VI
Yüzbaşı Mustafa ve küçük Mustafa Kemál birlikte Selânik’e dönüyorlardı. Bu arada tren yolunun yanındaki ağaçları gözü yakalamaya çalışıyor, fakat mümkün olmuyordu. Aile büyüklerinden ve özellikle annesinden dinledikleri ile kendi yaşadıkları zihninde tren rayındaki vagonlar gibi geçerek ilerliyordu:
1810 yıllarında birkaç aile Vodina kazasının batısında bulunan Sarıgöl nahiyesinden gelerek Selânik’e yerleşmişti. Sarıgöl’de oturanlar, aslen Türkmen olup, Tesalya’nın fethinden sonra, Anadolu’dan bu havaliye getirilerek yerleştirilmişlerdi. Bu aileler son zamanlara kadar kılık kıyafetlerini, hattâ yaşayış tarzlarını hiç değiştirmemişlerdi. Sarıgöl’e yerleşen ailelerden birinde Feyzullah adında bir çocuk da vardı. Feyzullah’a tarih kitaplarında bir gün kendisinden bahsedileceği söylense idi muhakkak ki güler geçerdi. Nereden bilebilirdi ki, sülâlesinden Mustafa Kemál adında bir genç kumandan çıkacak ve bütün dünyanın nazarlarını kendi üzerine çekmesini bilebilecekti.
Feyzullah’ın ailesine “Hacısofular” denilmekteydi. Genç Feyzullah, Ayşe adında bir kızla evlenmişti. Bu evlilikten doğan Zübeyde Hanım, Mustafa Kemál’in Selânik’e annesi idi. Zübeyde Hanım Selânik’te doğmuştu. Ailesi ona okuma yazma öğretmişti. Okuma yazma bildiği için de kendisine –Zübeyde Molla– (Hoca Zübeyde) denilmekteydi. Zübeyde Molla, gelişip serpildikçe artan güzelliği ile dikkati çekiyor, muhitinde en güzel kadınlardan biri olarak ün yapıyordu. İki erkek kardeşi vardı. Bunlardan Hasan isminde olanı -Lânkaza- da açtığı bir dükkânda aşçılık yapıyordu. Lânkaza, Selânik’e 30 kilometre uzaklıkta bir Türk kasabası idi. Diğer kardeşi Hüseyin ise Selânik eşrafından Hacı Süleyman Beyin -Çalı Çiftliği- nde subaşı yani çiftlik kâhyasıydı[1]. Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım (1885-1956) yıllar sonra anlatır “Annemden sık sık şunları dinlemişimdir: Bizim esas soyumuz Yörük’tür. Buralara Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz” diyor ve atalarından bazılarının da sonradan tekrar Konya’ya geri döndüğünü de şöyle açıklar: “Dedem Feyzullah Efendi’nin büyük amcası Konya’ya gitmiş, Mevlevî dergahına girmiş ve orada kalmış. Yörüklüğü tutmuş olacak.” Makbule Hanım bir gün Mustafa Kemál’e “Yörük nedir?” diye sorar. “Ağabeyi de Makbule’ye, ‘Yürüyen Türkler’ demektir, cevâbını verir.”[2]
Zübeyde Hanım, genç yaşında Ali Rıza Efendi ile evlendi. Bu zat, Katarin kazasının Papasköprü mevkiinde gümrük muhafaza memurluğu yapıyordu. Kendi hâlinde, dürüst ve Zübeyde Hanıma göre bir hayli yaşlı idi. Karısı ile arasında yirmi yaş fark vardı. Kırmızı bıyıklı, iri vücutlu bir adamdı. Babasına Kırmızı Hafız Ahmet denilirdi. Bu sülâlenin de Aydın ve Söke’den Mora’ya, oradan Kocacığa ve oradan da Selânik’e gelen Türkmenlerden olduğu, daha eski atalarına Birinci Mahmud tarafından Söke havalisinde bir kız tımarı (anne tarafına) verildiği anlaşılmaktadır. Zübeyde Hanımla Ali Rıza Efendinin evlilikleri sâkin ve olaysız, mutlu geçti. Zübeyde Hanım, sık aralıklarla üç çocuk doğurdu. Yazık ki, üçü de küçükken ölüp gittiler. Dördüncü çocuğunun erkek olmasını diliyor, ama etrafına kız istediğini söylüyordu. Gizli dileği gerçekleşti: Subaşı Mahallesindeki eve bir erkek bebek geldi. Adını Mustafa koydular. Sarı saçlı, pembe yüzlü, mavi gözlü bu bebek, küçük aileyi sevince boğdu.
