Yüzbaşı Nakiyüddin Bey öğrencilerinin Fransızcasının ilerlemesi için elinden geleni yapıyordu. Onlara edebiyat eserlerini sevdirerek bu işi çözebileceğini biliyordu. Fransız yazarları tanıtıyor ve eserlerini okutuyordu. O gün romantizm akımından bahsedecekti: “Çocuklar” dedi. “Bilindiği gibi”, “Romantizm, XIX. yüzyılın başından ortalarına kadar olan yarım asırlık dönemde hemen hemen bütün Avrupa’da hâkim olan sanat/edebiyat akımıdır. Romantizmin düşünce temeline baktığımızda ise, karşımıza Diderot, Montesquieu, Voltaire, J.J. Rousseau gibi XVIII. yüzyıl Aydınlanma Çağı filozofları çıkar[1]”Bu akımın sanat/edebiyattaki ilke ve nitelikleri özetle şunlardır”[2]:
Hürriyet: Büyük ölçüde ihtilâl ortamının sanat/edebiyat alanındaki yansıması olan romantizm akımının ilk niteliği ve ilkesi hürriyettir. Nitekim büyük romantik Victor Hugo, romantizmi, “Edebiyatta olan Fransız ihtilâli’dir.” veya “Edebiyatta liberalizmden başka bir şey değildir.” şeklinde değerlendirir. Yani mevcuda isyan ve hürriyet. Romantikler, hürriyet konusunda o kadar ileri giderler ki, edebî türlerin ayrımını bile reddederler. Onların sanat dünyasına hâkim oldukları dönemde trajedi ve komediden başka dram türünün ortaya çıkıp büyük rağbet bulması, şiirle nesrin birbirine yaklaştırılması, romanın büyük değer kazanması, bunun açık delilidir. Kısacası romantikler, gerek sanatta, gerekse sosyal hayatta isyankâr ve ihtilâlcidirler. Ne sanattaki mevcut değer ve düzeni ne de toplumun değer ve müesseselerini kabul ederler. Bütün değerleri yıkarak bunların yerine insan tecrübesinden doğmuş yeni değerler koymaya çalışırlar. Bu açıdan romantizm, her türlü doğmaya karşı bir tecrübe doktrinidir; bu doktrinde de toplum değil, fert esastır[3]. Mustafa Kemâl ve sınıf arkadaşları Yüzbaşı Nakiyüddin Beyi çıt çıkarmadan dinliyorlardı: “Batı edebiyatlarında romantizm, felsefede hümanizm, ekonomide liberalizm ve köktenci ferdiyetçiliktir. XIX. yüzyılda romantik akımla insan, evrenin merkezi olmuş, Tanrı merkezli evren fikri yıkılmış, insan ahlâkî değerlerin hem kaynağı hem de ölçüsü olmuştur. XIX. yüzyılın romantizmi, kültür ve medeniyette Hıristiyanlık sentezini yetersiz bulup neoplâtonik felsefeyi kendisine mit olarak seçmiş mistik bir akımdır. Ancak romantikler, nihaî gerçeği öğrenmede sezgiyi seçmekle beraber, maddeyi ve insan hayatını inkâr etmemişlerdir. Klâsik dinlerin cennet ve cehennem kavramlarını zaman ve mekâna taşıyan romantikler, mistik oldukları hâlde, edebiyatta insanı tanrılaştıran ilk dünyevî akımın öncüleri olmuşlardır. Romantizmin söz konusu hürriyet prensibi ve ihtilâlci karakteri, hiç şüphesiz bağlı olduğu Tanrı, tabiat ve insan düşüncesinden kaynaklanır[4].” Burada Yüzbaşı Nakiyüddin Bey Mustafa Kemâl’e döndü “oğlum Fransız edebiyatındaki romantizm akımı için “Hürriyet” özelliğini en iyi anlatan hangi şiiri misal verebilirsin?” Küçük Mustafa Kemâl tereddüt etmeden Alfred de Vigny’in La Mort du Loup”(Kurdun ölümü) hocam dedi.
La Mort du Loup’u anlatır mısın Kemâl? “Tabiî ki Hocam”, gözleri doldu, Zübeyde Hanımın kendisine bebekliğini anlatmasını hatırladı. Bebek Mustafa ağladığında annesi beşiğe eğilir: Anadolu türküleri söylerdi. Sonra şefkatli ses tonuyla “uyu yavrum” “uyu benim Bozkurdum” derdi[5]. Bir an daldığı hatıradan kendine geldi ve La Mort du Loup’u anlatmaya başladı.
“Kurdun Ölümü”Şair bu şiirinde bir kurt avındaki serencâmını anlatır:
Şair, dostları, birçok asilzadelerle dağlarda bir kurt avına çıkar. Vakit gece, ıssız bir ay aydınlığı var. Alevlenmiş gibi yanan ayın üzerinden bulutlar geçiyor. Siyah ormanlar ufuklara kadar dayanıyor. Tabîatin böyle tenhâ bir saatinde avcılar birbiri ardından tüfekleri tetikte, yürüyorlar. Bir aralık avcıların kurt avlarında en ziyâde tecrübelisi yere yatıyor ve yerde taze tırnak izleri görüyor ve avcılara haber veriyor ki: Bu izler oradan biraz evvel geçmiş iki kurtla iki yavrusunun izleridir. Bütün avcılar hemen bıçaklarını hazırlıyorlar, tüfeklerini ve tüfeklerinin beyaz parıltılarını saklıyorlar. Ağaç dallarını ayırarak adım adım yürüyorlar, o sıra üç avcı duruyor, şair Vigny’de ne gördüklerini aranıyor ve birdenbire karşısında iki alev saçan göz görüyor: Kurt! Biraz ötede de yavruları ve gölgeleri raksa benzeyen bir kımıldanışla kımıldanıyor Kurdun yavruları sessiz sessiz oynuyorlar, yavru olmakla beraber bir kurt sevk-i tabiîsiyle biliyorlar ki düşmanları olan insanoğlu birkaç adım yakında pusudadır. Kurdun dişisi, bu tehlike karşısında, bir zamanlar Roma’nın banileri Romus ve Romulus’ü emzirdiği için Romalıların taptığı heykel gibi câmid duruyor.
Erkek kurt anlıyor ki bütün yollar kapalı, ric’at tarîki kesilmiş, geliyor, ön ayaklarının tırnaklarıyle kumluğa saplanarak çömeliyor, üzerine atılan köpeklerin en ziyâde cür’etkârca saldıranını seçiyor, o köpeğin gırtlağına dişlerinin bütün savletiyle sarılıyor, avcılar üstüne vîrâ ateş ediyorlar, vücûdunu delik deşik bir hâle sokuyorlar, bıçaklarım kurdun böğrüne üşürüyorlar. Lâkin kurt, demir gibi çene kemiklerini çözmüyor, köpeği bırakmıyor, nihayet köpeği gebertiyor. Kurt, etine kabzasına kadar saplı duran bıçaklarla çömelmiş kanlar içinde avcılara bir bakıyor. Avcılar tüfekleri tetikte, etrafını sarıyorlar. Kurt ağzından akan kanları diliyle yalıyor, avcılara bir defa daha bakıyor. Nihayet nasıl öldürüldüğünü bilmeğe tenezzül etmeksizin, iri gözlerini kapıyor ve hiç bir ses çıkarmadan ölüyor. Şair Vigny, bu maceradan sonra başını tüfeğinin namlusuna dayıyor, dişi kurtla yavrularının peşinden koşmağa karar veremiyor ve diyor ki: Eğer bu iki yavru olmasaydı o güzel ve kederli dul, erkeğini bu büyük imtihan karşısında yalnız bırakmazdı! Lâkin bir vazifesi vardı. O iki yavruyu dağlara kaçırmak, onlara orada açlığa tahammül etmeği ve şehirlerde bir lokma ekmeğe ve bir yatacak yere mukaabil insanın önünde av avlayan zelil hayvanların insanla akdettiği ittifaknâmeye hiç bir zaman dâhil olmamayı öğretmekti. Şair Vigny hikâyesinin bu noktasında kalmıyor ve felsefesinin bir cezbesiyle şiirini bitiriyor; diyor ki: “Hayattan ve bütün ıztıraplardan nasıl feragat edilir? Şu ulvî hayvanlar, yalnız siz biliyorsunuz! Yer yüzünde ne olduğumuzu ve arkamızdan ne bıraktığımızı bir kere iyice hesap ettikten sonra anlaşılır ki ulvî olan ancak sükûttur, maadası zaaftır.” Şair, kurdun o son bakışında ne demek istediğini anlıyor. Asîl hayvan, o son bakışıyle demek istiyor ki: “inlemek, ağlamak, yalvarmak hepsi zillettir. Kaderinin seni sevkettiği yolda uzun ve ağır vazîfeni dişini sıkarak îfâ et! Sonra da benim gibi hiç ses çıkarmaksızın ıztırap çek ve öl![6]“ “Sağol Kemâl, Fransız mekteplerinde sizin yaşınızdaki çocuklara şair Alfred de Vigny‘nin Kurdun Ölümü adlı bu şiiri okutulur ve ezberletilir” dedi Yüzbaşı Nakiyüddin Bey ve romantizmin özelliklerini anlatmaya devam etti: İnsan ve Gerçek: Romantizm, insanı aklı ve duygusu ile bir bütün olarak kabul etmiş, onun çeşitli melekeleriyle kavradığı gerçeğin bütününü sanat/edebiyatın özü yapmak istemiştir. Zira romantiklere göre, değerin kaynağı ve ölçüsü insandır ve insan evrenin merkezidir. Romantik sanatkâr, eserinde ifade edeceği gerçeği duyuları, duyguları, zekası, aklı, sezgisi ve hayal gücüyle; yani bütün benliğiyle kucaklamaya çalışır. Böyle bir gerçek, en objektif gerçektir. Bir başka ifadeyle, romantiklere göre sanat/edebiyatın özü, dinamik bir oluş içindeki insanın duygu ve ihtirasları; insanın duygu tecrübesidir. Sanat/edebiyat, coşkun duyguların sükûnet içindeki tefekküründen doğar. Söz konusu duygu ve ihtiraslar, öncelikle ferdîdir ve sanatkâra aittir. Ancak bu ferdîlik, onun evrensel olmasını engellemez[7]. Böyle bir anlayış, romantizmde sanat ve sanatkârın değerini görülmemiş bir biçimde yüceltilmesine sebep olur ve onu sanatın merkezine yerleştirir. Coleridge’ye göre şair; “Zamanla ebediyetin kesiştiği imtiyazlı anları yaşayan, bu anlarda ruhunun bütün melekelerini ve onların kazandırdığı çeşitli ve birbirine zıt tecrübe unsurlarını âhenkli bir bütün içinde ve hiyerarşik bir düzende birleştirebilen bir kişidir. Şair, duyu organları, duyguları ve zekasıyla edindiği ferdî tecrübeyi, aklı, sezgisi ve hayal gücüyle kavradığı evrensel tecrübeyi Tanrı’nın tekliğine erişip ilâhî aşkı yaşadığı zaman, organik bir bütün olan şiirde ifade edebilen kişidir[8].”
Shelley ise şaire çok daha yüce bir mevki tahsis eder ve onu toplumun lideri veya peygamberi seviyesine yükseltir. Romantiklere göre, çokluktan oluşmuş organik bir bütünlük olan sanat bir yaratmadır. Bu sebeple onlar, sonradan eğitim ve çalışma yoluyla elde edilen yeteneklerden ziyade sanatkârın doğuştan getirdiği yaratıcı dehaya önem verirler[9]. Sanat/Edebiyatın Amacı: Dinamik bir oluş içindeki insanın duygu ve ihtiraslarını veya insanın duygu tecrübesini sanat/edebiyatın özü olarak kabul eden romantizm, sanat/edebiyatın amacını da bu nokta üzerinde yoğunlaştırır. Hür sanatkâr, merkeze kendi ben’ini koyarak, insanın duygu tecrübesini, bu tecrübeden elde edilen yeni değerleri sanatın imkânları içinde dikkatlere sunacaktır[10]. Söz konusu temel düşünceden yola çıkan romantikler, uygulamada büyük ölçüde ferdî ve ferdiyetçi kalmışlar; sanatın okuyucu/ seyirci/dinleyici ile olan sıkı ilişkisini gittikçe gevşetmiş ve koparmışlardır. Zira onlar, bir dâhî, hatta bir peygamber vehmi içinde sanatını yaratma çabası verirken kendisiyle sınırlı kalmış, başkalarını ve toplumu önemsememişlerdir[11]. Bununla birlikte romantiklerin yer yer toplumcu oldukları da söylenebilir. Ancak onların toplumculuğunu klâsisizm ve diğer akımlardaki veya genel manadaki toplumculukla karıştırmamak gerekir. Romantik kişiliklerinin imkân verdiği ölçüde hayata ve topluma yönelen romantikler, Fransız ihtilâli’nin getirdiği fikirler demetini savunur ve bunların toplum hayatına mal olmasını isterler. Toplumun sahip olduğu problemler üzerinde durur, gördükleri olumsuzlukları eleştirirler, özellikle zavallılara, fakirlere, kimsesizlere, sakatlara yönelen merhamet ve acıma duygusu şeklinde müşahhaslaşan bu toplumculuk, 1830’lu yıllara doğru daha belirgin bir hâl alır. Aynı zamanda onlar, toplumun geçmişine ve geçmişin değerlerine büyük ilgi duyarlar. Bununla birlikte sanatın/ edebiyatın amacı, yine kendisi; yazar veya okuyucuya, gerçek hayatın vermediği bir dünya keşfetmektir[12]. Duygu/Santimantalizm: Romantizm, aklın kesin hâkimiyeti ve sanatkâra rehberliğini kabul etmez. Zira böyle bir tavır, insan gerçeğinin duygu, his yönünün inkârı demektir. Hâlbuki asıl insan gerçeği, çoğu zaman dışarıdan alınan ve şartlara göre değişebilen fikirlerde değil, ruhun derinliklerinden, belki zaman zaman şuuraltından gelen ve kolay kolay değişmeyen duygulardadır[13].
Millîlik: Romantiklerin bir başka özelliği millî ve millîyetçi oluşlarıdır. Onlar, bir taraftan içinde yaşadıkları çağın sosyal ve siyasî gelişmelerini izleyip geleceğe yönelirlerken, bir taraftan da kendi millî geçmişlerine (Orta Çağ) yönelirler. Söz konusu geçmişte yer alan kültür değerlerine, halk edebiyatına, folklora, mahâllî ve millî renklere büyük alâka duyarlar. Üstelik geçmiş, onlara aynı zamanda geniş hayal imkânı hazırlar. Aklın üstünlüğü ve gücüne inanan XVIII. yüzyıl insanına göre, kâinatın ve insan zihninin sırları çözülmüş, gizli kapaklı yanı kalmamıştı. Hayal gücü veya muhayyileye inanan romantikler ise, insanın iç ve dış dünyasına ait aklın kolayca çözemeyeceği sırlar sezmekteydiler. Böyle bir duyarlılık sonucu geçmişin; özellikle Orta Çağ’ın masal ve efsanelerine ilgi duydular. Sırlarla dolu, tabiatüstü niteliklere sahip olay, mekân ve insanlar üzerinde durdular. Diyebiliriz ki, romantiklerde güçlü bir geçmiş veya tarih duygusu vardır[14].
Hıristiyanlık (din) Duygusu: Romantiklerin dine karşı da belirgin bir ilgileri vardır. Ancak bu din, dogmatik Hıristiyanlık değil, insanın duygu dünyasına hitap eden ve duygularla kavranan hissî bir Hıristiyanlıktır. Onlar, panteizmi (Tanrı ile kâinatın tek varlık olduğunu iddia eden felsefî akım) Hıristiyanlıkla bağdaştıran bir Tanrı görüşünü benimsemişlerdir. Eserlerinde sık sık metafizik konular ve ürperişlerle karşılaşılır. Tabiat: Romantizmin ihmal edilemeyecek bir başka önemli tarafı, “tabiat’a bakışları; ona verdikleri değer ve anlamdır. Romantikler, gerek tabiata verdikleri anlam ve önem, gerekse eserlerinin muhtevasındaki yoğunluk bakımından, sanat/edebiyata yeni bir tabiat anlayışı kazandırdıkları gibi, tabiata geri dönüş sürecini de başlatmış oldular. Burada romantizmin tabiat kavramına yüklediği mana ile klâsiklerin yükledikleri mananın farklı şeyler olduğunu belirtmek isteriz. Klâsikle için “insan ruhu, mizacı, psikolojisi” demek olan tabiat, romantikler için “dış dünya, doğa” manasındadır. Tabiat, öncelikle hemen hemen bütün romantiklerin ve romantik edebiyatın ortak ve temel konularından birisidir. Onlar, bıkmadan usanmadan tabiata yönelir; kırları, ormanları, ağaçları, çiçekleri, kuşları, hayvanları eserlerinde anlattılar. Zira tabiat, eşsiz güzellikleri ile bulunmaz bir ilham kaynağıdır. İkinci olarak romantikler, sadece tabiatın güzelliği veya ihtişamını anlatmakla yetinmediler; tabiatı yeniden keşfettiler. Tabiata sanki dünya yeni yaratılmış, onlar da ilk görenlermiş gibi, yepyeni bir tecessüsle yöneldiler. Muhayyilenin yardımı ile tabiatın gözle görünmeyen özünü, ruhunu yakalamaya çalıştılar; onu yeniden yorumladılar. Zira onlara göre tabiat, insan gibi, mutlak manada iyidir; Tanrı’nın tapınağı, Tanrı’nın maddede vücut bulmuş bir örneğidir. Tabiatta kusursuz bir denge vardır ve tabiat çokluk ve çeşitlilikten oluşmuş tekliğiyle ahengin ta kendisidir[15]. Dil ve Üslûp: Romantikler, öncelikle klâsisizmin günlük hayatta herkesin konuştuğu, yaşayan tabiî dilden uzak sun’î, tumturaklı ve süslü dil ve üslûbuna tepki gösterirler. Zira bu dil, önemli ölçüde akademik ve felsefî idi. Onlar, sanatkârın hürriyetini kısıtlayan ve onu dil ve üslûpta sun’îleştiren kural ve kaideleri reddederler. Eğer bir kelime, ibare veya ifade biçimi, sanatkâr tarafından eserde kullanılmışsa o güzeldir. Böylece onlar -özellikle şiirde- tabiî, yaşayan yeni bir edebiyat dili oluşturdular. Söz konusu dil ve üslûp, klâsiklerinkine göre daha samimî, daha ferdîdir. Bununla birlikte aşırı ferdîyetçilik, sanatkâra büyük değer verme, okuyucu ve toplumu önemsememe gibi hususlar sebebiyle, romantiklerin dil ve üslûplarının zaman zaman çok keyfî ve sanatkârane olmasına, sun’îleşmesine zemin hazırladı[16]. Melânkoli/Hüzün/Kötümserlik/Marazîlik: Romantizmin duygusallığı çoğu zaman hüzünlü ve melânkoliktir. Aşırı bir hassasiyete sahip sanatkâr, gerek kendi iç dünyası ve hayata bakışta gerekse dış dünya ve tabiata bakışta çok belirgin olarak melânkolik ve kötümserdir[17].
Romantizmin özelliklerini bitirdikten sonra, “çocuklar önemli romantik yazarların isimlerini defterinize not alıyorsunuz. Yabancı dil kitap okuyarak, anlatarak, konuşarak öğrenilir. Bu sebeple Fransız klasiklerini sizlerden okumanızı bekliyorum. İşe romantiklerle başlıyoruz”:
Jean-Jacques Rousseau (1712-1778): Romantizmin kurucularından Fransız filozof ve sanatkârı. Eserleri: Emile, Toplum Sözleşmesi, itiraflar, Yalnız Gezenin Hayalleri. Bernardin de Saint-Pierre (1734-1814): Fransız yazarı. Eserleri: Pol ve Virjini(Paul ile Virgine), Hintli Kulübesi, Doğanın Uyumları.
Madame de Stael (1766-1817): Fransız kadın yazarı. Eserleri: Edebiyata Dair, Almanya’ya Dair. François-Rene de Chateaubriand (1768-1848): Fransız roman, deneme, seyahat yazarı. Eserleri: Atala, Rene. Mezar ötesinden Anılar, Paris’ten Filistin’e Yolculuk. Alphose De Lamartine (1790-1869): Fransız şair ve romancısı. Fransız şiirinin en büyük şairlerinden sayılan Lamartine şiirlerini Şairâne Düşünceler, Şairâne ve Dini Âhenkler, Bir Meleğin Düşmesi adlı eserlerinde toplamış; Grazıella, Raphael, Genevieve isimli romanlar kaleme almıştır. Alfred de Vigny (1797-1863): Fransız şairi: Eserleri: Eloa, Moise Le Cor, Kurdun ölümü, Çoban Evi, Zeytin Dağı. Alexandre Dumas-Pere (1802-1870): Alexandre Dumas-Fils’in babası Fransız yazarı. Üç Silahşörler ve Monte-Kristo Kontu iki ünlü romanıdır. Victor Hugo (1802-1885): Cromwell önsözü ile romantizmin ilkelerini tespit eden Fransız şair, tiyatro ve roman yazarı. Başlıca eserleri: Sonbahar Yaprakları, Akşam Şarkıları, Işık ve Gölgeler, Yüzyılların Efsanesi (şiir), Hernani, Marion Delorme, Kral Eğleniyor, Ruy Bias (tiyatro), Notre-Dame de Paris, Sefiller (roman). Charles-Augustin Sainte-Beuve (1804-1869): Fransız münekkidi. Başta tenkit olmak üzere şiir ve roman türlerinde de eserler vermiştir. Tenkitlerini on beş ciltlik Pazartesi Konuşmaları ve on üç ciltlik Yeni Pazartesiler isimli eserlerinde toplamıştır. George Sand (1804-1876): Fransız kadın yazarı. Eserleri: Pembe ve Beyaz, Valentine, Lelia, Mahrem Notlar, Bir Yolcunun Mektupları, Lirin Yedi Teli, ömrümün Hikâyesi, Şeytanlı Göl, Küçük Fadette, Mektuplar. Gerard De Nerval (1808-1855): Fransız şairi. Eserleri: Lorely, Petits Chateaux. Doğuya Yolculuk. Alfred de Musset (1810-1857): Fransız şair ve tiyatro yazarı. Eserleri: İspanya ve İtalya Hikâyeleri, Geceler, Bir Zamâne Çocuğunun İtirafları[18].
[1] İsmail Çetişli. Batı Edebiyatında edebî Akımlar. 13. baskı. Akçağ. Ankara 2012. [2] İsmail Çetişli. A.g.e., s.75-88 [3] İsmail Çetişli. A.g.e., s.75-88 [4] İsmail Çetişli. A.g.e., Sevim Kantarcıoğlu, Edebiyat Akımları ve Temel Metinler, s.82-83. [5] Erol Mütercimler, Fikrimizin Rehberi, Gazi M. Kemal, Alfa, İstanbul, 2008, s.66, Benoit Mechin, Kurt ve Pars, çev. Ahmet Çuhadır, Kum Saati Yayınları, İstanbul, 2001, s.11. [6] Yahya Kemal’de, Eğil Dağlar isimli eserinde (İstiklâl Harbi Yazıları). Bu şiiri öyküsel olarak anlatır. İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1975, s.93-97 [7] İsmail Çetişli. A.g.e., s.75-88 [8] İsmail Çetişli. A.g.e., s.75-88.Sevim Kantarcıoğlu, age., s. 99. [9] İsmail Çetişli. A.g.e., s.75-88 [10] İsmail Çetişli. A.g.e., s.75-88 [11] İsmail Çetişli. A.g.e., s.75-88. Sevim Kantarcıoğlu, age., s. 99 [12] İsmail Çetişli. A.g.e., s.75-88 [13] İsmail Çetişli. A.g.e., s.75-88 [14] İsmail Çetişli. A.g.e., s.75-88 [15] İsmail Çetişli. A.g.e., s.75-88 [16] İsmail Çetişli. A.g.e., s.75-88 [17] İsmail Çetişli. A.g.e., s.75-88 [18] İsmail Çetişli. A.g.e., s.88