Sait BAŞER
Uluslararası hukuk barışın hukûkudur, savaşın değil! Devletlerin menfaatleri dengeye geldiği zaman yahut dengede kaldığı sürece o hukûkun devamından da söz edilebilir. Savaşın hukûku başkadır. Arada sadece centilmenlik ve ahlâkî değerler hüküm sürebilir. Dünya güç dengeleri bağlamında, Cenevre sözleşmesi gibi savaşa dâir bir takım hukuk kuralları bulunsa da, hukuk,neticede kuvvetlinin hukûku olduğundan diyelim ki, Sırp Miloseviç yahut onun benzeri Nazi komutanları yargılanır da Hiroşima’ya bomba atanlara hesap sormak kimsenin aklına gelmez.Irak’ı işgal eden Amerika saldırı gerekçelerinin haksızlığını bizzat başkanının ağzından kabul etmiş durumdadır. Ama onlara “defolun” diyecek bir Hak sesi duyulamaz. Bilakis, mesela Kuzey Irak’a müdahale sözkonusu olduğu vakit Türkiye’nin haklı olduğunu kabul ettikleri halde, bizim Büyükanıt’a muadil saydıkları bir amiralin diliyle: “Haklısınız; ama haddinize mi düştü?” anlamına gelecek bir eda ile, hem suçlu, hem güçlü, hem de haklıymış gibi bir hömermeyle karşılaşırsınız.Siyâseten lisân-ı hâl ile Türkiye’ye söylenen şudur: “PKK konusunda haklı olmanızın hiç bir anlamı yok. Müttefik ve stratejik ortak olmamızı fazla da ciddiye almayın. Ya gönüllü olarak Kürt özerk bölgesine razı olun, ya da biz bunu zorla yapacağız.”
* * *
Aptal bir “düşman severlik” temelinde şekillenen “Türk Batılılaşması”, kendini gözden geçirmek zorundadır. Siyâsetin görevi elbette ki bir millî stratejiyi izlemek olmalıdır. Ama bu strateji her an gelişen şartlara göre kendini akord etmedikçe, düşmanın işini kolaylaştırma, düşmana cephane taşıma anlamına dönüşebilir. Batı kurumlarına bilimsel objektifliğin “kendi aralarında, kendileri için işleyen mekanizmaları”ndan, yararlanabildiğimiz miktarda, siyâsî müdahaleler ortaya çıkıncaya kadar itibar edebiliriz. Fakat Batı siyâsetinin ne kadar dinamik bir seyir izlediği ve bize karşı ne kadar söz birliği içinde oldukları konusu, bizim yüksek bürokrasi ve siyâsetçilerimizin ders alması gereken bir noktadır. Sözüm ona bir takım siyâsî-ideolojik saplantılarla millî kuvvemizi param parça eden yönetici aktörlerimiz, kuvvetler ayrılığı ilkesini gerekçe göstererek, kuvvetlerin birbirini tükettiği mevcut fiilî yapıyı kimin lehine sürdürdüklerini kendilerine sormak zorundadırlar. Önemli olan ideolojiler değil, devletin ve milletin bekasıdır. Ve sizin göreviniz bu millî varlığı gelecek nesillere sâlimen ve yükselterek devretmek olmalıdır.
* * *
Türkiye Kerkük’e, Musul’a, Irak’a dönük olarak bir Türkiye müdâfaası bağlamında hamle yapmak zorundadır. Siz ileri adım atmazsanız karşı taraf zaten üzerinize doğru yürümeye geçmiştir. Bu noktada Kerkük’ün Kıbrıs’tan hiç bir farkı yoktur. Kerkük, Musul, Telafer, Erbil ve Süleymâniye’yi Girne ve Lefkoşa’dan ayrı zannetmek büyük bir aymazlık olur. “Siz Kerkük’e dokunursanız biz Diyarbakır’a dokunuruz” tehdidinin kimden geldiğini Büyükanıt Paşa görmüştür. Açıktır ki, karşı hamle için icâzet beklediğimiz mihrak ile Barzânî serkeşini konuşturan mihrak örtüşmektedir. O zaman kendinize inanmak, karşı hamle ve karar yetkisini bütün millî kuvveleri ağız birliği yapmış bir Türkiye olarak kendinize tanımak zorundasınız.Eski Marksist eski tüfeklerin (ki bunların kaynağını Batı’da aramak gerektiği anlaşılmıştır) başını çektikleri ulusalcılık ihânetine en azından tabiaten antikomünist emekli subaylarımızın destek vermesi, normal şartlarda hafsala alacak bir iş değil!..
Trabzon ve Malatya’da sahnelenen oyunların bu köksüz ulusalcılık zihniyetinin provakasyonu olduğu ve en çok da bu ülkeyi savunacak millî damarı kesmeye çalıştığı, görülmesi çok zor bir gerçek midir? Derin mi, sığ mı olduğundan çok şüphe ettiğimiz bir takım gayr-ı mesul kafalar, saman altından su yürütebilirler. Ama mesul makamların bu oyuna cesaret vermesi kabul edilemez.Tarihte düşmanın merhametiyle ayakta durabilen tek bir millet yoktur. Gerçekten de yaşama hakkımız, yaşama ve inanç gücümüz kadardır. Elbette ki düşman kendi millî menfaati adına faaliyetten geri durmaz. Düşmanı küçük görmemek Türk Töresi’nin en önemli ilkelerindendir. Yusuf Has Hâcib’in deyimiyle; “Düşman, ateş, hastalık ve bilginin küçüğü büyüğü olmaz” . Düşmana tan edinceye kadar, önümüze bir boy aynası koyup kendimize bakalım. Daha kaç nesli 1. Dünya savaşı yenilgi hukukundan kaynaklanan ideolojik hamakatlerimize kurban vereceğiz? Herkesin görevi kendi alanından millete hizmet etmek olmalı değil mi?. Hizmetin ilk halkası ise toplumun varlık ve dirliğinin sağlanmasıdır.Hükûmet yetkililerimiz AB adına Yunanlı, Sırp, Fransız, Ermeni sözcülerle dahî diplomasi yürütürken içerideki millî kurumları dışlayamaz. Ve millî olması gereken kurumlar da ülkesinin hükûmetini ve milletinin yükselme arzusunu bu kadar gayrının merhametine bırakamaz.Beyefendiler hanımefendiler, savunma hattınızı Musul ve Kerkük’ün güneyine kurmadıkça Ankara’da daha uzun süre oturamayacağınızı görmüyor musunuz?
(2007 senesinde bir gece gönlümüzle böylece dertlenmişiz sevgili yârân… )