Mustafa’dan sonra iki de kız çocukları oldu. Onların da adlarını Makbule ve Naciye koydular. Zübeyde Hanımın artık işi gücü bu üç çocuğu en iyi şekilde yetiştirmeye gayret etmek, zamanını onlara harcamaktı. Zübeyde Hanımın kocası Ali Rıza Efendi gümrük muhafaza memurluğu yaparken anlamıştı ki, kereste tüccarlığında iyi kazanç vardır. Hemen bütün kereste tacirleriyle tanışmış ve nasıl para kazandıklarını yakından görmüştü. Memuriyetten istifa ederek kereste ticareti yapmayı kafasına koydu. Bu fikir ona çok parlak geliyordu. En nihayet istifasını verdi, elindeki birkaç kuruş ile keresteci Cafer Efendiye ortak oldu, ticarete başladı. İlk zamanlar işi çok iyi gidiyordu. Eline geçen para ile Selânik’in Islâhhane semtinde, Ahmed Subaşı Mahallesinde üç katlı, harem ve selâmlığı olan bir ev yaptırdı. İki daireli ve pembe boyalı bir evdi bu.
Fakat Mustafa’nın doğumundan sonra Zübeyde Hanım, bazı akşamlar evinin cumbasında oturup, sokağı seyrederek derin düşüncelere dalmaya başlamıştı. Onu düşündüren sebeplerin başında muhakkak ki o günlerde kocasının artık hiç de iyi gitmeyen işleri gelmekteydi. Ali Rıza Efendi herkes tarafından sevilen, dürüst, kazandığını tutmasını bilen, evine, çoluğuna çocuğuna bağlı bir adamdı ama işleri her geçen gün biraz daha bozuluyordu. Zübeyde Hanım o günlerde sık sık kocasının işleri iyi gitsin diye dua ederdi: “Allahım, sen bu eşkiyanın belâsını ver.”
Zübeyde Hanım eşkıyaya neden beddua ederdi acaba?
Çünkü kocasının işinin gittikçe bozulmasına sebep olanlar onlardı. Tesalya Yunanistan’a terk edilmişti. Havali Rum eşkıya ile dolmuştu. Kaderinin ezelî belâsı olan eşkıya, Ali Rıza Efendi’nin kısa zamanda kazandığı paraya göz dikmişti. Sık sık haber göndererek kendilerine para vermesi için tehdit etmeye başlamışlardı. Para göndermezse kerestelerini yakacaklardı. Ali Rıza Efendi iki ateş arasında kalmıştı. Orman mıntıkasına gidemiyor, işleri kontrol edemiyordu. Öte taraftan, işlenmiş keresteleri sahile nakletmeye de korkuyordu. Çünkü bu keresteler eşkıyanın elinde bir nevi rehin gibiydi.
Eşkıya en nihayet yapacağını yaptı. Ali Rıza Efendiden umdukları para gelmeyince bir gece bütün kerestelerini yaktılar. Üstelik işçileri de tehdit ederek dağıttılar. Ali Rıza Efendi kaçırabildiğini kaçırdı. İşlerinin bozulması onu kötümser hâle getirmişti. Hâttâ sakal bile bırakmaya başlamıştı. Zübeyde Hanıma pek bir şey söylemiyor, daha çok kendi kendini yiyordu. Adamakıllı zayıflamıştı. En nihayet sinirleri de bozuldu. Zübeyde Hanımla münakaşa etmeye, ona sık sık kızmaya başladı. Bu tartışmalardan biri de Mustafa yüzünden oldu. Küçük Mustafa artık okul çağına gelmişti. Onu okutmak, adam etmek lâzımdı. Fakat hangi mektebe vereceklerdi? Bu, annesi ile babası arasında bir tartışma konusu oldu. Babasına kalırsa Mustafa’yı Şemsi Efendi Mektebine vermek isabetli olurdu. Bu mektep, yeni açılmıştı ve modern sistemle öğretim yapıyordu. Çevresi de Şemsi Efendiyi çok seviyordu. Şen, rind meşreb, iyi bir eğitimciydi.
Hâlbuki annesi, mahalle mektebine gitmesini ve okula ilâhilerle başlamasını istemekteydi. Bu görüş ayrılığı, aralarındaki tartışmaların bir müddet devam etmesine sebep oldu. Neticede Ali Rıza Efendi işi ustalıkla halletmeyi başardı. Küçük Mustafa önce -merasim-i mutade- ile mahâlle mektebine başladı, birkaç gün geçince de mahâlle mektebinden alınarak Şemsi Efendi Mektebi ne verildi.
Zübeyde Hanım, kocasının son günlerini şöyle anlatmıştı: “Merhum son günlerde işinin fena gitmesinden çok müteessirdi. Kendisini salıverdi. Daha sonra da derviş meşrep bir hâl alarak eridi gitti.” Ali Rıza Efendi öldüğü zaman Zübeyde Hanım genç bir kadındı. İki çocukla tek başına kalmıştı. Ali Rıza Efendinin bütün mirası Islâhhanedeki o ahşap ev, biraz borç ve iki mecidiye emekli maaşı idi. Zübeyde Hanımın küçük kızı Naciye ölmüştü. Kocası da ölünce genç kadın bu iki katlı acının tesiri altında ezildi, kaldı. (Ali Rıza Efendinin ölümü tahminen 1887 yılına rastlar.)
Bir müddet sonra Zübeyde Hanım, Mustafa ile Makbule’yi alarak kardeşi Hüseyin Ağanın kâhyalığını yaptığı Çalı Çiftliğine gitti. Hüseyin Ağanın yanında oturmaya başladılar. Zübeyde Hanım sık sık silâh sesleri duymaya başlamıştı artık. Mustafa büyüyordu. Dayısı ona silâh tâlimi yaptırıyordu. Gecenin ıssız bir saatinde bir iş bahâne ederek Mustafa’yı dışarıya yolluyor, cesâret kazanmasını sağlamaya uğraşıyordu. O günlerde Mustafa’nın en büyük işi tarla bekçiliği idi. Kardeşi Makbule ile birlikte bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede otururlar, kargaları kovalamakla vakit geçirirlerdi. Yavaş yavaş çiftlik hayatına alışıyorlardı. Çiftlikteki diğer işlere de bakmaya başlamıştı Mustafa. Fakat annesi, onun okuldan uzak kalmasına üzülüyordu. En nihayet bir gün Selânik’e annesiyle kız kardeşinin yanına gitmeye ve Mustafa’yı okula göndermeye karar verdi. Selânik’e döndüler. Gelirleri azdı: Ayda kırk kuruş. Tabiî bu para yetişmiyordu. Islâhhane’deki evlerinin bir katını kiraya vermeye mecbur kaldılar. Ayrıca subaşı Hüseyin Ağa da onlara yardım ediyordu. Şimdi Zübeyde Hanımın bütün umudu Mustafa’daydı.
Yıllar geçiyordu. Mustafa iptidaiye mektebini bitirmişti. Annesi onu Selânik Mülkiye Rüşdiyesi’ne verdi. Lâkin orada geçen bir olay, Zübeyde Hanımla annesini kararından vazgeçirdi. Rüşdiyenin -Kaymak Hafız- adında bir Arapça öğretmeni vardı. Pek sert bir öğretmendi. Arapça fiîl çekimlerini hâfızasında tutamayanları fenâ hâlde döverdi. Bir gün Mustafa bu Arapça öğretmeninin dersinde sınıfındaki başka bir çocukla kavga etti. O kadar çok gürültü çıktı ki, Arapça öğretmeni Kaymak Hafız, Mustafa’yı tuttuğu gibi bir güzel dövdü. Çocuğun her tarafı kan içinde kaldı. Bu olay Mustafa’nın annesi ile anneannesini çok üzdü, çocuklarını mektepten aldılar.
Şimdi Mustafa artık mektebe gitmiyor, evde oturuyordu. Fakat bu durum onu çok üzüyordu. O, askerî rüşdiyeye girmeyi hayâl ediyordu. Buna da annesi kesin şekilde karşı çıkıyordu. Asker olmasını istemiyordu oğlunun. Bütün umudu ondaydı. Oğlundan ayrılmak onu üzecekti. Günlerden bir gün, oğlu Mustafa’yı karşısında sevinç içinde, heyecandan titrer bir hâlde buldu. Aralarında şöyle bir konuşma geçti: “Mustafa, şimdiye kadar nerelerdeydin?” “Mektepte”. “Hangi mektepte?” “Askerî Rüşdiyede”. “Orada senin ne işin var?” “Kabul imtihanına girdim”. “Bu ne imtihanı imiş bakalım?” “Askerî mektebe girmeyi arzu ettiğimi söylerdim, sen de razı olmazdın. Ben bu işe karar verdim. Durmadan çalıştım. Mektebin kabul imtihanına girdim. Biraz önce, dahiliye zabiti imtihanda muvaffak olduğumu söyledi. Üçüncü sınıfa kaydolundum”, Zübeyde Hanıma artık bu olup bittiyi kabullenmekten başka yol kalmamıştı. Boynunu büktü: “Hakkında hayırlı olsun evlâdım”, dedi. Zübeyde Hanım, oğlunun asî yaradılışını biliyordu. Askerî Rüşdiye belki onu bu huyundan da vazgeçirirdi. Bir müddet sonra Ragıb Bey adında bir zat Zübeyde Hanımla evlenmek istedi. Genç kadın otuz iki, otuz üç yaşlarında idi. Bu evlenme teklifini derhal kabul etti. Fakat Mustafa, annesine gücenmişti. Babasının ölümü üzerinden uzunca bir zaman geçmeden onun evlenmeye kalkışmasını (özellikle bu evlenme fikrini) çok yersiz buluyordu. Mustafa, hisleriyle hareket ediyordu. Bu da çok olağan bir şeydi. O yaştaki bir çocuk tabiî ki böyle düşünecekti. Babasının hâtırası, onun için vazgeçilmez bir mirastı. Annesi nasıl olur da bunu takdir etmezdi? Fakat bir yandan geçim sıkıntısı, bir yandan, Selânik gibi bir şehirde yalnız yaşamak, Zübeyde Hanımın gözünü korkutmuştu[3].
Küçük Mustafa içinse hisleri yatışana kadar anne evinden ayrılma vaktiydi. Bu dönemlerde halasının yanı, matematik hocası Yüzbaşı Mustafa’nın evi onu teselli edecekti. Üzgün bir zamanında kendisini hocası Manastıra götürmüştü. Hayatının dönüm noktası olacak günler yaşamıştı. Şimdi Manastır’dan matematik hocası Yüzbaşı Mustafa ile Selanik’e geri dönüyorlardı.
Selânik’e vardıklarında, sabah olmak üzereydi. Yüzbaşı Mustafa “Haydi Kemál, geldik Selanik’e” dedi. Mustafa Kemál, daldığı derin duygulardan derin bir uykudan uyanır gibi uyandı. Hocasına saygı ve minnetle baktı. Manastır seyahati sırasında annesi ve üvey babası ile konuşacağına dair kendine söz vermişti. Baba Dağ’daki konuşmalar ve hissettiği duygular onu değiştirmiş, inatçılığını kırmıştı.
1430 yılında Osmanlılar tarafından fethedilen Selânik tam bir Türk şehriydi. Türkler şehrin genelde yüksek semtlerinde otururlardı. Yunanlılar azınlıkta idiler. Selânik, 500 yıla yakın tam bir Türk vatanı olarak kaldı. Küçük Kemál hocasına biraz da naz yaparak “Hocam vakit daha erken; şehri gezdirir misin? Biz arkadaşlarla dolaşıyoruz ama siz bir başka anlatırsınız.”dedi. Yüzbaşı Mustafa, Küçük Kemál’in merak ve öğrenme arzusunu bildiği için bu istekten memnun bile oldu. Önce sahile doğru yürüdüler. “Kemál şu bildiğin Arslan Kulesi ya da Kalamarya Kulesi Kanunî Sultan Süleyman döneminde Kalamarya Kalesi ile birlikte inşa edilmiş”. Osmanlı Bankasının önünden geçtikten sonra Alaca İmaret Camii’ne vardılar. Bu cami “İshak paşa Camii olarak da bilinir. Selanik valisi İshak Paşa tarafından 1484 yılında yaptırılmış. Alaca niçin denmiş Kemál?” “Her halde baklava desenli olmasından yüzbaşım” “Aferin oğluma”. Biraz daha yürüyünce Yüzbaşı, Kemál’in hüzünlendiğini fark etti. “Ne oldu Kemál” “Hocam şu iki katlı cumbalı evi rahmetli babam Ali Rıza Bey kiralamış. Burada doğmuşum. Zübeyde annem hep anlatırdı”. Yüzbaşı Mustafa, Küçük Kemál’in başını okşadı. Zihninden yetimlerle ilgili âyetler dizi dizi geçiyordu: “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir. (Bakara – 177)
Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “Hayır olarak ne harcarsanız o, ana-baba, akraba, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak ne yaparsanız, gerçekten Allah onu hakkıyla bilir.” (Bakara – 215), Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş olurlar ve zaten onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir. (Nisa – 10) Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez. (Nisa – 36) Rüştüne erişinceye kadar yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın. Ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın. Biz herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutarız. (Birisi hakkında) konuştuğunuz zaman yakınınız bile olsa âdil olun. Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte bunları Allah size öğüt alasınız diye emretti. (Nisa – 152)
Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahâlisinden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) haline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir. (Haşr – 7) Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. (İnsan – 8) Hayır, hayır! Yetime ikram etmiyorsunuz. (Fecr – 17) Yahut şiddetli bir açlık gününde kendisiyle yakınlığı olan bir yetimi yahut yerde sürünen bir yoksulu doyurmaktır. (Beled – 16) Seni yetim bulup da barındırmadı mı? (Duha – 6)”
Yüzbaşı sessizce “Yarabbi yetimleri çok sevdiğini biliriz. Bizde sevdik yetim ve öksüzleri. Bizde sevdik küçük Mustafa’yı, Mustafa Kemálleri”.diyordu. Vardar caddesine çıkarlarken nemlenmiş gözlerini Kemál’den saklamaya çalışıyordu. Hisleri çok güçlü olan Kemál, Yüzbaşı Mustafa’dan öğrendiği çocuk sevgini hayatının her safhasında gösterecekti. Onunda gözleri nemlenmişti. Sevilmek ve sevmek ne güzeldi.
Hamamları meşhur olan şehrin Sultan II. Murat’ın yaptırdığı Bey hamamı ve diğer Yeni, Buğluca, Paşa, Halil Ağa Hamamları hakkında bile bildiklerinden bahsetti Yüzbaşı Mustafa. Hamza Bey Camii’ne yürürken Küçük Kemál Hocasının sesini tekrar duydu “Burayı 1467 yılında Hamza Bey’in kızı Hafise Sultan yaptırmış. Karşısındaki bedesten de yine ecdâdımızın eseridir. Aman! Kemál senin matematiğin çok iyi. Ticâreti, hesap kitap işini iyi öğren. Atalarımızın Âhilik geleneğini araştır. Biz Müslümanları, Türkleri ticâretten uzaklaştırdılar. Şu anda iyi bir asker olmamız gerekiyor, kabûl. Çünkü Osmanlı Vatanı tehlikede, korumamız gerekiyor. Savaşlar bir gün durulacak bitecek. İşte o zaman bedestenler yâni ticâret tekrar şenlenecek. Zaten ticâret olmazsa askere verecek tayın (ekmek) bulamayız. Bak Avrupa sanayileşti. Sanâyi ve ticâret kol kola yürüyecek. Yürüyor da. İngiltere Güneş batmayan imparatorluk oldu. Her yerde kolonileri var. Henüz rüştiye talebesisin; ama bunlardan daha da fazlasını öğrenebilecek zekâ var sende. Unutma Kemál’im”. Bedesten’in serinliğinden geçip Kasimiye Camii’ne vardıklarında “Cezerî Kasım Paşa 1492’de II. Bayezit vakfı olarak Aya Dimitri kilisesini câmiye çevirmiş”. dedi. Oradan Şeyh Süleyman Efendi Zâviyesinin önünden geçtiler. Zâviye, avlusunda türbeler, mezarlar ve şadırvanı ile yeşillikler içinde kaybolmuştu. Hamidiye mahallesine geldiklerinde Yeni camii (Dönme camii) ve Alâtini köşkünü gördüler. Yeni camiinin alınlığındaki ve camlardaki Davut yıldızı küçük Mustafa Kemál’in dikkatini çekmişti. Esasında motifler arasında ay yıldız ve bitki motifleri de vardı. “Hocam Davut yıldızının câmide bir anlamı var mı?” Yüzbaşı bu sorudan fazla hoşlanmasa da cevap vermek gerekiyordu: “Ah seni kurnaz seni” “Mutlaka bir bildiğin vardır da onun için soruyorsundur” dedi. Yüzbaşı, 1492 yılında İspanya’dan kaçmış ve Osmanlıya sığınmış Sefarad Yahudileri hakkında konuşmayı fazla sevmezdi. Fakat Mustafa Kemál gibi asker olacak gençlerin Sabatayistleri de bilmesi gerekiyordu. Şimdi zamanı mı değil mi diye tereddüt etti. Türkler hiçbir zaman kendilerine ihânet etmedikçe hiçbir masum gayr-i Müslime bir şey demezlerdi. Askerî okullarda da bu şekilde öğretilir. Yiğit Türk delikanlıları gayr-i Türk, gayr-i Müslim olsun arkadaşlarına bir şey demezlerdi. “Esâsında Kemál, Davut yıldızı Eski Türklerde, Selçuklu eserlerinde kullanılır” dedi. Fakat bu kadarcık açıklamanın Kemál’i ikna etmeyeceğini de biliyordu. “bâzı Yahudiler maalesef on yedinci yüzyılda kendini önce Mesih ilân eden sonra Müslüman olduğunu söyleyen fakat eski inancını devam ettiren Sabatay Sevi’ye inanmışlar. Onun peşinden gitmişlerdir. Uzun hikâye onu anlatmak. Gelinen ve ortaya çıkan durum Ordumuzu ve İstihbarat Teşkilatımızı da rahatsız ediyor. Tekkelerimize ve bazı dinî-içtimai kurumlara da Sebataycılık geleneğini sokmaya çalışıyorlar. Türk Milleti “din” deyince bağrını açıverir Kemál hiç sorgulamaz. Art niyetlilerin istedikleri vasat budur. Müslüman aynı zamanda uyanık olmalıdır. Buhârî ve Müslim’in beraberce naklettiği bir hadîste Peygamber Efendimiz “(Akıllı ve olgun) Mü’min aynı delikten iki defa sokulmaz, ısırılmaz.[4] buyurmuştur. Hadîsin meşhur bir sebebi vardır: Resûlüllah aleyhissalatü vesselam, Bedir harbinde Ebû İzze namındaki şâiri esir almış ve kendisine iyilik yaparak serbest bırakmış. Müslümanlar aleyhine kimseyi kışkırtmayacağına ve kendisini hicvetmeyeceğine dâir ondan söz almıştı. Fakat Ebû Izze kavminin yanına varınca sözünde durmamış, kışkırtma ve hicivlerine tekrar başlamıştır. Daha sonra Uhud harbinde yine Müslümanların eline esir düşerek tekrar serbest bırakılmasını istemiş, Resûlüllah da (Ona selam olsun): “(Akıllı ve olgun) Mü’min, bir delikten iki defa ısırılmaz.”buyurmuştur.
Manastırdaki Hocaların ve Selânik’te tanıyacağın gönül insanları kalb (sahte) ile hakîkiyi ayıracak kişilerdir. Sana bunu öğreteceklerdir. Biz de bildiklerimizi sen Manastır’a gitmeden anlatacağız Kemál.” “Büyük Türk Mutasavvıfı Kuşadalı İbrahim Halveti (1774 -1847)- Dergâhı yandığı zaman yakınları, sevenleri yeniden inşâ edelim diye çok ısrar etmişler. O ise tekkelerde eski sâfiyetin kalmadığını söylemiş. Gittikçe değiştiğini, asıl hüviyetinden uzaklaştığını bildirmiş ve dergâhının yeniden inşâsına müsâade etmemiş”. Halbuki Ahmet Cevdet Paşa dâhil bir çok devlet büyüğü onun sohbetlerinden istifade ediyorlarmış. O Allah aşkının, İrfanının gönülde olduğunu tekkeye ihtiyaç olmadığını söylüyormuş. Mârifet Hakkı gönülde bulmaktır evlát. Daha önceki asırlarda Tekke ve zâviyelerdeki dervişlerin Anadolu’nun ve Balkanların Türkleşmesinde İslamlaşmasında büyük emekleri olmuştu. Fakat günümüzde sâfiyetini koruyanda var, Muhammedî irfana layık olmayan davranışları işleyenler de. Bak aklıma gelmişken şu âyeti de hatırlatayım: -Ebediyyen orada namaz kılma (ikâme etme). İlk günden takva üzerine tesis edilen (kurulan) mescid, orada namaz kılmak için elbette daha lâyıktır. Orada temizlenmeyi (kalbini temizlemeyi, arınmayı) seven adamlar vardır. Ve Allah, temizlenmiş (arınmış) olanları sever.-(Tevbe Suresi/108. Ayet) Bu âyet Peygamberimize Tebük seferinde suikast yapmak isteyen ikiyüzlülerin yaptırdığı Dırâr Mescidine gitmemesi uyarısıdır. Cenab-ı Allah bu âyeti Hz. Muhammed’e vahy eder. Mevlana’nın Mesnevi’sindeki -Hıristiyanları mahveden Yahudi vezir- hikâyesini de bana hatırlat birlikte okuyalım. Bunları biz söylüyoruz diye sakın ola ki Kemál’im hiçbir milleti bir birinden ayırma. İnsanlığa ve milletine haksızlık yapmadıkça hiddet gösterme fakat akıllı ol evlâdım, Milletimize yapılan ihânetleri de unutma, olur mu?” “Olur Hocam”. Mustafa Kemál hocasına verdiği bu sözü hiçbir zaman unutmadı. Hiçbir Millete kin duymadı. Türk Milletine kini değil sevgiyi, irfanı, akıllı ve temkinli davranmayı öğretti. Yıllar sonra Nutuk’ta Milletine şöyle seslenecekti: “Hayattaki yegâne üstünlüğüm Türk doğmaktır! Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki; sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i asliyi çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feraget etmesin”.
Hamidiye mahalesinden Tahtakale civarındaki Halveti Karababa Tekkesinin önünden geçerken ikisinin de aklına Niyazi Mısri’nin billur gibi Yunus Türkçesi ile söylediği ilâhiler geldi. Yedikule’ye çıkmadan önce ikindi namazı vakti yaklaşıyordu. Yüzbaşı “Kemál evlâdım gel öğle namazımızı Musa Baba Türbesi yanındaki mescidde kılıverelim”. Dedi. Mescidden ayrıldıktan sonra Kalenin kulelerine çıkmadan ayranla dürümlerini bir güzel yiyerek yorgunluklarını çıkarıyorlardı. Deniz mavi billur bir çarşaf gibi uzanıyordu. Kulelere çıkarken Yüzbaşı Kale üzerindeki Osmanlı Türkçesiyle yazılmış kitâbeleri okuyordu Kemál’e “Venediklilerden 1430 yılında II. Murat kaleyi almış. Diğer bir kule inşa ettirmiş. Kaleye Sungur Çavuş bir kule, Kanunî dört kule daha ilâve ettirmiş”. Yavaş yavaş Kemál yorulmaya başlamıştı. Dili ile dişi arasında “Hocam annemlere gidelim” dedi. halbuki gezmeyi kendi istemişti. “Kemál, yarın gidersin annenlere. Bugün de bizde kal, yengen biz geleceğiz diye neler neler hazırlamıştır. Mevlevi, Halveti, Bektaşi ve nice suluk ehli subay ve arkadaşlarla güzel bir sohbet akşamı da olacak.” “Hocam bu akşam üvey babamın ve annemin elini öpmek istiyorum. Kız kardeşimi de özledim. Başka bir akşam gelsem olmaz mı?” Yüzbaşının gözleri güldü, maksadı onu barıştırmak değil miydi? “Sen bilirsin Kemál” “Kapımız her zaman açık sana”. Yenikapı mezarlığının oraya varmışlardı. Mezarlığın yan tarafında Mevlevîhane bulunuyordu. Burada Türbe, Mevlevihâne câmisi, şadırvan, talebe hücreleri, şeyh evi vardı. Hocası cümleyi burada noktaladı, fazla teferruata girmedi: “Kemál bu gördüğün Mevlevihâne 1617 yılında Ekmekçizâde Ahmet Paşa tarafından kurulmuş. Paşa Edirne’de Tunca nehri üzerinde bir köprü ve Kervansaray ile İstanbul’da bir medrese yaptırmış[5]“. İkisi yorgun adımlarla Küçük Kemál’in üvey babası Ragıb Bey’in Islâhhane’de yeni taşındığı eve doğru yürüyorlardı.
Mustafa Kemál’in üvey babası Ragıb Bey, Reji idaresinin muhafaza başmemuru idi. Tesalya Tırnovasından göç ederek Selânik’e yerleşmişti. İlk karısından dört çocuğu olmuştu. Bunlardan ikisi kız, ikisi erkekti. Kızlarından birinin adı Rukiye’dir. Oğullarından biri yüzbaşı Süreyya Bey, diğer oğlu da şimendifer memuru Hakkı Beydir. Ragıb Bey çok kibar ve iyi kalbli bir adamdı. Mustafa’yı da oğlu gibi sevmeye başlar. Fakat Mustafa yüreğinde başlangıçta Ragıb Beye karşı bir kin belirmişti. O, babasının yerine gelmişti. Annesine şimdi kendisinden daha yakındı. Bunu bir türlü kabul etmek istemedi. İşte onun için de, annesinin yanından ayrılmış, halası Rukiye Hanımın evine gitmişti. Rukiye Hanımın kocası, gümrük memurlarından Hacı Hasan Efendi idi. Mustafa, halasını çok seviyordu. Belki de onu, babasından kalan bir yadigâr olarak kabul ediyordu. Mustafa Kemál, halasının ve Evrenoszade Muhsin Beyin yardımlarıyla Selânik Askerî Rüşdiyesi’ni bitirecekti. Daha sonra öğretmenlerinin tavsiyesine uyarak Manastır Askerî İdadisi ne yazıldı. Artık eskisi gibi Ragıb Beye düşman gözü ile bakmıyacaktı. Ragıb Bey, ona karşı çok iyi ve şefkatli davranmıştı. Bu hareketine karşı hâlâ inatçılık yapmak Mustafa Kemál’in hoşuna gidecek şey değildi. Annesiyle de barışmıştı artık. Okulun tâtil olduğu zamanlar annesinin yanına geliyor, üvey babası olan bu iyi kalpli adamla birlikte kalmakta bir sakınca görmüyordu. Genç Mustafa Kemál, Manastır daki Askerî İdadî’ye devam ederken de yaz tâtillerini annesinin yanında geçirecekti. Zübeyde Hanım, saf, dinine bağlı, kendi hâlinde bir kadındı. Zekîydi. Rumeli terbiyesiyle yetişmiş, mazbut ve çevresinin etkisinden kurtulamayan bir yaradılışa sahipti. Mustafa Kemál, eğitimini bitirip kurmay subay olarak ordu saflarına katılıncaya kadar, oğlunun yüzünden ne heyecanlı geceler geçirmiş, ne üzüntülere katlanmıştı[6].
KAYNAKLAR
[1] Altan Deliorman, Atatürk’ün Hayatındaki Kadınlar, Bayrak Yayınları, İstanbul, 2000, s. 11.
[2] Enver Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, İstanbul,1958.(Aktaran: Güler, Ali Güler, Atatürk Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı, Ank.1999, s.28.)
[3] Altan Deliorman,a.g.e., s.16.
[4] Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63.
[5] Ahmet Kuş, Dünya Mevlevihanelerine Yolculuk, Karatay Akademi Yayınları, Konya, 2012, s. 349-359.
[6] Altan Deliorman, Atatürk’ün Hayatındaki Kadınlar, Bayrak Yayınları, İstanbul, 2000, s. 16-17. Geniş Bilgi için Bakınız: Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam,Cilt I,Remzi Kitapevi, İstanbul,1999.,s.23-52.