı Nebî Efendi dahil bir kaç ihvanı ile Mekke’ye gidmişti. İhvanları ile Haremi şerif’e girdiğinde Kabe’yi seyre dalmış birini görürler. O kişi dalgın dalgın Kabe’ye bakıyormuş. Seyyid’in ününü duyanlar ona tazimde bulunuyorlarmış. Bir an Seyyid’in gönlüne bu hacı kim ola bize hiç bakmaz düşüncesi gelmiş. Ka’be’ye dalgın bakan kişi Pir’e dönmüş ve “Ya Seyyid Kabe Allah’un evi deyil mi? Senun etrafunda ne bu kalabaluk?” demiş. Seyyid de: “tabii ki Hakk’ın evidir. Cenab-ı Hakk Hz. İbrahime demedi mi–İnsanlar için haccı ilan et ki, binekli veya bineksiz yorgunluktan incelmiş binitler üzerinde sana ulaşsınlar.” (Hacc suresi/ 27. ayet) Diye demiş.

O kişi sert sözlerine devam etmiş: “Peki sen bilmez misun –Hakıket şu ki İbrahim tek başına Ummet idi- ayetini”(Nahl suresi/120.ayet) “Bilirim demiş” Seyyid. “O zaman depdebesuz tek başuna niye ummet olmayisun da, ha bu kadar ihvan yetmeyimiş gibi bizden da iltifat bekleyisun”. “Gülle gibi bu sözler yetmezmiş gibi o kişi eklemiş “sevgililer sevgilisi Peygamberumuz Hakk kati olan Miraç’a tek başına çikmadi mi?” En az senun kadar o da bilurdi arkadaşlarini da alup goturmeyi” Muhammed Nur’un ihvanları sinirlenir gibi olmuş bu kişiye. “Durun demiş” Seyyid Hoca “bakalım neler söyleyecek”. O kişi Seyyid’e hitaben: “Şindi sen bilmezmisun Resuli Ekrem’un –Ey Kabe sen kıymetlisun, yücesun ama Mümin bir kulun gonli senden daha kiymetli daha yucedur- deduğuni? O halde Müminun gonli Ka’be’dir. Ka’be’yi da Miraci da Mu’minlerde ara. Kendunde ara. “Yemendeki yanumda yanumdaki Yemende” ile “Bağa Rahman’ın kokusi Yemen’den gelur” hadisi sağa ne anlatur Seyyid?”. Bunu duyunca Seyyid hem kendine gelmiş hem de sarsılmış. Devam etmiş o kişi, “Gene Resuli Ekrem demedi mi anamuz Fatimaya” “Ey kizum Fatima! Bobam Peygamber diye sakin güvenma. Rabbune karşi kulluk vazifeni yap. Eger Allah’tan nefsuni satun alamasan vallahi ben bile seni kurtaramam”( Müslim, İman 89, Hadis no.351)

“Yahut Vallahî, hirsuzluği sabit olan Mahzum kabilesinden Fatima deyil, kizum Fatima bile osa, ayrim yapmaz ve cezasini verurdum!” “Bağa bak Seyyid Hoca hiçbir kimse Seyyid yahut Şerif olduği içun Hakk’tan imtiyazli olamaz. Yakinluk takva iledur. Araplar Kerbela ayibina bulaştukleri içun Seyyidluğu alarak kurtulacaklarini sanurlar. Biz Türklerde Seyyidler Kerbeladan Horasan’a hicret ettukler zaman asirlarca olara kucak açtuğumuz bir ve bitun olduğumuz; kiz alup kiz verduğumuz içun hemen Seyyidlukten dem vururuk. Halbuki musafir etmek demek karşiluk almak içun değildur. Arap’tan veyahut Türk’den Seyidluğe hizmet etmiş olan var ise on ikinci imamdan sonra buni fazla dillendurmesun. Kerbelada Hz. Hüseyinle beraber şehit olanlar; on iki imam ile hem hal olanlar söylesun bu yiğit destanun ebedî türkisini. İmam-i Azam gibi Ehl-i Beyt sevgisinden canini zindanlarda veren söylesun. Şerifluğe gelince; Hz. Hasan’i zehirleyerek şehid eden hanumindan çecukleri var miyidi yok miyidi Seyyid?” Bu soru ağırına gitti Seyyid Muhammed Nur’un: “Derviş! Halkın ve ihvanın önünde böyle mahrem şeyler konuşulur mu” demiş. O kişi sözü yine pervasızca sürdürmüş. “Peki sen niye Seyyid’luğuni halktan ve ihvandan gizlemedun?. Seyyidluğe soz geturursem deyi hiç mi kaygi çekmedun? Seyyidluk mahrem deyi mi?”. Seyyid Muhammed Nur, sözünü kimseden esirgemeyen bu cesur Hakk eri kim ola diye düşündü. Seyyidliğinin bilinmesinden o güne kadar rahatsızlık duymamıştı. Fakat bu er kişi onda ne hocalık ne hacılık bırakmıştı. Nerdeyse Seyyidliğini de sıgaya (hesaba) çekecekti. Kadife gibi bir ses nefis bir Türkçeyle Seyyid Hoca, o kişiye ismini bağışlar mısın erenler?” diye sordu. Oturan kişi: “Mustafa[1], Trabozanda Ofli Mustafa. Dişarida Trabozanli Mustafa derler bağa.” dedi. “Oğuzlardanum, kurt dedeme[2] göre dede tarafum Kuman, Kubasar Bey[3] ile yerleşmek içün gelmiş Tiflis’ten Trabozan taraflarina, sonra bizumkiler Ofta kalmişler. Peyuk[4] peygana[5] tarafum çepni. Oğuz karişuğiyum anlayacağun. Yok senun gibi bizde, sendeki gibi seyyidluk meyyitluk!” diye espiri yaptı “Biz doğridan Allah’a bağliyuk” Bu söz Seyyid’i de etrafını da o kadar güldürdü ki. Biraz önceki ok gibi sözleri eriyiverdi. Seyyid Muhammed Nur “Erenler sende daha neler vardır bizim işitmediğimiz kim bilir?” Trabzonlu Mustafa “Uşağum” “Bizde hiçbir şeycuk yok, ister inan isten inanma?” “Olur mu” dedi Seyyid. “Cevher olmasa bu sözler sızar mı sizden”. Trabzonlu Mustafa “Bak uşağum Resuller Resuli Miraca varduğinda Cenab-u Hakk ne dedi oğa, “bağa ne geturdun ey tüm varluklarun sebebi kilduğum” O ne dedi “Senin hazinende olmayani geturdum. Rebbi ne dedi “o ne demektur nazli kulum benum hazinemde her şey var” O ne dedi “HİÇLUK GETURDUM. O hazinende yok senun”. Biraz önce kahkahalarla gülen Seyyid Muhammed Nur şimdi hıçkırıklarla ağlıyordu. “Ver baba elini öpeyim. Sen direk Hakka bağlısın direk Hakka bağlısın efendim” diyordu. Rabıta[6]nın direk Hakk’a olduğunu anlıyor, Yüce Allah’tan o ana kadar ihvanlarına telkin ettiği; mürşide, şeyhe rabıtadan affı mağfiret diliyordu[7]. Etrafındaki insanlar, mekan ve zaman şaşkınlık içinde idi. Zamanın Kutuplar kutbu Trabzonlu Mustafa yanında Seyyid hoca; Şemsin yanında Mevlana gibi duruyordu. Trabzonlunun ellerinden öpüyordu. O eli asla bırakmayacaktı. O el de onu”. “Parmak uçlarından biz insanı tam bir biçimde düzenlemeye gücü yetenleriz.”(Kıyame suresi/ 4.ayet) mealindeki ayetini hatırladı. Parmak uçlarından yeniden ibda ve inşa ediliyordu. Fena meratiplerini o zamana kadar tamamlamış Seyyid Muhammed Nur’a, Trabzonlu Mustafa Beka makamlarını telkin edecekti. Seyyid Hoca Trabzonlu ile “edna suluktan” “âla suluka[8]” geçiyor” “Akl-ı kül”e gark oluyordu. Zaman tünelinden evvelin ve ahirin cem olduğu noktayı anlıyor sonra; zamana, mekana ve insana nokta nokta iniyordu. Çölün ortasında yüreğine incecikten bir kar “Elif Elif” yağıyordu. “Nokta mı Elif’den Elif mi noktadan zuhura geliyordu?” “Elif üstün (e ), Elif esre ( i ), Elif ötre ( ü) daha bir çok soru cevabını buluyordu. A’mâk’ı hayal[9]’den A’mâk-ı hakikate kanat açıyordu. Gönlündeki sesi işitti. Ses “Okudun, yazdın ve mânâsını da anladın. Mânâyı nasıl anladın?” O “Elif bâ ile.” Ses “Manâ ne demektir?” O “Bir’in iki, ikinin bir olmasıdır.” Ses “Bunun ismi nedir?” O “Kelime-i Tevhîd.” Ses “Bir nasıl tevhit olunur? Taksim edilmesi mümkün ve mürekkep midir ki?” O “Hayır! “Bir” sâde, arızasız ve engelsiz olduğu gibi taksim edilmesi de imkânsızdır.” Ses “Öyleyse bir nasıl iki olur? Ve tevhitte neden iki hat (taraf) var?” O “İki çizginin birisi ikrâr, diğeri inkârdır. İnkârın varlığı ikrarın gölgesidir. Bu sebepten dolayı iki çizginin hakikati birdir. Eğer bir çizgi olsa o vakit ikilik olabilirdi.” Ses “Ya! Buna ne derler?” O “Üç ismi var Hilkat sanatı, Cilve-i zuhur[10], mel’abe-yi vahdet[11]. Ses “Bu ne zaman olmuştur?” O “Zaman, inkâr ile ilgili bir taraftır. Vücutta zaman olmaz ki! “An” olur.” Ses “Pekâlâ, “an” dediğin nedir?” O “Sırf inkârdır. Sırf yokluk, ikrarda zamansızlık, ayrılıkta mutlak zamandır.” Ses “ Elif bâ ne demek?” O “Alemlerin hadiseleri…”[12] Ses “Hangi harf asıldır?” O “Elif!” Ses “Neyin aslı? Vücudun mu, hadiselerin mi?” O “Vücudun olamaz. Hadiselerin.” Ses “Elif’in aslı ne?” O “Nokta!” Ses “Vücut kabul ettiğin, elif mi, nokta mı?” O “Nokta! Vücut susmuş (sakin) elif ile konuşur.” Ses “Ya! Demek vücut iki türlü?” O “Hayır! Elif ve nokta birdirler.” Ses “öyleyse elif nasıl hasıl oldu?” O “Bu bir mes’eledir. Söze sığmaz ki!” Ses “Mesel göster!..” O “Misli ve nazîrî olamaz.”[13] Ses “öyleyse misal göster!” O “Misali, zaman ve mekân kaydından azâde olanlar anlar.” Ses “Misâlin sermayesi nedir?” O “Arı!” Ses “Arı ne yapar?” O “Balı. Sevdirmek için!” Ses “Ya başka ne yapar?” O “Balmumu yapar. Bildirmek için.” Ses “Allah mübârek etsin, Ey ariflerin tacı!” Son bir sorum var. Misalini göster!” [14]Seyyid’in alnından boncuk boncuk nokta nokta terler, elif olup damlıyordu. “İşte nokta işte elif” dedi damlalara. Seyyid Ses’e seslendi: “ Elifin başka ismi varsa söyle!” dedi. Ses “ Evet vardır. Yalnız gönül kulağına söyleyeyim.”dedi. O an Trabzonlu Mustafa ile kucaklaştığını kulağına Elif’in diğer adını fısıldadığını fark etti. Seyyid, Trabzon’lunun gözlerine baktığında nokta nokta güldüğünü gördü. Siyah elbiseli Ka’be’den bu kucaklaşmaya bir ses geliyordu: “Ona mecnûn mu denilir ki onun Leylâsı, Yeni bir cilve-i şevket ile Mevlâ olmuş.” Bu andan itibaren Üsküp’e geri döndüğünde Seyyid Hoca’nın adı “Noktacı Hoca” olarak anılır olmuştu. Günlerce Trabzonlu Mustafa’nın yanından ayrılmadı. Kırk gün dizinin dibinde idi. Kırk gün; kırk yıl, kırk bin yıl ve sonsuzluk oluyordu. Seyyid noktada sonsuzluğu bulmuştu. İmam-ı Azam nasıl ki İmam-ı Cafer’i tanımasaydım, gözlerim kapalı gidecekti dediği gibi Seyyid Hoca da bu sözü zamanın Kutublar kutbu, Gavsül Âzam Trabzonlu Mustafa Efendi için söylerdi”.

Matematik hocası sözlerini tamamladığında Mustafa Kemâl hocasının gözlerinden akan nokta nokta elif elif yaşları kendi gözünde de hissetti. Ellerini öptü. “Canım hocam iyi ki varsınız” Hocası “Evladım iyi ki sizler varsınız. Müslüman Türk Milletine, İslâm Ümmetine biçilen kahır gömleğini sizler yırtacaksınız. Seyyid Hoca bizi sizler için yetiştirdi.”

“Bir hiç iken “beli”(evet) dedik/ İnsanı seyrana geldik/ Nokta iken “Elif” dedik/ Elifi bilmeye geldik.- – Bildirirse kendi dedik/ boş olup dolmaya geldik/ Tattırırsa çok hoş dedik/ bal olup sunmaya geldik- -Candan diyen canan dedik/ bir olup coşmaya geldik/ Güldalında “Allah” dedik/ Gül olup açmaya geldik

KAYNAKLAR

[1] Abdülhâlık Efendi halîfelerinden Şeyh Mustafa b. Mahmûd Trabzonî.

[2] Kurt dede: Of yöresinde dedenin babası sağ ise ona “kurt dede” diye seslenilir.

[3] 13. Yüzyılda Gürcistan’dan yurt tutmak için bir kısım oymaklarla birlikte Rize-Trabzon taraflarına gelip yerleşen bir Kuman beyi.

[4] Peyuk: mahalli şivede “büyük”

[5] Peygana: mahalli şivede nine karşılığı “büyük ana, büyük anne”

[6] İrtibat, bağlantı. Müridin şeyhini düşünmesi hali.

[7] “Ey inananlar, Allah’tan korkun ve sadıklarla doğrularla beraber olun”(Tevbe Suresi/ 119.Ayeti) maalesef şeyhe veya mürşid’e rabıtaya delil olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Halbuki bu ayet Tebuk Seferine katılmayan münafıkları, onlardan tövbe edenleri anlatmakta ve savaşa katılanlar için “sadıklar” demektedir. Sadıklar, imanına sadakat gösterenler, Allah’a ve peygambere verdikleri ahde sadakat gösterenlerdir. Ayetin önüdeki ve devamındaki ayetler okunduğunda ilahi maksat anlaşılır. Ayetin şeyhe, mürşide rabıta ile alakası yoktur. Rabıta Trabzonlu Mustafa gibi, Resuller Resulu Muhammed Mustafa (SAV) gibi direk Cenab-ı Allah’a yapılır. Niyazi Mısri’nin söylediği gibi: “Gayre bakma sende iste sende bul”

[8] “Edna(küçük) sulukumuz(yolculuğumuz) halktan Hakk’a uruc(yükseliş) tur/ Âla(büyük) sulukumuz Hakk’tan halka nuzül(iniştir)dur” Abdurrahim Fedai Hazretleri (Seyyid Hocanın damadı)

[9] Hayalin Derinlikleri

[10] Allah’ın cilvesi, tecellisi.

[11] Allah’ın birliğinin olayları ve varlıkları yaratma şekli ve hareketi.

[12]Burada harflerin asıllarının nokta olduğunu, yani her şeyin başlangıcı olduğunu, bu bakımdan alemde görülen şeylerin sonradan ortaya çıktığını göstermek ve ispat edilmek isteniyor.

[13]Yani Allah’ın eşi ve benzeri olamaz, demektir. Zirâ Kur’an’da Allah’ın eşsiz ve benzersiz olduğu Şûra Sûresi’nin 11. âyetinde şöyle ifade olunmaktadır: “O’nun misli gibi (O’na benzer) hiç bir şey yoktur. O semi’dir, bütün söylenenleri işitir —basirdir— bütün yapılanları görür.”

[14] Şehbenderzade Filipeli Ahmed Hilmi, A’mâk-ı hayâl, Tercüman Yayınları, (Baskıyı Hazırlayan: Sadık Albayrak), İstanbul, 1973, s. 153-156.

Yazar
Hilmi ÖZDEN

Prof.Dr. Hilmi Özden, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynı üniversite Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Kurucu Müdürü de olan Özden, Türk kültürü ve medeniyet çalışma... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen