Ankaralı Arabacı İsmail ve Mustafa Kemâl – IX

Hilmi ÖZDEN 

Mustafa Kemal’in anlatacakları daha bitmemişti. Fakat tren yavaş yavaş, kavurucu sıcak içinde bozkırdaki Ankara’ya yaklaşmıştı. Ağustos ayında boncuk boncuk terleyen Paşalar ve genç subaylar Mustafa Kemal’in anlattıkları ile daha da yanmıştı. İsmet Paşa gömleğinden gevşettiği düğmelere yenisini eklemişti. Mustafa Kemal’in anlattıklarına bir tek Fevzi Paşa hayret etmemişti. Çünkü oda Yeniçeriliğin kaldırılmasını tetkik etmiş araştırmıştı. Bildikleri Mustafa Kemal’in özetlediği tarihin bu acı sayfasından farklı değildi.  Ankara’da onları dostları karşıladı. İki Serdengeçti Giresunlu muhafız eski demiryolu şirketi olan direksiyon binasının önünde bekliyorlardı. Mustafa Kemal Paşa zaman zaman burayı çalışma yeri hem de ev olarak da kullanıyordu[1]. Bugün burada kalmayı düşündü. Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve diğer yol arkadaşları ile tek tek sarılarak ayrıldılar. Eskişehir yolculuğunun büyük ağırlığı üstünde idi. Direksiyon binasında üstünü değiştirdi. Ilık su ile yıkandı ve abdest tazeledi. İki rekat namaz kıldı ve Rabbine dua etti. Seccadeyi topladı sedire biraz uzandı dinlendikten sonra kalktı.

Arabacı İsmail’in evine gidip sohbet etmek istiyordu. Trende yarım bıraktığı konuyu orada tamamlayacaktı. Belki de Arabacı İsmail’in Yeniçeri Ocağının kaldırılması ve Bektaşilik konusunda düşüncelerini almak istiyordu. İstasyondan Arabacının evine yürüyerek gitti. Evde anne ile Arabacıyı ufak yollu tartışırken buldu. Ana, Mustafa Kemâl’i görünce koşarak “Kemâl’im gelmiş oğlum gelmiş” diye sevinçten bayılacak olmuştu. Ankaralı her zamanki mutedil hali ile “Hoş geldin oğul” “Nasılsın paşam” dedi. Mustafa Kemâl “Eskişehir’e Afyon’a gittik kumandanlarla” “Yoldan yeni geldik” “Yol boyu arkadaşlara yeniçeri ocağının kapatılmasını anlattım baba” “Zihnimde hâlâ içerden reform yapmadan böyle bir ordunun lağv edilmesine anlam veremiyorum”

“Oğul kökü kazınarak Türk Ordusuna son verilmemeliydi. Bu her türlü hatalarına rağmen reva görülmemeli; içlerindeki az bir elebaşı sebebiyle tüm ordu cezalandırılmamalı idi. İstanbul ve Anadolu’da yapılanlar, Bektaşilerin başına gelenler o zamanki halkı küstürmüştü. Paşam sen bunları bizden daha iyi bilirsin, belki benim anlatacağım Hünkar Hacı Bektaşı Veli ve Bektaşilik hakkında işittiklerine ufak şeyler katmaktır”. Tam o sırada ana hiç yapmadığı bir şekilde araya girdi; Ankaralı İsmail’in sözünü kesti. “Paşama şimdi böyle dersin ama; ben işittim! Geçenlerde Kemâl oğlumu kahvede onca dervişin içinde sözlerinle incitmişsin” Mustafa Kemâl “yok anam öyle bir şey, kim dedi ise yanlış demiş. Hata bendeydi. Babada bize doğruyu hatırlattı”. Ankaralı içinden “yiğit oğlum mert komutan” “özü sözü birsin” diye geçirdi. Kemâl sözlerine devam etti: “Anam güzel anam kadın anam olur mu öyle şey ecdadımız asla gönül erlerine kırılmaz. Biz kapısından içeri Fatih Sultan Mehmed gibi bir cihangiri almayan Ebu’l Vefa’yı işittik, okuduk. Bak baba bizi evine alıyor. Üstelik ben Fatih’in devrinde yaşasaydım tereddütsüz ona tabii olurdum[2]dedi. Ana “canım oğlum Mustafa’m sendeki bu kadirşinaslık ile iki cihanda aziz ol” dedi. Arabacı sözü tekrar aldı Yeniçeriliğe girmeden Horasan tasavvufundan bahsetmek istiyordu. Mustafa’nın Balkanlarda tanıdığı Yesevî arifleri, Sarı Saltuk aşıkları, Ahilik ve Muhammed Nur evlatlarından aldığı irfan üstüne sohbet açmak istedi. Söze önce Güneş ülkesi Horasan’dan başladı:

“Horasan bir âlemdi. Milletler, uygarlığa elverişli olan seyrek yerlerden biri olduğu için tıkış tıkış oraya doluşmuşlardı. Parçalanıyor, birbirlerine ekleniyorlar, yeni gelen kuvvetliye katılıyor, bir zaman sonra bambaşka bir güç sahibinin ardından gidiyorlar. Türk, Fars, Moğol, Horasan’da üst üste yığılmışlar. Nişabur, Tus’ta, Mezopotamya dolaylarında olduğu gibi Alevî ve Sünnî’liği siyasete âlet etmişlerdi. Türkler İslâmlığı boy boy, dönem dönem, aralıklı ve gönüllü olarak kabul ediyorlardı. 232 Hicret yılında (İsa’dan Sonra 846) Mütevekkil iktidara geçiyordu. Devleti güçlüydü. O sıralarda 200.000 çadırlık Türk ailesi Müslüman olmuş, Halife Mütevekkil’in Sünni iktidarına katılmıştı ve Sünni’liği kuvvetlendirmişti. Ama 4. Hicret yılı ortalarında Irak ve Fars’ta İranlı Al Bûye devletinin ve Mısır’da Şiî Fatımîlerin kuruluşu, Sünnîliği perişan ediyor. Bu sefer de onlara katılan Türkler Şiî’lerden yana oluyordu. 5. Yüzyılın ortalarında Selçuk’un kurduğu Selçuklu devleti darmadağınık, zayıf ve perişan Arapları toplamış; Mısır, Şam, Irak, Fars ve özellikle Horasan bölgelerinde son bulmak üzere olan Sünnî’liği yeniden güçlendirmişti. Türk, Arap ve Fars emirliklerinin hepsini kendi yönetimine almış olan Selçuk, bütün bu toprakları Abbâsî halîfesine bağladı, ama Devlet gücü kendisindeydi. Halîfeye karşı politik saygısı da vardı. Halîfe de Sünnî olunca Selçuklu devletinin kurucusu Selçuk bin Yukak da Sünnîliğin bayrağını taşıyordu. Görülüyordu ki “Paşam” Alevî – Sünnî ayrımı Horasan bölgesinde de siyasî amaçlıydı. Moğollar ortaya çıkınca da Selçukluları ve onların atadığı çeşitli beylikleri kılıçtan geçirerek yeni bir düzensizlik, kargaşa ortamı yarattılar[3].

İşte Horasan’da Türk damgasını taşıyan en büyük tarikat (yol), 9. yüzyılda böyle karmaşa bir ortamda, böyle sosyo-politik bir düzen, ya da düzensizlik içinde gelişti. Tasavvufa karşı çıkar gibi görünerek, kendi görüşünce bir tasavvuf yaratmaya çalışan bir yoldu bu. Horasan damgalı ve Türk’tü. Bu nedenle Melâmiliğe, Horasaniyye, mensuplarına da Horasan Erleri, Horasaniler de denilir oldu. Birbirlerini yıkan, birbirlerinin can düşmanı Müslüman topluluklarının yaydığı karamsarlık içinde bir umut kapısı, dağınıklığa karşı birleşme çaresiydi bu. Dünya hırsından, büyüklükten, böbürlenmelerden tiksinen, kendi kendilerini hor gören bir yoldu. “Melâmet” sözcüğünün Arapça sözlük anlamı olan kınanmaya, horlanmaya, benliği, hırsı ortadan kaldırmaya dayalı bir yol.

Bu yolun kuruluşunda hiçbir tören yoktu. Katılanlara bir öğretim, özel kıyafet, tekke zaviye tavsiye edilmezdi. Dünyanın her hangi bir köşesinde kişi Melami olmak istese kıdemli tecrübeli birine gider sorardı.

“Ne İstiyorum?” “Hakkı” “Hakk’ı isteyen, Hak’tan özge her şeyi gönlünden çıkarır. Sen de öyle yap.”

İşte giriş töreni buydu. Artık Melâmî idi o kişi. Melâmi’lerin bir de sevinci vardı. Ölümsüzlüğe inanırlardı. “Her şey Tanrı’dan geliyor, ölüm yok ki” derlerdi. Bu sevinç, bu ölümsüzlük sevinci, Melâmi’lerin “Melamet neşesiy”di.

Tarikatler 12. yüzyıldan sonra Batıni’likle karışmaya başladı. Melâmi’ler bütün tarikatleri üç bölümde kabul ediyorlardı:

1. Zahir bilginleri (Şeriatçılar),

2. Bâtın bilginleri (Tasavvufçular),

3. Melâmî’ler (Yani kendileri).

Melami’lerin gözünde tarikatlerin üçe ayrılışına dikkat edelim. Şeriatçı tarikatlarla, tasavvufçu tarikatları kabul ediyorlar ama kendileri bunların dışında bir topluluktu. İşte Horasan’daki Türk’leri, Anadolu’ya ve Türk’lerin yaşadığı öteki bölgelere yayılan Türk’leri etkileyen ilk ve en büyük yol buydu! Horasan’dan gelen Hacı Bektaşi Veli’nin İslâmi görüş açısını oluşturan ilk tarikatta budur.

Hacı Bektaşi Veli, Melâmiliğin etkisinde kalmış bir Horasan Türk’üydü. “Hak’tan başka ne zahiri, ne de batini keşif ve keramete itibar edilmez. Bize Tanrı gereklidir. Peygambere benzememiz gerekir” diyen, Melâmilikten öz suyu emmiş Hacı Bektaş’ı, dar bir tarikat içinde gözlemek hem yanlıştı, hem de imkan dışıydı.

Türk olan adını Hacı Bektaş-ı Veli ya da Veli Hacı Bektaş olarak söyleyelim. Hacı Bektaş’tan ayrı düşünülmeyecek Ahilik ise, Arapçada “kardeşlik” anlamına geliyordu. Bu yapı ilk kez Fütüvva adiyle Abbasi halifelerinden Nasserred din-i billah’ın izniyle kurdurulmuştu. Selçuk Türkleri arasında bir esnaf örgütü olarak kurulan Ahilik, Fütüvvet ehlinin davranışlarından etkilenmiş olabilir ama onun asıl güçlü kökeni Horasan’dır ve Anadolu’ya, Osmanlı İmparatorluğunun her köşesine kollar halinde yayılan tarikatlara en büyük kaynak ise Ahiliği de içeren Melâmiliktir.

Melâmi’lerin kendi aralarında kardeşliğe, kardeş kuruluşu olmaya verdikleri önem, Selçuk “ahi”lerinde bir dünya düzeni haline de dönüştü. Gide gide işçiler arasında yayıldı ve esnaf birliklerini oluşturdu. Ne var ki Ahi’ler bu kadarla da kalmadılar. Ortak sofralarda yemek yediler. Başkanlarına teslim ettikleri kazançlarını bir kesede toplamış olarak ortaklaşa kullandılar. Şalvarlı ve yanlarında bıçak taşıyan Ahi’lerin, birbirlerini tanımaları, yardımlaşmaları için başlıklarına ak bir şerit taktıkları görülürdü, içlerinden biri saldırıya uğrarsa hepsi onun yardımına koşsun diye. Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında, özellikle Sultan Osman ve Orhan dönemlerinde Ahi’lerin, devlete büyük yardımları oldu. Anadolu’da düzeni sağladılar. I. Murat, Ankara kalesinde, onlara bağımsızlık bile tanıdı. Sonradan bu kaleyi onlar, yine kendi elleriyle Osmanlılara bıraktılar. Osmanlılar, kuvvetlenince, bunların gücünden ürkmüş ve siyasal düzenlerini ortadan kaldırmıştı.

Ezilenleri koruyan, ezenleri cezalandıran, toplumsal düzenin kardeşlik, hoşgörü, yiğitlik ve kahramanlıkla sağlanacağına inanan Ahilerin şu dört ilkesine dikkat edilmelidir. Türklüğün ve İslâmlığın şanına ne kadar uyuyor:

1. Güçlü iken bağışlamak,

2. En öfkeli anında bile yumuşak davranmak,

3. Düşmanına bile iyilik etmek,

4. Kendi muhtaçken başkalarına verebilmek[4].

Horasan ehlinin ulularındanken 1270 yılında Anadolu’ya geldiği bilinen Hacı Bektaş’ın ruhî oluşumuna katkıda bulunan etkenlerin en önemlisi Melâmilikti. Horasandayken, karakter yapısı Türk ve insancı olan bu tarikatten etkilendiği kesin olan büyük velî’nin kimliği üzerinde bugüne kadar yapılan araştırmalardan, onu bektaşiliği, yani yeni bir tarikati kurmuş gibi gösterenlerin yanılmaktadır. Ne var ki, kendisinden esinlenerek kurulan Bektaşîlik’te de Melâmilik’ten yüce pir’e, yansımış ortak özellikler bulunmaktadır. Orta Asya’da bir Türk soyundan geldiği kesin olan Hacı Bektaşi Veli, Hazret-i Muhammed soyuna ve özellikle Hazret-i Ali ye bağlılığı dikkate alınarak Hazret-i Ali’ye kadar dayandırırlar. Bektaşîlerin soy sopunu kaleme alan Silsilenâmelerde, Bektaşîlerin silsilesi, yüce pîre gelene kadar şöyle sürdürülür:

Hasan-ı Basri, Habib-i Acemi, Davûd-i Tâî, Ma’rûf-i Kerhî, Şeyh Sırrı-i Sakati, Cüneyd-i Bağdadi, Abû Alî Merâgi, Şeyh Abû Ali Hassan, Şeyh Abû Hasan Mağribi, Şeyh Abû Kasım’ol Gurgaanî, Şeyh Abol Hasan Harkaani, Şeyh Abû Farmidi, Fadl İbn Muhamedd Tûsi, Hoca Ahmed Yasevi, Hoca Yusuf Hemedâni, Şeyh Lokman ül Horasanî, Esseyyid Muhammed Bektaş-ı Veli ibn-i İbrahim üs sani”. Biraz nefeslendi burada Arabacı İsmail ve sözlerine devam etti “Hacı Bektaş bir tarikat piri değil, bir Allah ulusudur, bir Tanrı velisidir. Bir tarikat kurmuş olsaydı bile onu yine başımızda taşıyabilecektik. Ne var ki Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi, Bistamlı Bayezid nasıl bir tarikat kurmayı düşünmemişlerse, nasıl kendilerini en yükseğe yüceltecek olan veli derecesini, dinsel bazı tören ve âyinlerle daraltamayacaklarsa ve nasıl tarikatın çerçevesi içine sığamayacaklarsa Hacı Bektaş için de durum tıpkıdır. Tarikat ki, şeriatin dışında değil, içindedir de, onun dar yorumcularının, zaman zaman karşısındadır. Allah’a akılla, ilimle, hür bir görüş açısı içinde bağlanmak, sonra aşk adını verebileceğimiz iki çift kanatla ulaşmaktır. Hacı Bektaş’da ufukları dar, çıkarcı, korkutucu, yüz yıllardır cehennemi öneren birçok din hocasının yanında değildir. Gerçi Tanrı sevgililerinin pek çoğu, hoşgörüyü, tadamadıkları aşkı, ulaşamadıkları Allah’ı İslâm’da çizdikleri yol olan tarikatlerde bulmuşlardır[5].

Ama bu özgür, sevda dolu hava, bir Hacı Bektaş’a, bir Mevlânâ’ya yetemezdi. Hacı Bektaş’a bağlanan, kendisinden bölümler bulunduğu kesin olan Vilâyetnâme’yle Makaalât’ın satırlarını dikkatle inceleyelim” dedi Arabacı sonra anaya seslendi. “Hanım Hacı Bektaş’ın kitaplarını kapta gel” Ana iç odadan getirdi. Şu sıralar Ankaralı yatağın başucunda bulunduruyordu.

“Bunlarda, yüce Hünkâr’ın, ısrarla şeriat hükümlerine bağlılığına işaretler var”.dedi. Sonra okumaya başladı “Çün salât ve selâm ol Resûl’ullah hazretine ve âline olduktan sonra ol esrar dolu ve lâtif sözlü ve güler yüzlü, Makaalât ıssı” denilip Peygamberimize ve soysopuna selâmdan sonra “sözleri gizemli ve yüzü hoş ve güleç olan” Makaalât sahibinin, en büyük özelliğine; şeriat soyundan gelmişliğine ve şeriatın yüz suyu olmasına değinilir. Arapçada sözlük olarak şeriat, halkın ırmaklardan su aldıkları yerdir. Yazılışındaki iki anlamı da kapsamak üzere Hacı Bektaş için “Şeriat soyu” ya da “Şeriat suyu” denilmesi anlamlıdır. Aynı kitapta, daha sonra Hacı Bektaş’ın, büyük Hünkârın görüşleri açıklanır. “Önce topraktan, ikinci olarak sudan, üçüncü ateşten ve dördüncü yelden yaratılan dört topluluğun Allah’a kulluk edenler olduğu ve yelden yaratılan dördüncü türün Şeriat Milletleri” olduğu açıklanır. Yüce Hünkârın her görüşünün Kur’ân hükümlerine dayandığı anlatılır. Böylece Kur’ân’la birlikte açıklamalarını sürdürdüğü anlaşılmış olur. “Makaalât” Allah’a kulluk edenlerin görevini ise şöyle açıklar:“Abidlerin tâatleri namaz ve oruç ve zekât ve hac ve gazâ’dır.” Hacı Bektaş’ın Makaalât’ı Kur’ân’la birliktir. Ve Kur’ân âyetlerine dayanan yorumlara yer verir. Şerh-i Besmelede büyük Veli şöyle demektedir: “Ve bâd ben zaif kim bu kitabı kıldım ve ol şeriat hükümlerinin sırlarından bir şemme beyan ve takrir kıldım.” (Daha sonra ben zayıf ve âciz bu kitabı yazdım ve şeriat hükümlerinin sırlarından bir koku verdim, anlattım.”

Vilâyetname ise şöyle başlar: “Sonsuz şükür ve teşekkür ve yine sonsuz hamd ediş ve övgü, o benzeri bulunmayan, biricik ve tek yüce esirgeyici, evrende var olanların hepsini yaratan padişaha olsun ki!..” Ve sonra kitap kendi diliyle şöyle sürer: “Nakildir ki (anlatılır ki), Hazret-i Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî (Kaddes’Allahü sırreh’ulaziz) ol tarihte ve ol günde, ol saatte işrak (sabah) namazın edâ edip seccade üzerinde oturmuştu. Mübarek başını kaldırıp halifelerden yana teveccüh edip (dönüp) Sarı ismail’e eyitti (dedi).” Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli olarak da anılan “Vilâyetname”, türlü kâtipler eliyle 18. yüzyıl sonlarına kadar enaz altı kez yazılmış, taş basması yapılmıştır. En eski yazması, Hacı Bektaş türbesinde ki nüshadır. En eski Vilâyetname’nin 14. yüzyıl sonlarında yazıldığı ve Bektaşî tarîkatinin kurulduğu sıralarda kaleme alındığı anlaşılıyor. Bu en eski Vilâyetname’de türbenin kubbesini kurşunla kaplatan II. Bayezid’e manzum bir övgü de bulunduğuna göre, eserin, Bektaşiliği kurduğu anlaşılan Balım Sultanın posta geçişinden de önce yazıldığı anlaşılmaktadır. II. Bayezid döneminde yazıldığına göre 14. Yüzyılın sonlarında kaleme alındığı anlaşılmaktadır[6].

Birinci bölüm, Hünkâr’ın yaşamını, söylentilere göre dile getirir ve yüce Pîrin, sanı İbrahim’ussâni olan Seyyid Mehmed’in oğlu olduğunu açıklar. Sonra baba soyu açıklanır ve Hazret-i Muhammed’e kadar giden bu soysop uzanışı, Hacı Bektaş’ın seyyidliğine, yani Peygamber soyundan geldiği görüşüne dayanır. Bunu izleyerek eser Harûn-ar Raşid’in emriyle Bağdat’ta şehid edilen on iki imam zümresine dâhil, Musa Kâzım’dan ve soyundan söz eder.Vilâyet name, katkısız Türkçe anlatımlarla sürerken Hacı Bektaş pirin babası olarak nitelenen Sultan İbrâhim’in, Hatem Hâtûn’la evliliği, Hâtem Hatun’un yıllar sonra hâmile kalarak bir erkek çocuk dünyaya getirdiği dillendirilir:

“Müddet tamam oldu, bir oğlan dünyaya geldi. Yüzü de ayın on dördüne benzer. Pes, Şâdlıklar eylediler. Mübarek Esed’in (arslan) andını Bektaş verdiler. Burada rivayet çoktur. (Bu konuda söylenen çoktur.) Çün kim haml (gebelik) müddet tamam oldu, ol gece Hatun, döşekte yaturken rüyasında gördü ki kendüden âsânlık ile (kolaylıkla) bir oğlan vücuda gelmiş..” Şu bir kaç cümleden anlıyoruz ki Hacı Bektaşın öyküsü de sevgi abartmalarından, eklemelerinden, halk öykücülüğünden kurtulmuş değildir. İçinde pek çok gerçeklerin de bulunduğundan kuşkumuz bulunmayan Vilayetname, doğum bölümünü bağlarken küçük Hacı Bektaşın, annesi Hâtem Hâtûn’dan süt emmediğini, altı aylık olunca şahadet parmağını kaldırarak: “Eşhedü en lâ İlâhe İllâ hû. Vahdehû lâ şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühû ve eşhedü enne Aliyyen veliyullah” dediğini anlatır. Vilâyetname’nin bundan sonraki bölümünde babası Sultan İbrâhim’üsnâni’nin, Hacı Bektaş’ın eğitimine verdiği önemden söz edilir. Türkistan’daki en büyük Pîr Ahmed Yesevi’nin halîfelerinden olan Lokmân-ı Perende’nin üstün zekâlı Hacı Bektaşın hocası olduğa açıklanır. Vilâyetname, Hünkâr’ın, Rumeli’ye (Anadolu’ya) geçişini, orada toplanan velilerin kendisini çekemeyerek Anadolu’dan uzaklaştırmak istediklerini, en sonunda hepsinin de onun yüceliğini benimseyerek birlik halinde çevresinde toplandıklarını açıklar. Hacı Bektaş’in, Suluca Karahöyük ilçesini (bugünkü Hacı Bektaş) kendisine yerleşme yeri seçtiğini, buradan çıkarak zaman zaman köylere gittiğini, Anadolu’da Türk birliğinin, Türk dilinin korunmasına çalıştığını, Karaman oğlu Mehmet beye, “sarayda, okulda, her yerde Türkçe yazılıp Türkçe konuşulması” gerektiğini emreden bildiriyi yazdırtacak kadar Türk diline derin ve çok anlamlı bir önem verdiğini anlatan eser, onun bir çok kerâmetini, türlü Baba’larla kurduğu yakınlığı, Sarı Saltuk ve Huy Ata’nın, onun hırkası altına girdiklerini, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi ile, Sarı İsmail’in aracılığı sonucu haberleştiklerini, Ahi Evren’le dostluğunu, Anadolu Selçuk Türklerinin hükümdarı Sultan Alâaddin’in, Hacı Bektaş’a olan inanç, sevgi ve güvenini işler. Ayrıca Hacı Bektaş ilçesinden doğup yayılan, Tanrı nuru ile bezenmiş, Peygamber soyundan gelme Hacı Bektaş nuru ve öteki Tanrı ermişlerinin Türk ve İslâm birliğini korumak için halkı nasıl yalın inanç, yalın kılıç kıldıklarını gözlerimiz önüne serer.

Bu arada, Sultan Alâaddin’e, Osmanlı devletinin kurucusu (Sultan Osman) için beslediği ilk güven ve sevgi duygusunu Hacı Bektaş’ın telkîn ettiğini belirten Vilâyetname’de, başta, kolu açık Hâcim Sultan ve Resûl Baba Pîr Ebî Sultan ve Sarı İsmail olmak üzere, halifeleriyle olan ilişkileri belirtilir. Ve son bölümde de Hacı Bektaş Hünkârın ölümü ve o anda Sarı İsmail’in hazır bulunuşu, yüce Pir’in vasiyyeti anlatılır[7]”. Durdu. “E oğul sen ne dersin bu okuduklarıma”.  “Hoş şeyler söylersin baba; menkıbelerimiz halkın muhayyilesinde tarih şuuru ve irfanî bir hafızaya katkıda bulunabilir. Fakat sizin de ifade ettiğiniz gibi Hacı Bektaş”  tarikat kurmamıştır. Gel gör ki yıllar içinde kurulmuş kurumlaşmış. Sonra yeniçeri ocağının kapatılması ile onlarda etkilenmiş. Devlet ve ordu dini kurumları kendi yönetimine karıştırmamalı; onlarla arasında dengeli bir saygı olmalı ve uzak durmalı değil mi? babam,.”Elbette oğul, başkası uygun düşmez; üstelik dinimiz asla ruhbanlığa yer vermez. Dolayısıyla din adına çıkmış kişilere temkinle yaklaşmak gerekir” Mustafa Kemâl “baba, yıllardır dinimizi tetkik eder incelerim asla teokratik bir devlet yapısı ve ordu yapısı teklif etmez. Hukuk sistemine dayalı bir devlet ister.” Dedi.  İnşaAllah kuracağımız Yeni Türk Devletin esaslarını şöyle özetleyim diyerek sözlerini sürdürdü: Millî Hakimiyetin suistimal edilemeyeceği, adaletin, ölçünün ve dengenin korunduğu bir devlet yapısı:  “1. Kuvvetin kanunda toplanması, 2. Adalet, 3. Danışma, 4. Liyakat, 5. Sosyal Dayanışma[8]. Mutlaka buna inanç hürriyetini ekleyeceğiz. Doğuştan haklar ve hürriyetlerle donatılmış insanoğlunun hayatında inanç hürriyeti çok önemli bir yer tutar. Tarihin en kanlı günleri bu hürriyet uğruna doğup batmıştır. İnsanlığın en köklü felâketi olan inanç hürriyetsizliğini İslâmiyet sona erdirmiştir. Çünkü bir kimseye zorla İslâmiyet’i kabul ettirme hakkı Hz. Peygamber’e bile tanınmamıştır. “Sana sâdece tebliğ etmek görevi düşer.” “(Ey Muhammed) sen öğüt ver, sen sâdece bir öğütçüsün, onlara zor kullanmaya gönderilmedin[9].” “Eğer Rabbin dileseydi onları tek bir ümmet yapardı, ama Rabbinin merhamet ettikleri bir yana, insanlar ihtilâf etmekte devam etmektedirler, Allah aslında onları bunun için yaratmıştır.[10]” “De ki. O (Kur’ân) Rabbinizden (gelen bir) haktır. Artık dileyen imân etsin, dileyen inkâr etsin.[11]” “…Peygambere âit olan (vazife) apaçık tebliğden başkası değildir” “Gerçek, biz ona (doğru) yolu gösterdik, ister şükr edici (olsun o), ister nankör (kâfir).[12]” Allah tevhid delillerini özüre yer bırakmayacak şekilde tam ve yeterli olarak sıraladıktan sonra şöyle buyuruyor: “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, imân ile küfür apaçık meydana çıkmıştır[13]

Bir başka âyette de aynı hürriyet pekiştirilmektedir: “De ki: Ey insanlar, size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık hidayeti kabul eden ancak kendi faydası için kabul etmiş, sapıklık eden de yalnız kendi zararına sapmış olur. Ben sizin başınızda bekçi değilim[14]

İnanç hürriyeti İslâm’ın metodunda da bulunmaktadır. O; insana hâkim olmak için, zor ve baskıyı bir vâsıta olarak kullanmaz. Zorlamak gayrı meşrûdur. Dâvet etmek ise meşrûdur. Dâvet konusunda Kur’ân’da şöyle buyuruluyor: -“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğüt ile çağır, onlara karşı en güzel (metod) ile mücâdele et[15].”  İslâmiyet insanın aklına, gönlüne, fikrine hitâp eder. “Hakikat, göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardından gelişinde temiz akıl sahipleri için elbet ibret verici deliller vardır[16].” Bir başka âyette de hayâtın değişmez kanunu insana hatırlatılarak, o düşünceye sevk edilmek isteniyor: Onlar (Allah’ın) yarattığı herhangi bir şeye, belki ecellerinin yaklaşmış olduğuna da bakmadılar mı? Artık bundan sonra hangi bir söze İnanacaklar ki!” Şu âyetlerden de İslâm’ın ikna metodu iyice belli olmaktadır: “(Ey Muhammed), eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki; biz seni onlara bekçi göndermedik, sana düşen sâdece tebliğdir[17].”Ey Muhammed! De ki, bakın göklerde ve yerde ne var” “Bunu ancak akıl sahipleri hatırlar” Anlayabildiğimiz kadarıyla hayatta her şey zıddı ile anlam kazanmaktadır. İmân ile küfür de hayâtın bu kanununda yerini bulmaktadır:

“Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki kimselerin hepsi, topyekûn elbette imân ederlerdi Böyle iken sen hepsi mü’min olsunlar diye insanları zorlayacak  mısın[18].”

Dinde zorlamanın faydası yoktur. Çünkü; zorlamakla en fazla insanın dış dünyâsına hâkim olunur. Halbuki İslâmiyet; insanın daha çok iç dünyasını, iç zenginliklerini hedef almaktadır.

Yahudiler anlaşmazlıklarını kendi aralarında çözemediklerinde Hz. Peygamber’e getirdiklerini, Resûlullah’ın da onların anlaşmazlıklarını, İslâmi esaslara göre değil de, kendilerine has hukuka dayanarak çözdüğünü İslâm târihinden bilmekteyiz. Resûlullah diğer toplumlarla yaptığı bütün andlaşmalarda da din hürriyetini te’minât altına almış, hiç kimsenin dininden zorla döndürülemeyeceğini belirtmiş ve bu husûsta kumandanlarına tâlimât vermiştir. Hz. Peygamber’in bu uygulamasını, Necrânlılar’la yaptığı anlaşmalarda da görüyoruz: “Necrân ahâlisi ile onlara tâbi olanların canları, malları, arâzileri, aşiretleri, hazır bulunanları ve bulunmayanları, ibâdetleri, ibâdethâneleri, gerek az olsun, gerek çok olsun ellerinde bulunan her türlü eşyâları, Allahü Azimü’ş-şân’ın yanında ve Peygamber’i Muhammed Resûlullah’ın (S.A.V.) zimmetindedir. Âyin ve mezhepleri her ne olursa olsun, metropolit ve râhipleri tarafından icrâ olunur. Hiçbir kimse tarafından değiştirilemez, engel olunamaz”[19].

“Baba, Balkanlardaki hocalarımın ve okuduklarımın da katkısı ile hep birlikte hep beraber kuracağımız Türk Devleti’nin olmazsa olmaz şartlarından biri lâik devlet anlayışı olacaktır. Şöyle özetleyim sonra müsaade alayım, vakit geç oldu”. “Lâiklik, din hürriyetini ve bundan doğan vatandaş hakkını korumaktır[20]. Devlet lâik ise din hürriyetini ve dindar vatandaşı her çeşit tecavüze karşı korumak zorundadır. Yoksa lâik kelimesi, meşrutiyet devrinde tefsir edildiği gibi lâdini(dinsiz) mânâsına gelen bir kelime değildir. Şu halde, lâiklik konusu zaruri olarak şahsın din hürriyeti ile devletin otorite ve hukuku arasında bir karşılaştırma yapmamızı ve bir neticeye varmamızı gerektirmektedir. Madem ki lâiklik, cemiyet halinde teşkilâtlanmış olarak yaşayan insanlar için, her türlü tecavüzlere karşı korunması zaruri olan din hürriyeti mânâsına gelmektedir ve madem ki, bu hürriyeti koruma hususunda en yüksek merci ve otorite, devlet mercii ve devlet otoritesidir, dini hükümler (ibadetten başka) sosyal muamelâta da şâmil olduğu cihetle, dini hükümlerle devlete ait (dünyevi müeyyideleri ihtiva eden) kanunlar çatıştığı takdirde, devlet bizzat kendisi lâikliği nasıl garanti altına alabilecek ve dini hakları her türlü tecavüzden nasıl koruyabilecektir?

Bu mesele bizi zaruri olarak, din, devlet ve hukuk mefhumları üzerinde durmaya sevk etmektedir. Hukuk, Türk hukuk literatüründe çok eskiden beri benimsenmiş bir anlayışa göre cemiyet fertlerinin muamelelerinde tatbike mecbur oldukları (yani dünyevî bir müeyyide ile uymak mecburiyetinde bırakıldıkları) kâidelerin bütünü olarak tarif edilirse[21] lâikliği “din hürriyetinin ve bundan doğan vatandaş haklarının devlet tarafından korunması” diye tarif ediyoruz ve madem ki bu kudreti, bu selâhiyeti ve bu vazifeyi taşıyan devletin aynı zamanda bizzat hukuk inşa etme fonksiyonuna da sahip bulunduğunu biliyoruz, bu takdirde, zihinlerimize takılması muhtemel olan soruları şöylece sıralamamız gerekecektir:

1. Cemiyet devamlı olarak gelişme halinde olduğuna göre gelişen sosyal münasebetleri (değiştirilmesi her zaman mümkün olan) hukuki mevzuatla değil de, dinin tesbit ettiği kâidelerle nizamlamaya kalkarsak din ve devlet uyuşmazlığı ne gibi neticeler verebilir?

2. Bu neticelerin zararlı olabilecek mahiyeti karşısında dinin, resmi kanunlara ne mânâda temel teşkil ettiğinin tefsiri hususunda söylenebilecek sözler nelerdir?

3. Eğer böyle bir tefsir imkânı ve böyle bir elâstikiyet İslâm’ın bizzat kendisinde mevcutsa, bu mevcudiyeti ispat eden sosyolojik ve tarihi deliller nelerdir ve şimdiye kadar bunlar niçin yeterince dikkate alınmamıştır?

Böyle bir öz, İslâm’ın bizzat kendisinde mevcut olup, İslâm’a her devrin lâik hukukuna (bir mânâda) temel teşkil edebilecek bir iç kuvvet (veya temel kuvvet) karakteristiğini bahşediyorsa, bu kuvvetin ne mânâda temel teşkil etmekte olduğunu ve bu bakımdan lâiklik prensibinin ifade ettiği önem itibariyle İslâm cemiyetleri ile İslâm’ın dışında kalan cemiyetler arasındaki farkın neden ibaret bulunduğunu dikkatle anlatmamız gerekecektir”[22].

Arabacı İsmail “Paşam bu söylediklerini teyit olması için şunları ekleyim: Büyük fıkıh öncülerinden biri olan Kadı Abdülcehbar (ölm. 415/1025) ünlü eseri el-Muğnî’de, önce, akıl ile vahiy ilişkisinin dayandığı, tüm Müslüman düşünürlerce tekrarlanan şu ilkeyi belirliyor: “Akıl ile vahyin kaynağı birdir, Allah’tır; dolayısıyla bu ikisi çelişip çatışmaz. Eğer çatışır gibi bir görünüm ortaya çıkarsa akıl esas alınır, vahyin verileri akla uygun hale getirilmek üzere tevil edilir.” [23] Abdülcebbar bu temel ilkeden hareketle şöyle diyor: “Akıl ile zaten bilinebilecek hükümleri dine izafe etmek gerekmez. Vahiy olmasaydı bilinemeyecek hükümler olan ibadetler ise akla havale edilmez. Akıl bunların hikmet ve maslahatlarını bilemez.[24] Bu anlayışın zorunlu sonucu olarak Abdülcebbar, dinsel deliller sıralamasında ilk sıraya aklı koymaktadır. Kuran ikinci sırada, sünnet ise üçüncü sırada yer alıyor. Abdülcebbar’ın akıl-vahiy ilişkisinden çıkardığı sonuçların bundan sonrası, geleneğin saldırısına uğramaktadır. İşte bir tanesi: Abdülcebbar’a göre, aklî alanda yani ibadet ve iman alanı dışındaki konularda peygamberleri örnek almak gerekmez. Hatta böyle bir şey isabetli, sağlıklı da olmaz…[25]

Abdülcebbar’a göre, iman ve ibadet alanı dışındaki konularda, yani muamelâtta, Kur’an ayetleri aklın verileriyle hükümden düşürülebilir. Abdülcebbar’ın kendisinden yaklaşık yüz yıl önce ölmüş bulunan selefi İmam Mâtürîdî (ölm.33/944) de aynen böyle düşünmektedir. Mâtüridi, “Te’vîlâtü’l-Kur’an” adlı eserinde, Kur’an’ın muamelât hükümlerinin içtihat ile neshedilebileceğini (hükümden düşürülebileceğini) söylemekte ve örnek olarak da Halife Ömer’in, müellefetü’l-kulûba zekâttan pay verilmesini emreden Kur’an ayetini “Bugün böyle bir şeye ihtiyaç yoktur” diyerek askıya almasını göstermektedir. Tüm bu akılcı yaklaşımlar, Mâliki fakîhı Necmuddin et-Tûfi (ölm.716/1316) tarafından bir fıkıh ekolüne dönüştürülerek şu cümle ile belirtilmiştir: “Muamelâtta hükümler maslahata (kamu menfaatine) göre belirlenir; bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir; tüm zamanları bağlamaz…” İnsan hayatının muamelât kısmıyla ilgili olarak, senin anlattığın laikliğin talepleri, yukarıda adları geçen ünlü fakîhların, özellikle Tufî’nin söylediğinden hiç farklı değildir. Ne yazık ki, Tûfî ve benzer fukaha, geleneksel zihniyetlerin engelleri yüzünden vaktinde hayata geçirilememiştir. Ve bunun sonucu, İslam dünyasına çok ağır bir faturanın çıkması olmuştur”[26].

“İslâm dünyasında, İmam Mâturâdî ve Tufî’nin fikirlerini ilk kez hayata geçirme başarısı inşaAllah sana nasip olur Paşam”. “Allah razı olsun baba” dedi Mustafa. “Dualarınızı Türk Milletinden, insanlıktan ve tüm varlıktan eksik etmeyin” “Amin oğul amin” Mustafa Kemal bu arada göz ucu ile anaya baktı uyamaya başlamıştı. Arabacı İsmail sabaha kadar sohbet etseler o haliyle yorulacağa benzemiyordu. Fakat kendisi hafiften yorgunluğunu hissetmişti. Arabacı, anaya seslendi “Kalk Paşa gidiyor! Hanım dapıldayıp (yarı uykulu) durma.” Paşa her ikisinin ellerini büyük bir nezaketle öptü. Gözlerinden uyku akıyordu bunu ayağa kalkınca hissetti. Aniden hiç yapmadığı bir şey yaptı ve “Baba” dedi “beni eve bırakabilirmisin? Yorgunum” Ankaralı İsmail ve ana sessizce bir birlerine suçlu gibi baktılar. Mustafa Kemâl ne hata yaptığını anlamadı. Ama bir çam mı devirdim yoksa diye düşündü. Ankaralı Arabacı İsmail yarı üzgün “oğul bizim atı kaybettik, anada ben de çok üzüldük, nafile” O an Mustafa Kemâl’de diyecek söz bulamadı. “Peki baba kusurumu bağışla bilmiyordum”. “Estağfurullah[27] Paşam senin ne suçun olabilir” “Ah baba ah” dedi “Vatan gitti: Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu” “Anadolu’muza da yedi düvel yeniden saldırıyor, sırtlanları saldırtıyor” “Analarımız, kızlarımız oğullarımız, kuzularımız, atlarımız perişan hepsinin acısını yüreğimde hissediyor omuzlarımda taşıyorum. Manastır’da Ak Hoca bize bir Cuma günü Hz. Ömer’in “Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa koyunu, Gelir de adl-i ilâhi Ömer’den sorar onu!” diye anlatmıştı. Bunu duyduğum cumanın akşamında yatakta sabaha kadar ağlamıştım. Günlerce o sözün etkisinden kurtulamadım. Yüz yıllardır o sözle devlet ricali olarak imtihan oluyoruz”. Dedi. Gözleri nemlendi.

 

 

 


[1] Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler, Bilgi yayınevi, Ankara, 2005.

[2]Sözün aslı “Amma ben Fatih’in devrinde yaşasaydım reyimi (oyumu) tereddütsüz ona verir ve onu reisicumhur (cumhurbaşkanı) seçerdim.”

[3] Rüşdü Şardağ, Her Yönü ile Hacı Bektâş-ı Veli ve Şerh-i Besmele, İzmir, 1985, s. 49.

[4] Rüşdü Şardağ, a.g. e.,s. 53.

[5] Rüşdü Şardağ, a.g.e.,s.65.

[6] Rüşdü Şardağ, a.g.e.,s.67.

[7] Rüşdü Şardağ, a.g.e.,s.68-69.

[8] Mehmed Niyazi, İslâm Devlet Felsefesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul,1989, s.187.

[9] Gaşiye/21-22.

[10] Hud/118-119.

[11] Kef/29.

[12] İnsan/3.

[13] Bakara/256.

[14] Yunus/108.

[15] Nahl/125.

[16] Al-i İmran/125.

[17] Şuara/48.

[18] Yunus/99.

[19] Mehmed Niyazi, a. g. e.,s. 179-183.

[20] Bk : Ali Fuat Başgil, Din Nedir ve Din Hürriyeti, Fakülteler Matbaası. İstanbul, 1954. Nakleden: Prof. Dr. Âmiran Kurktan, Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik, Kutsun Yayınevi, İstanbul, 1977, s. 168.

[21] Ahmed Şuayip, Hukuk-u İdare, 1912, s. 5. Nakleden: Prof. Dr. Âmiran Kurktan, a. g.e., s.168.

[22] Prof. Dr. Âmiran Kurktan, a. g. e., s. 171.

[23] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an VerileriAçısından Laiklik, Yeni Boyut, İstanbul, 2003, s. 52. Kadı Abdülceb-bar; el-Muğnî. 8/280.

[24] Yaşar Nuri Öztürk, a. g.e., s.52. Kadı Abdülceb-bar; el-Muğnî. 15/26. 17/102.

[25] Yaşar Nuri Öztürk, a. g.e., s.52-53., Kadı Abdülceb-bar; el-Muğnî., 17/270.

[26] Yaşar Nuri Öztürk, a. g.e., s.53.

[27] “Allah’tan af ve mağfiret isterim” manası ile dua olup ikram ve saygı  gösterisine karşı dahi tevazu için ve sanki o sözle günaha girilmiş de istiğfar olunuyormuş gibi söylenen nezaket kelimesidir.


 
Yazar
Hilmi ÖZDEN

Prof.Dr. Hilmi Özden, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynı üniversite Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Kurucu Müdürü de olan Özden, Türk kültürü ve medeniyet çalışma... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen