V
“Ankara’nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Düşman bizi esir etmiş
Şu feleğin işine bak”
Mustafa Kemal puslu bir Ankara günü gözlerini hafif kısmış alabildiğine uzaklara bakıyordu. Alçak tepelerin kuzeyden çevrelediği şehir paşaya güven veriyordu. Toprak evler, dar sokaklar, kiremit çatılı camiler ve minareleriyle bir Balkan kasabasını andırıyordu. Hacı Bayram Camii diğerlerinden ayrı bir tepe üzerinde duruyor, arabacıların yoğun olduğu Saman pazarı yokuşuna kurulmuş pazar yavaş yavaş tenhalaşıyordu. Emir Subayına biraz alış veriş yapıp kendisinden ayrılacağını söyledi. Emir subayı “başüstüne komutanım” dedi. Paşa önce Hakimiyet-i Millîye gazetesine uğrayarak yazısını bıraktı. Çalışanlarla biraz sohbet etti. Derme çatma matbaa makineleri İstanbul’dan gizlice develerin sırtında getirilmişti. Bu gazete yıllarca Millî Mücadele’nin sesi olacaktı. Matbaa dizgisinde kullanılan kurşundan harfler düşmana kurşun gibi sözler yazıyor halka adeta kalkan oluyordu.
Asırlardır bu topraklarda yaşayan insanlara yapılabilecek en büyük hakaret Avrupalı devletlerin desteği ile Yunan Ordusu ve Rum palikaryalarca yapılmaktaydı. Mustafa Kemal yavaş düşünceli adımlarla Arabacı İsmail’in evine doğru yürüyordu. Bu tahammül edilmez bir zilletti. “Ateşten gömleği” giymeyeceklerdi. Menderes vadisini işgal eden Yunan Ordusu ve yerli işbirlikçi Rum çeteleri Türklerin topraklarına el koyuyordu. Yüz binlerce Türk yerlerini terk etmek zorunda kalmıştı. Eli silah tutan Türklerde Yunan ordusu ile mücadeleye başlamıştı. Böylece işgalcilere karşı direnme güçleniyordu. Bandırmalı Çerkes Ethem Bey, Yörüklerden Demirci Mehmet Efe, Halil Efe, Gökçe Efe, Sarı Efe ve niceleri düşmana büyük zayiat verdiriyorlardı. Ethem Bey Kafkasyalı bir ailenin çocuğuydu. Balkan savaşlarında ve I. Cihan harbinde gayr-i nizami harp de deneyim kazanmıştı. Kendisini Teşkilat-ı Mahsusa’nın efsane ismi Eşref Sencer Kuşçubaşı yetiştirmişti. 15Mayıs 1919’da İzmir’in işgali ile Kuvay-i seyyare’yi kurmuş mücadeleye başlamıştı. Millî ordu teşkilatlanana kadar düşmana ve isyancılara göz açtırmadı. 20. kolordu komutanı Ali Fuat Paşa ile Gediz muharebelerine katıldı. Gediz’den düşman çıkarıldı.
Bu savaş Türk Milletinin yokluk varlık mücadelesiydi. On iki yıl süren sürekli savaşlardan sonra Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman hemen Türk Ordusunun terhisine başlanmıştı. Terhis olanlar, yorgundu. Buna rağmen davanın kutsallığı yine herkesi silah altında topladı. Başlangıçta Mustafa Kemal Paşa’nın elinde düzenli askerlerden meydana gelmiş iki tümen vardı. Sivas ve Uşak halkına çağrıda bulunduğu zaman eli silah tutan herkes onun bayrağı altında toplanmaya koşmuştu. Bu arada, Bandırma-İzmir bölgesindeki kuvvetlerin kumandanı olan Albay Bekir Sami, İstanbul’a başkaldırmış ve on bin askeri ile Mustafa Kemal’e katılmıştı. Mustafa Kemal, artık bütün Kuvay-ı Millîye’nin başkomutanıydı. Mustafa Kemal’in bayrağı altında toplanan askerlerin garip bir görünüşü vardı. Savaştan fakir çıkmış bir ülkenin insanlarıydılar. Üstleri başları dökülüyordu. Fakat en çetin askerin bile dayanması güç olan şartlar içinde, yeni bir savaşın müthiş hayatına severek ve isteyerek koşmuşlardı. Yunan Ordusu 1920 Haziran’ı sonlarında İngiltere, Fransa ve İtalya’dan izin alarak üç cephede başarı ile ilerlemişlerdi. Bir Yunan ordusu, karşılaştığı güçlü direnmeye rağmen Balıkesir’den ilerlemeye başlamış ve Marmara Denizi’ne ulaşmıştı. Bu ilerleme sırasında Bandırma, Bursa, Mudanya, Gemlik ve İzmit ele geçirilmişti. Yunanlılar ayrıca Bandırma-Akhisar-Manisa demiryolunun kontrolünü de sağlamışlardı. İki İngiliz zırhlısının da dahil olduğu bir İngiliz-Yunan karma deniz kuvveti tarafından desteklenen bir başka Yunan ordusu da Tekirdağ ve diğer Marmara limanlarını işgal etmiş, iki hafta içinde Türk direncini kırarak 25 Temmuz’da Edirne’ye girmişti. Edirne’de Yunan işgali altında yaşamak istemeyen on iki bin Türk’ün Bulgaristan’a geçmiş olduğu söylenmekteydi. Hareket üssü İzmir olan üçüncü bir ordu da doğuya doğru ilerlemeye koyulmuş ve 29 Ağustos’ta Uşak’a ulaşarak burayı işgal etmişti. Bu çabuk başarılar, Yunanlıların başını döndürmüştü. Anadolu’daki emperyalist seferlerin başlıca Yunanlı sorumlusu olan Venizelos, I. Cihan Harbi sırasında Yunanistan’ın Müttefiklere yaptığı hizmetlerin mükâfatı olarak başka Türk topraklarını da istemek cesaretini bulmuştu. Yunanlıların bu kısa seferler sırasında elde ettikleri başarıların nedeni, maddî imkânlarının bolluğuydu. Modern savaşlarda orduların can damarları olan ulaştırma bakımından Yunanlılar mükemmel bir durumda bulunuyorlardı. Ellerinde bol miktarda kamyon vardı ve İzmir’den çıkan üç demiryolunu kontrolleri altına almışlardı. Silah bakımından da herhangi bir sıkıntıları yoktu. I. Cihan Harbi’nin son yıllarındaki Makedonya seferinden kalma, İngiliz ve Fransızların verdikleri hiç kullanılmamış silahlarla donanmışlardı. 1918 Mütarekesi’nden sonra da Yunanlılara yeni silahlar verilmişti. Yunanlıların deniz yolları da tamamen açıktı. Buna karşılık, Türkler, ülkenin coğrafya biçiminden ötürü, Anadolu’nun ortasında sıkışmışlar ve bulabildikleri malzeme ile yetinmek zorunda kalmışlardı[1]. Fakat Mustafa Kemal’e en az beş bin subay katılmıştı. I. Cihan Harbi’nden sağ kalan tecrübeli erlerin yüzde sekseni de silah altına girmişti. Köylümüz süpürge tohumundan da olsa ekmeğini yapıyor karnını doyuruyordu. Savaşlara yıllarca alışmış olan Türk Milleti mutlaka bir köşeye azığını ayırırdı. Tohumlar biriktirilir vakti gelince kullanılır diye tedbir alınırdı. O yüzden yemeğine “Sofra” demişti. Arapçadan yemek anlamına gelen “Maide” kelimesini almamıştı. “Uzun tarihinin mühim bir kısmı seferlerde geçmiş bir millet olarak iki lokma ekmeğe bir yudum suya sofra yani sefer azığı demişti. Onlar da yetmişti.
İkindi ezanı henüz okunmuştu. Eve vardığında anne karşıladı. “Buyur yavrum dede camiye gitti gelir birazdan” “buyur Mustafa’m” dedi ihtiyar nene. Anacığını da çok özlemişti Mustafa. Zübeyde ananın elini öper gibi elini öpmek istedi. Nene adeti üzere elini öptürmedi. O Mustafa Kemal’in elini öpmek istediyse de bu sefer Kemal paşa çevik davrandı. Güzel yazmasından öptü neneyi, “nenem” “sizlerin nasırlı elleridir öpülesi olan” “n’olur be nenem öpüverem şu mübarek ellerini” dediyse de nene vermedi belki de gönül koydu paşaya. Mustafa Kemal bu; bilmez mi gönül almasını “Anam nenem sen benim Zübeyde annemin hasretini unutturuyorsun” bana. Bu söz Ankara bozkırının güneşten toprak gibi çatlamış nur yüzlü anasını eritiverdi bir den bire. “Paşam Mustafa’m” dedi tekrar tekrar. Bağrına bastı sarışın genç paşayı. Alnından öptü yaşlı gözlerle. “Oğul oğul can oğul bütün analar yoluna kurban olmuşuz, önce Cenab-ı Allah’a sonra sana güveniriz. Gavur gelinlerimize, kızlarımıza el uzatır olmuş duyarız”. “Onların yanına yaptıklarını koyma.” “Nenem anam benim! Hiç kimsenin yanına koymayacağız, inan, güven bize!” Nenenin gözyaşları sel olmuş akıyordu. Mustafa da onunla beraber ağlıyor; “Ya Rab mazlumların ahını yerde koydurma bize.” “Zalimlere Kahhar’sın.” dedi. Nene oğul birlikte ne kadar ağlaştılar, bilemediler. Türk Milleti çok yaralıydı. Türk Milletini, káh millet-i sadıka dediği Ermeniler káh asırlarca birlikte yaşadıkları Rumlar arkadan hançerlemişti.
Zübeyde Hanım kızı ile Selanik’te her şeylerini bırakıp İstanbul’a hicret ettiklerinde Mustafa Kemal onları günlerce aramıştı. Mustafa Kemal Paşa bir cami avlusunda tanınmayacak halde onları bulduğunda anasına ve kız kardeşine sarılıp bugünkü gibi ağlamıştı. Arabacı İsmail camiden dönmüş onlara bakıyordu. “Ve, şu âyeti okudu “De ki: Allah’tır her şeyi yaratan, O’dur Vâhid ve Kahhâr olan[2]” (Rad Suresi/ 16.Ayet). Sonra neneye baktı “üzme paşayı nene!” “Kadınımız bu millete haram kundak vermez! Bilmez misin?” “Dokunulursa kendine daha da olmadı kıymıştır canına, ak pak pırıl pırıl canına!” “Bilmez misin?” Nene son zamanlarda arabacıyı hiç böyle öfkeli görmemişti. Kızdırdığına hayıflandı içinden. Alın damarı belirmişti Arabacı İsmail’in. Nadir de olsa sinirlendiğinde arabacı terler boncuk boncuk olurdu şakakları. Mustafa Kemal bile ürkmüştü arabacının bu halinden. “Baba öpeyim” elini dedi, çekine çekine. “Baba kızma neneme” “yaralıdır yürekleri analarımızın.” Sarıldılar doyasıya, doyamasalar da baba oğulcasına. Sakinleştirmek için namazı hatırlattı arabacıya, “Allah kabul etsin babam”. “Âmin oğul, âmin.” Arabacı vakit namazlarını mümkün olduğunca cemaatle kılmaya çalışırdı. Hatta cemaate yetişmek için çoğu kez esnaf onun koştuğunu bile görürdü[3]. Pazardan aldığı birkaç kilo meyveyi Paşa henüz neneye verememişti. Sessizce bahçedeki tahta sedirdeki kilime bıraktı. Arabacı biraz sakinledi, “Hanım bak! Paşa biraz kayıntı getirmiş, yıka da tadına bakalım, açlığımızı da yatıştırır.” Nene “Dede! Süpürge tohumundan çok güzel ekmek yapmıştım. Iscacık Paşam, çok lezzetlidir. Sizin oralarda bilirler mi?” “Bilirler nenem bilirler; bu millet buğday arpa aramaz, bulursa konu komşu bay fakir beraber yer.” “Getir nenem, yiyelim süpürge tohumu ekmeği, özlemiştim.” Nene bu cevaba çok sevindi, seğirte seğirte bir genç kız gibi koşarak içeri girdi. Arabacının kendisini paylamasını da unutmuştu garip. Dışarıdan arabacının sesi geliyordu “Nokta cümle yazar oldu/ Nokta siyah beyaz doldu/ Muhammed’e sırlı yoldu/ Gelin canlar bir olalım” “Ebu Bekir, Âli pirim/ Kalmaz Tamu hem de “deri”m/ Şol dünyada helál yerim/ Gelin canlar bir olalım.” “Yesevî’den gelen ırmak/ Biz canlara yoktur durmak/ Marifettir insan karmak/ Gelin canlar bir olalım.” “Arabacı atın sür gel/ Cümle nokta topla dür gel/ Kemál canda Hayy’la dur gel/ Gelin canlar bir olalım” Biraz önceki üzücü hava dağılmış arabacının, paşanın, nenenin yüzlerindeki tedirgin ifadeler yerini günün hoş bir yorgunluğuna bırakmıştı.
Paşa sessiz adımlarla Arabacının evinden ayrıldı. Çarşı içinden geçerken zeybekler köşe başında yanlarından geçen paşadan habersiz bir türkü tutturmuşlar efkarlarını dağıtıyorlardı:
“Ankara’nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Uyan uyan Gazi Kemal
Şu feleğin işine bak!
Kılıcını vurdum taşa
Taş yarıldı baştan başa
Uyan da bak Gazi Kemal
Başımıza gelen işe.
Ankara’nın dardır yolu
Düşman aldı sağı, solu.
Sen gösterdin paşam bize
Böyle günde doğru yolu”.
—————————————-
Hilmi ÖZDEN
[1] Arnold J. Toynbee, Türkiye-Bir Devletin Doğuşu-, Türkçesi: Kasım Yargıcı, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1971, s. 117-118.
[2] kuli(A)llâhu ḣâliku kulli şey-in vehuve-lvâhidu-lkahhâr(u).
[3] Mahir İz, Yılların İzi, Kitabevi, 7. Baskı, İstanbul, 2015, s. 89-90.