Hilmi ÖZDEN
Meclis kürsüsünün siyah örtüsü TBMM’in deki her konuşmasında Mustafa Kemâl Paşanın gözüne ilişmekteydi. Yeşil Bursa’nın işgal edildiği günden beri o örtü duruyordu. “Kalkacak” diyordu arkadaşlarına “Yeşil Bursa’da İzmir’de kurtulacak”. 1 Temmuz 1920’de Edremit, 2 Temmuz’da Gönen, Kirmastı, Mudanya, 6 Temmuz’da İzmit, 8 Temmuz’da Bursa Yunanlılar tarafından işgal edilmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kürsüsüne siyah örtü konulmuş ve İmparatorluğumuzun ilk Başşehri olan Bursa’mızın kurtulmasına kadar bu siyah örtünün kaldırılmaması gözyaşları içinde kararlaşmıştı. Bursa mebusu Muhittin Baha Bey kürsüden Namık Kemal’in: “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini./Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini(anne) mısralarını okuyunca”,
Mustafa Kemal Paşa yerinden kalkmış, kelimelerle ifâdesi imkânsız heyecan içinde: “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,/Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini.” sözünü vermiştir[1]. Yunanlı subaylar Orhan Gazi ile evlenen Nilüfer Hatunun (Horofiro) türbesini “sen Türkle evlendin” diye teklemişler ve tahrip etmişlerdi. Yunanistan Başvekili Venizelos’un oğlu teğmen Sofokles Osman Gazi’nin türbesinde“Kalk koca Türk! Senden ırkımın intikamını almaya geldim. Bak kurduğun devlet parça parça oldu. Kalk! Seni bir kere daha öldüreyim de ırkımın intikamını alayım!” demiş ve ayağını sandukaya koyarak fotoğraf çektirmişti.
14 Ağustos 1920’de Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kırk sekizinci toplantısında askeri vaziyet üzerinde Mustafa Kemal Paşa uzun açıklamalar yapmıştı. 1920’nin Temmuz ayı, Ağustos ilk yarısı acı olayların geçit resmi yaptığı bunalım günleriydi. 12 Temmuz 1920’de gizli oturum yapan Meclis, Askeri durum üzerine açıklamalar istemiş, bu arada 18 Temmuz’da her şeye rağmen vatanın mutlak kurtuluşuna olan güvenini isbat amacı ile MİLLÎ MİSAK andını vermişti. (18 Temmuz 1920) Bu arada menfi olaylar sürüp gitmektedir: 20 Temmuz’da Tekirdağ, 22 Temmuz’da Lüleburgaz düşman eline düşmüştür. Aynı gün, Dolmabahçe Sarayında toplanan Şüra-yı Saltanat, SEVR barış anlaşmasını tasdik etmişti: Böylelikle Saray ve Bab-ı Ali, işgâlleri bir bakıma onaylıyordu: Anadolu büsbütün yalnız ve acı kaderiyle baş başa idi. 25 Temmuz 1920’de Edirne düştü ve Trakya’daki direnişte sona erdi. Bastırıldığı sanılan Bolu-Düzce ayaklanması yeniden alevlendi. Hilâfet ordusu adını alan yabancı parası ile düzenlenmiş gaflet ve ihânet topluluğu, Ankara’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. 31 Temmuz 1920’de, İstanbul Sadrazam Damat Ferid Paşa, kabinesinde değişiklik yaptı ve milli mücadeleye karşı hükümetin tutumunu bağdaşmaz hâle soktu: Ankara, dış düşman ve iç ihanetle kesinlikle karşı karşıya idi. Nihayet 10 Ağustos 1920’de 433 maddelik SEVR anlaşması imzalandı ve böylelikle Osmanlı İmparatorluğumuz, müstakil ve hükümrân devlet niteliğini kaybetti. Yunan kuvvetleri Bursa’dan sonra ilerlemeye devam ediyordu. Müşterek düşmanın gayesi, ardı adına sıralanmış menfi olayların yarattığı çöküntü içinde umdukları nihai sonucu almaktı[2].
Paşa o günlerin oturum tutanaklarını küçücük meclis arşivinde hüzünle okuyor ve geleceğin askeri planlarını hazırlıyordu: 8. Ağustos 1920 Bursa’nın işgali ve 10 Ağustos.1920 Sevr Antlaşması vekillerin umudunu kırmıştı. Mustafa Kemal Paşa ve kurmay heyeti cepheleri ziyaret etmiş ve ayaklarının tozu ile TBMM’de vekillerin her türlü sualine muhatap olmuştu. 10 Mayıs 1920’den itibaren de Anadolu ve Rumel-i Müdafaa-ı Hukuk gurubu birleşmişti. Vekillerin büyük kısmı Mustafa Kemal Paşa gibi vatanperver insanlar olmalarına rağmen bazıları savaşın kurallarını ve ilmini bilmiyorlardı. Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgalini O’da unutamıyordu. Silah ve mermi kıtı kıtına idi. Bilmeyen vekillere göre cephaneler dolu da ordu savaşmıyordu. Asker yetersizdi, askerin giyeceği yoktu, asker üniformasızdı. Anlatmak sabırla anlatmak gerekiyordu. Geçen ay (8. 7. 1920) yüreği yana yana anlatmıştı, dostlarına bile sabırlı olmayı zor öğretiyordu. İstiklal mücadelesi bir anda kazanılamazdı. Bu çileli bir yoldu: “Efendiler; biz bir maksat takip ediyoruz. Bu maksadımız öteden beri muhtelif vesilelerle ifade edilmiştir. Ben şimdi de onu tekrar ediyorum; Milletin, Devletin istiklâlini muhafaza etmek, Bunun içinde namus ve şeref tamamen mündemiç (korunmuş) olacaktır. Müstakil olarak milletimizin muayyen hududlar dahilindeki tamamiyetini muhafaza etmektir. Bunun için muharebe ediyoruz[3]. Efendiler; memleketimizin ellide biri değil, heyeti umumiyesi tahrib edilse, heyeti umumiyesi ateşler içinde bırakılsa; biz bu toprakların üstünde bir tepeye çıkacağız ve oradan müdafaa ile meşgul olacağız. (Gayet şiddetli alkışlar). Binaenaleyh iki karış yer işgâl edilmiş, üç, beş köy tahrib edilmiş diye burada feryada lüzum yoktur. (Alkışlar). Ben size açık söyliyeyim; efendiler bazı yerler işgâl edilmiştir ve bunun üç misli daha işgâl olunabilir. Fakat bu işgâl hiç bir vakitte bizim imanımızı sarsmayacaktır. (Alkışlar). Efendiler, maksadımız müdafaa için yapılan; harekâtı askeriyedir ve burada Erkânı harbiye Reisinin size verdiği malûmat harekâtı askeriyenin fen dairesinde sevk ve idaresinden ibarettir. Asker olanlar pekâlâ bilirler ki kuvvet hedefi asliyi teşkil eder- Müdafaaya memur olan kuvvet hedefi aslî ile iştigâl eder. Mevaki(mevziler) hiç bir vakit mevzubahs değildir. Bu nazariyat belki eski askerlerin kafasında yaşar. Bir mevkii muhafaza etmeğe çalışan bir ordu, bir kuvvete mahkûmdur. Fakat bu suretle mahkûmu akamet(sonuç alamama), mahkûmu esaret olan, mahkûmu mağlûbiyet olan binnetice (sonuç olarak) o mevkii de muhafaza ve müdafaa edemez- Halbuki; Bizce mevzubahs olan binnctice maksada vüsuldür. Binaenaleyh kuvayi daimemizden azami derecede istifade edebilmek için bu gün ve belki yarın için elimizde bulunan kuvvetleri idareli istihdam etmek mecburiyetinde kalacağız. Kuvvetlerimizi faik (üstün) düşman kuvveti, faik düşman vesaiti karşısında izmihlâle duçar etmekten ise daima elimizde onu düşmana faik bir hale getirecek güne kadar hüsnü muhafaza etmeğe mecburuz. Binaenaleyh bu halin hiç bir vakit bizde nevmidi tevlid (ümitsizlik doğurmak-oluşturmak) etmeyeceği kanaatindeyim. (Alkışlar). Efendiler; bu gün ilerleyen ve yahud bir dereceye kadar ilerlemiş olan düşmana karşı ittihaz edilen tedabiri (tedbirleri) hafi (gizli) celselerde diğer arkadaşlarımla beraber izah etmiş idim. Burada ona dair bir şey söylemiyeceğim. Fakat düşmanla yakın bir temasta bulunan Bursa mevzubahs oldu ve bir arkadaşımız demiş idi ki; Bursa sükut else de ehemmiyeti yoktur. Fakat bu sukut ne demektir? Bir yer sukut eder. Ne vakit? Eğer bir kale gibi müdafaa olunursa, eğer bir yerin etrafında mevcud kuvvet vesaiti harbiyesile nihayete kadar mukabele ederde düşman o kuvayi müdafaayı zirü zeber (alaşağı) eder ve o mevkie gelirse o mevki sukut eder. Fakat bu gün Bursanın böyle bir vaziyette olduğunu zannetmiyorum. Yani orada mevcud olan bizim kuvvetlerimiz doğrudan doğruya Bursa şehrini bir mevkii müstahkem gibi müdafaa etmekte değildir. Belki Bursa’dan uzak ve hariçte açık sahra muharebesi yapmaktadır- Binaenaleyh o kuvvetler Bursa şehrine merbut (bağlı) değildir. Karşısında bulunan düşman kuvvetler ile ancak hesap görmek mecburiyetindedir. Binaenaleyh caiz ki, bu teması da ve bu muharebede Bursa’yı müsamaha edebilir. Tarihte bunun birçok emsali görülmüştür. Bursa’mız gibi tarihî ve bizim için gayet mukaddes olan bir şehri müsamaha etmek ağır gelir. Fakat askerlik sanatında gayet bariz bir şekilde müsamaha olunabilir bir noktadır ve biz hepimiz bir asker gibi bu gibi acı noktalara karar vermek itiyadını hasıl etmeğe çalışmalıyız[4]. MUSTAFA KEMAL PAŞA HAZRETLERİ (Devamla) — Meselâ; Efendiler, Belki başka bir münasebetle de arzetmiştim. Vaktile Medinede bulunan kuvayi askeriyemizi oradan alıp Suriye’yi müdafaaya tahsis etmekten içtinab (uzak durulmuştu) edilmişti. Çünkü bütün efkârı umumiyemizde Me-dine nasıl terk olunur diye düşünülmüştü. Halbuki dolayısile Suriye’yi tehlikeye koymakla Medine’nin tehdit edilmiş olduğunu hiç kimse nazarı dikkat almak istemiyordu. O zaman bazı arkadaşlarımız kemali cesaretle karar vermişler ve demişlerdi ki, Medine tahliye olunmalıdır. Bu tahliye üzerine belki muvakkaten (geçici olarak) düşman oraya girerdi, fakat oradan kurtarılacak kuvvetler Suriye’de teinini muvaffakiyet (başarı) eder ve belki bu muvaffakiyetin neticesinde Medine bizim elimizde kalırdı. Anî hissiyata ve bir takım asli, kati düsturların hilâfında bir takım muhakemelere saparak gâyeden uzaklaşmak katiyen caiz değildir- Binaenaleyh Bursan’ın sukutu mevzuubahs olamaz. Belki Bursa civarında bulunan kuvayi askeriye ileri, geri şimale, cenuba gidebilir. Böyle bir haber ve bir şayiaya kendimizi alıştırmalıyız ve böyle bir hâdise ve şayia karşısında hiç bir vakit telâşa lüzum yoktur[5].
Diğer bir meclis tartışmasında da buna benzer konuşmalar olmuştu. (14. 8. 1920) Karahisarı Sahip mebusu Mehmet Şükrü Beyin, Bekir Sami, Hacım Muhittin ve Âşır Beylerin infisallerine (istifalarına, ayrılmalarına) ve şimdiye kadar bir Divanı Harbe tevdi edilmemeleri sebebine dair Dahiliye ve Erkânı harbiyei umumiye riyasetinden istizah takriri münasebetiyle[6]. MUSTAFA KEMAL Pş. Hz. — Bendeniz celsei hafiyede idarei kelâm etlim, o celsedeki maruzatımın aleni celsede söylenmesini doğru bulmam. MUSTAFA KEMAL PAŞA HAZRETLERİ Muhterem efendiler! memleketimizin her hangi bir şekil ve surette duçarı zarar olmasından dolayı Heyeti celilenizin (yüce heyetinizin) bu derece teessür (üzüntü) ve alâka göstermesi, memleketin ve milletin avakibi(akıbeti) noktai nazarından, şayanı şükür ve Muhammedettir, şayani takdirdir, (alkışlar). Ben de Reisiniz olmak itibarile bundan büyük bir saadet ve memnuniyet hissetmekteyim. Hakikaten Millet Meclisi millete müteallik (ilişkin) olan mesailde (sorunlar) milletin hayatına, milletin istiklaline taallûk eden işlerle yakından ve müessir bir surette alâkadar olmalıdır. Meclisi âlinizin Garp cephesinde tahaddüs eden(ortaya çıkan) hadisattan mütehassis olması pek tabiidir[7]. Bu tahassüsatı (hisleri) şimdiye kadar müteaddit celselerde, müteaddit müzakerelerde muhtelif surette izhar etmiş (açığa vurma) olmasını da tabii buluyorum. Yalnız bir noktaya nazarı dikkati âlinizi celbetmek (getirmek) istiyorum. Mevzubahs olan mesele, bir ordunun harekâtı harbiyesidir, bir ordunun sevk ve idaresidir. Binaenaleyh esbabı ricati (geri çekilme sebeplerini), esbabı mağlûbiyeti (mağlubiyet sebeplerini) meydana çıkarabilmek için tabii ilk noktai temas, yine bu meslekin ihtisas erbabı olması lâzımdır. Halbuki şimdiye kadar ve bu gün dahi bu kürsüden bu mesele hakkında idarei kelâm eden arkadaşların hiç birisi hakikati meseleye esbap ve avamili harbiyeye (harbin sebep ve nedenlerine) temas dahi etmemişlerdir ve bunların her hatibin söylediği sözlerle buradan yine size ispat edeceğim. Meselâ Ali Şükrü Bey arkadaşımız vaziyeti makul bir surette ifade ve izah ettikten sonra buyurdular ki: Garp cephesindeki harekâtı askeriyenin sevk ve idaresinde hata yoktur denilemez, hata vardır-Bu hatayı meydana çıkarmak icabeder. Efendiler, her hangi bir hareketi askeriyenin, her hangi bir noktai nazardan tetkik ve mütaleası, onu baştan nihayete kadar hata alût(hatalı bir yapı) gösterebilir. Yine ayni hareketi askeriyenin başka noktai nazardan mütaleası, onu baştan nihayete kadar dürüst gösterebilir. Bunu bu günkü hadâsat (olaylar) ile mukayese etmek, edvarı(çağlar) tarihiye ile mütalea etmek lâzım-gelir. Burada devir ve şerait, bilhassa içinde bulunulan şerait âmili(şartların etkileri) yegane olur. Bir hareketi askeriyeye uzaktan bakmak ve bakanın kendisinin bulunduğu şerait dahilinde onu mütalea etmek, onu hiç bir vakitte doğru netayice isal etmez(neticeye ulaştırmaz). İnsanları, harekâtı mütalea ederken harekâtı icra eden kumandanların, zabitlerin içinde bulunduğu mahalli ve malik olduğu vesaiti, karşısında bulunduğu tazyiki, karşısında düçar olduğu müşkülâtı o anda tetkik etmek lâzım gelir. Yoksa Meclisi Âlide ve aradan bu kadar zaman geçtikten sonra sükûnetle düşünüp yapılacak mütalealar, orada düşünülmüş mütaleatla tetabuk etmeyebilir(uygun düşmeyebilir). Sureti umumiyede yapılmış olan bu hareketin neticei meşumesi(kötü-bedbaht) zannediyorduk ki ve elân zannetmek istiyoruz ki erbabı insafça(insaflı insanlar) malûm olmuştur. Heyeti icraiye, Erkânı harbiyei umumiye riyaseti, Müdafai milliye vekâleti hiç bir vakitte dememiştir ki (Hareket kusursuzdur, mutlaka böyle olmak lâzım gelirdi. Binaenaleyh ortada mesul olmamak lâzımdır) böyle dememiştir. Müdafai milliye vekâleti, Erkânı harbiyei umumiye riyaseti, Meclisi Âlinizin reisi, efali umumiyede zimethal(görevden düşürülme) ve mesul olmak itibarile, bittabi alâkadar oldu ve tahkikat yaptı, takibat yaptı, almış olduğu netice; sizin bir aydanberi, her gün müteaddit defalar talep ve ısrar ettiğiniz muamelenin mevkii fiile konmasını isteseydi bunda biran bile tereddüt etmezdi. Bittabi vaziyeti anlamak, esbap ve avamilini(sebepleri) tetkik etmek için bir usul vardır, bir kaide vardır, biz bu gün Garp cephesinin bütün harekâtından mesul olmak üzere oraya bir kumandan tayin etmiştik. Şimdiye kadar dermeyan edilen(ortaya konan) mütaleatı umumiyede (genel müzakere). Heyeti âliyenizin kâffesi, bu kumandana karşı emniyet ve itimat izhar etti ve etmektedir. Bunun aleyhinde, bu zata karşı itimatsızlığa delâlet edecek hiç bir mütalea işitilmemiştir. Binaenaleyh işte bu zat diyor ki; vukubulan işaratınız, o emriniz ve tebligatınız üzerine bu kumandanların harekatını tetkik ettim ve takip ettim ve binnetice delâil(deliller) ve vesaik(belgeler) ile arzediyorum ki bunları iltiham(kavga-muharebe) edecek sebep yoktur. Bu; Heyeti âliyenize arzedildiği halde yine ısrar edilmek isteniliyor. Şu halde Bekir Sami Beyi, Âşir Beyi ve saireyi tetkik ve tahkika lüzum yoktur efendiler! Eğer Garp cephesi kumandanına emniyet ve itimadınız varsa onun söylediği sözün nazarı dikkate alınması lâzımdır. Maahaza(bununla beraber) yine iddianıza iştirak ederek ben de devam etmek istiyorum. Fakat devam edebilmek için müsaadei âliye’erile Heyetinizden bir şey sormak istiyorum. Bekir Sami Beyi ne için itham etmeli? ve bu iddiada ısrar gösteren zatın sebep olarak gösterdiği şeyler nedir? Müddei olan, lütfen rica ederim, benden sorsun, ben cevap vereyim[8]. HAMDULLAH SUPHİ[9] B. (Antalya) — Bursa’dan alınan bütün malûmat, Bursa’dan gelen mebuslar bizi temin etmişti. Düşman civara gelmeden, şehirden çıkmıştır. MUSTAFA KEMAL Pş. Hz. (Devamla) — Çok aldanıyorsunuz Beyefendi Hazretleri. HAMDULLAH SUPHİ B. (Antalya) — Soran sizsiniz, cevap veriyorum. Rica ederim, eğer mebusluk sıfatını tanıyorsanız, dürüst söylemeğe hakkınız yoktur. Deminden de İsmail Suphi Beye öyle muamele yaptınız. MUSTAFA KEMAL Pş Hz. (Devamla) — Müsaade buyurun, cevap veriyordum. Bu zatın söylediği umumiyetle yalandır ve yanlıştır.
HAMDULLAH SUPHİ B. (Antalya) — Müsaade buyurun yalan değildir, yanlış değildir. Asla efendim… MUSTAFA KEMAL Pş. Hz. (Devamla) — Ben söz aldım, söz söylemek hakkı benimdir. Efendiler; Bekir Sami Bey Bursa’yı terk etmemiştir ve ben kendi imzam tahtında Bursa işgal edilmeden evvel emir verdim. Harekâtı askeriyenin istilzam (gereği-icap edeni)ettiği hareketin doğrusu Bursa’yı terk etmek idi. NAFİZ B. (Canik) — Şu halde siz de mesulsünüz ! MUSTAFA KEMAL Pş. Hz (Devamla) — Kumandanlara Bursa’yı terk ediniz dedim ve ben bu emri verdiğim zaman Heyeti âliyenize bilmünasebe (sırası gelince) izahat vermiştim. Harekâtı askeriyede mevzubahs olması lâzım gelen şey, eldeki kuvvetlerin neticeye kadar herhangi bir mevkii muhafaza etmesi değildir, harekâtı harbiyede, bu, esas değildir. Binaenaleyh Bekir Sami Beyin Bursa’yı terketmiş olması gibi bir mesele yoktur. Filân ve falân yeri muhafaza etmek, harekâtı askeriyede esas değildir. Muahaza edilecek nokta, filhakika Bursa’yı Bekir Sami Bey ne için daha evvel terketmemiştir? Budur tenkit olunacak şey efendiler. Yoksa Bursa’yı terketmiş olması değildir. HASİM B. (Çorum) — Şu halde yine emri âlinizi tutmamıştır. MUSTAFA KEMAL Pş. Hz. (Devamla) — Filhakika benim emrettiğim zamanda tahliye edilmiş olsaydı bu gün ordumuza bir fıkra daha ilâve edilmiş olacaktı. Binaenaleyh, sözlerimi tekrar ediyorum. Meselede, tarzı telâkkide bir hata vardır, bir yanlışlık vardır ve bu hata herkesin kalp ve vicdanına sanih (geliyor) oluyor. Böyle bir emir ve tebliğin icra edilmemiş, edilememiş olmasının elbette esbap ve avamili vardır. Bursa gibi payitahtımız olmuş, mukaddesatımızı cami bir mevkii muallânın(yüce belde) sühuletle(kolaylıkla) düşman eline geçmiş olmasından, evet bundan dolayı fevkalâde müteessirsiniz ve bunun bütün cihanda tesiratı olmuştur. Hamdullah Suphi Beyin ısrar ettiği gibi elbette İstanbullular üzerinde de çok tesiri olmuştur. Fakat bu teessürat doğrudan doğruya hissi bir takım teessürattır. Bendenizin arz etmek istediğim, Heyeti Vekilenin nazarı dikkatinde bulundurulması lâzım gelen nokta, Heyeti âliyenizin daima takip edecek nokta, böyle şunun bunun hissiyatından dolayı filân veya falânı tenkit etmemektir Hamdullah Suphi Bey, benim idrakime nazaran; bu meselede iki noktaya temas ediyor. Birisi; şimdiye kadar harekâtı harbiye lüzumu gibi idare edilememiş veyahut şimdiye kadar, bu gün olduğu gibi, harekâtı askeriye ile alâkadarlık gösterilememiş, bu günkü gibi faal bulunulamamış! Rica ederim, hangi günden bahsediyoruz? Efendiler! Hamdullah Suphi Beyden sormak istiyorum, hangi maziden ve hangi günden bahsediyorlar? Biz bu harekât ile iştigal ederken Hamdullah Suphi Beyefendi İstanbul da oturuyordu. Ne için buraya gelip de bu günkü gibi davranmak istemiyordu ? HAMDULLAH SUPHİ B. (Antalya) — İstanbul’da vazifem vardı. MUSTAFA KEMAL Pş. Hz. (Devamla) — İstanbul da vazifesi var, falân yerde vazifesi vardı. Bütün vezaifin(görevlerin) fevkinde bizim de bir vazifei vicdaniyemiz vardı. O da, herkesin sudan bir takım vazifeler yaptığı sırada hayatımızı, mevcudiyetimizi bu milletin sinesine sokarak, onlarla beraber düşman karşısında uğraşmak olmuştur. (Alkışlar) Binaenaleyh iki buçuk aydan beri bu milletin içine gelmiş insanlar hakikatin amakına (derinliklerine) henüz nüfuz için zaman dahi kazanamamış olan insanlar, mazi ve halin harekât ve namus ve vicdanına malik olamazlar. Sühuletle tenkit salâhiyetine malik olamazlar. HULÛSİ B- (Karahisarı Sahip) — Vesaiki (belgeleri) görerek malik olabilirler Paşa Hazretleri. MUSTAFA KEMAL Pş. Hz. (Devamla) — Zatı âlilerinin göreceği vesaik vardır. HULÛSİ B. — Görürüz Paşa Hazretleri, biz de askeriz. (Gürültüler). MUSTAFA KEMAL Pş. Hz. (Devamla) — Hamdullah Suphi Beyefendi buyuruyorlar ki; silâhsızlıktan bahsolundu. Hayır silâhsızlıktan bahseden yok ve olmamıştır. Müdafaai Milliye vekilimiz hiç bir vakit silâhsızlıktan, silâh ihtiyacından, silâh bulamamaktan bahsetmemiştir- Heyeti âliyeniz, bilâkis silâhımız olduğundan ve silâh bulabileceğinden bahsetmiştir. Bunun mabadi(sonrası) olmak üzere uyurdular ki; çok silâhımız vardır, bunları Yunanlılar alıyor. Yunan mıntıkasında, Yunan tahtı işgalinde kalmış olan masum insanların elinden cellâtlıkla silâh alınıyorsa, burada Müdafii Milliye vekilinin ne taksiratı(suçu) vardır, buradaki Heyeti Vekilenin ne kusuru vardır? Bunu burada davayı teyit etmek için zikretmekteki maksadı anlıyamadım. Sonra efendiler, bazı arkadaşlarımız diğer kumandanları da tenkit ediyorlar. Fakat müşaadelerile arzetmek isterim ki; tenkidatta (eleştiride) takip ettikleri istikamette hata vardır. Meselâ Şefik Bey hakkında beyanı mütalea edilirken kabahat ve kusur üzere denildi ki: Bir takım zevat demiş ki: buyurun kumandan olun, falan sırtları tutalım, kumandan da o sırtları tutmak istememiştir. Bir defa herhangi bir heyetin, herhangi bir kumandana sırt gösterip tutturması doğru değildir. Esas itibari ile bende onun yerinde olmuş olsaydım herhangi bir heyet bu sırtı tut derse bende yapmazdım Bu, doğru bir şey değildir. Binaenaleyh bundan dolayı hiç bir şahsı tahtie edemeyiz (hatalı göremeyiz). Şefik Bey çekilmek lâzım geldiği vakit filân istikamete, İtalyan mıntakai nüfuzu telâkki edilecek istikamete çekildi. Bu da bir tetkik ve tenkidi askeridir, tabiye o sevkulceyşe (strateji) ait bir harekettir. Şuraya, buraya çekilmiş olmasile bir kumandam tahtie edemeyiz efendiler. Sonra düşman kuvvetleri hakkında lâzım gelen haberleri ciddi telâkki etmemiş, düşman gelmez demiş, çekinmeyin kuvveti yoktur, gelemez demiş, ihtimal ki bu kumandan düşmanın kuvayi hakikiyesini biliyordu. Fakat yanında bulunanlara düşman çoktur, geliyor; şöyle yapacak demesi belki kuvvei maneviyeyi sarsardı ve bundan dolayı söylememesi icabederdi. Yani bunu da bir adamı itham etmek(suçlamak) için söylememeliyiz. Sonra meselâ bu meselede ve buna mümasil(benzeyen) olan mesailde (sorunlarda) şahsiyatta o kadar ileri gidiliyor ki bu da doğru değildir. Mukaddes olan Meclisi Aliniz azasından birinin yine Meclisi Alide bu kadar şahsiyata girişmesi doğru bir şey değildir. Mesela deniliyor ki, bila mezuniyet Antalya’ya gitmiştir, orada çiftlik çubuk tedarik ile meşguldür. Bunlar nasıl söylenir? Bir defa bu adam tâbi olduğu kumandandan resmen izin alarak gitmiştir ve esbabı makulei meşrua (meşru makul sebepler) zikrederek müsaade istihsal etmiştir, müsaadesiz gitmemiştir. Demek ki yanlış anlaşılabilir ve saire olabilir. Buradan bunu hükmetmek doğru değildir. Nitekim doğru olmadığını arzediyorum. Çünkü mezunen(izinli olarak) gitmiştir. Sonra diğer bir noktaya nazarı dikkatinizi celb ederim. Vakıa bu zat orada bir fıkra kumandanı ismini taşıyordu. Bilhassa aza olan arkadaşlarımızca malûmdur ki orada müessir olan, âmil olan, hâkim olan başka şahsiyetler, başka kuvvetler de vardır. Sonra mesela bir takım heyetler kendisini müzakereye davet etmiş. İcabet etmemiş. Onu bu gün ittihama(suçlamaya) bir sebep teşkil edemez. Pek haklı ve insaflı olarak bir şey buyurdular ki, o da, kumandan lüzum ve ihtiyacı mübremini(elzem, gerekli) hissettik, her birimiz bir tarafa koştuk, İstanbul’a gittik, Ankara’ya gittik, aman gelin, bize kumandanlık edin, dedikte gelmediler, buyurdular. Ne sebepten dolayı gelmediler? Ben biliyorum. Hangi sebepten dolayı gelmediler efendiler? Diğerleri oraya gelmekten içtinap (sakınıp kaçındıkları) ettikleri bir sırada orada oturan bu adamlara ufak bir teşekkür devnimizdir(borcumuzdur). Diğerleri öyle bir hayatı, iştirak edebilmek için mahiye bu kadar maaş, bankaya bu kadar para yatırılmasını talep etmelerine rağmen bunlar, burada, bu muhitte her şeyi sitihkar eden (elinin tersi ile iten, küçük gören) insanlar meyanında(ortasında) bulunuyorlardı. Sonra emir vermişler de; ben İstanbul’a merbutum(bağlı), size mutavaat(itaat) edemem, demiş. Zannederim böyle bir şey vaki olmamıştır efendim. Bütün bu maruzatımla görülüyor ki tahakkuk etmemiş, sahih olmamış yalan ve yanlış şeyler ürerine istinat ediliyor. Bu gibi esasata istinaden bir insanın hayatına, atisine, haysiyetine taarruz edilmez efendiler. Denizli vakasından bahs olundu, Burada âmil ve müessir olarak Şefik Beyi gösterdiler. Bunda da isabet yoktur efendim. Bu defaki seyahatimiz esnasında bu işle iştigal ettik, herhalde Denizlide tedibi(eğitimi) istilzam(lüzumlu) edecek hareket olmuştur. Ancak bu muamelei tedibiye bizim ve cümlenizin takdir etmeyeceği ve tensip(uygun göreceği) etmeyeceği bir şekilde olmuştur. Maahaza Heyeti Vekile bu mesele ile yakından alâkadar olmuştur ve bu gün için mümkün olan, makul olan tedbirleri ittihazda da kusur etmemiştir. Efendiler; burada Şefık Bey âmil(sebep) değil, müşevvik(ön ayak olan) dahi değildir. Mevzu bahis olan şahsiyetler hakkında bir cümle daha arzetmek isterim. Filân, filân zevat inhizamın(yenilginin) müsebbipleri(sebepleri) değildir ve olmadığı vukubulan tahkikat ve tetkikat ile teayyün(oluşmuş) etmiştir ve neticeye, resmen ve usulen tevessül(başlama) neticesinde destires(amaca ulaşılmıştır) olunmuştur. Ancak mevzubahis olan kumandanlar hakkında tetkik ve teftişten evvel bir çok söz söylenmiş olduğu için, bahusus Meclisi Alinizde kendilerine tecavüz edildiği için, bu adamlar sarsılmıştır. İşte böyle sarsılmış olan kimselerin kumanda başında bulundurulması, düşmanlarımız için faydalı olacağı düşünülerek Heyeti Vekile sırf Meclisi Alinizin hareketinden ve muamelesinden dolayı bunları işten el çektirmiştir ve bununla iktifanın makul olacağı kanaatinde bulunuyor. Çünkü bunları Divanı harbe vermek için elde hiç bir vesika yoktur. Efendiler, Hamdullah Suphi Beyin ne için düşman gelmeden kaçtı, sualine cevaben diyorum ki: Daha evvel tahliyesi için ben emir vermiştim. HAMDULLAH SUPHİ B. (Antalya) – Bunu vakti ile söylemeli idiniz Paşa Hazretleri. MUSTAFA KEMAL PŞ. Hz. (Devamla) — Bu bir sebep ve mesele teşkil etmez. Bence hâta onun biran evvel hareket etmemiş olmasındadır. Askerlik noktai nazarından şayanı tenkittir. Halbuki zatı âlileri, ne için orada durmadı, diye tenkit buyuruyorsunuz. Demek ki istinat ettiğiniz sebep haddi zatında doğru değildir. Diğer arkadaşlarımız da söylediler ki: Bir takım zabitler eşyalarını geriye göndermişler. Filhakika gönderilmiştir. Fakat geriye giden ne- dir efendim? Malumu alileridir ki orada vaktile on dördüncü kolordu karargâhı vardı. Bu on dördüncü kolordu karargâhı daha evvel Eskişehir’e hareket emrini almış bulunuyordu, işte bu karargâh sepetile, arabasile giderken bu vaka olmuştur. Ha! Bekir Sami Bey zabitlerin eşyalarını kaçırıyor. Giden ve kaçan, gönderilen Bekir Sami Beyin eşyası değildir ve o hareketin neticesi nazarı dikkate alınarak yapılmış bir münakale(ulaştırma) değildir. Daha evvel yapılan bir karargâh naklinden ibarettir. Sonra efendiler, malûmu âlileridir ki, askerlikte bir takım kademeler vardır ve her kademenin kendisine mahsus salâhiyeti vardır, vaziyeti vardır. Bekir Sami Bey bir kolordu kumandanıdır. Tabiî azayi muhteremece bir kolordu kumandanının ne demek olduğu pek iyi idrâk olunur. Kolordu kumandanı demek efendiler, dünyanın her yerinde, her millette, en büyük kumandan demektir. Kolordu kumandanından sonra başka büyük kumandan yoktur. Ancak muhtelif kolorduların harekâtını sevk ve idare etmek için üzerine ordu veya grup kumandanı geçer. Daima teşkilâtı askeriyede en büyük kumandan kolordu kumandanıdır ve kolordu kumandanının ifayı vazife etmesi demek, muharebatın içinde ve zabitanın içinde bulunması demek değildir ve böyle bir hareket makbul değildir. Kolordu kumandanı maiyetindeki fırka kumandanlarına emir verir ve onu yaptırır vazifesini bu suretle ifa eder. Binananeleyh Bekir Sami Beyi muvahaza ve tenkit etmeden evvel yapılacak gayet basit bir şey vardı ve ben bunu yapmışımdır. Bundan evvelki seyahatımda kalktım, buradan doğru Bileciğe gittim. Bekir Sami Beye, ordu kumandanı, vali ve mebus arkadaşlarım muvacehesinde icab eden süalimi sordum. Ne emir verdiniz, verdiğiniz emri bana izah ediniz dedim. Bu zat, bunların muvacehesinde(değerlendirmesinde) bana, hakikatta verilmesi lâzım gelen emri vermiş olduğunu söyledi. Ordu kumandanı da bunu tasdik etti. Binaenaleyh askerlik noktai nazarından ben bunu nasıl tenkit ederim? İttiham etmek(suçlamak) lâzım gelince bir defa bu emrin yanlış olması ve zamanında verilmemiş olması mevzubahis olabilir. Halbuki bizce böyle bir şey yoktur. Hareketin filiyatı itibarile tenkidat yapmak lâzım geliyorsa bu emri almış olan fırka kumandanlarım tenkit etmek lâzım gelir. Halbuki yine Bekir Sami Beyin aleyhinde idarei kelâm eden zati Ali, bir fırka kumandanının gayet cesur, gayet müdebbir(tedbirli), gayet kıymetli ve son dakikaya kadar, son nefer ile beraber hareket ettiğini söylüyorlar. Kimi tenkit etmek istiyorsunuz? Harekatın neticei filiyesinden tevkif edilmek ve mahkûm edilmek lâzım gelen adam işte o adamdır. Binaenaleyh efendiler çok söyleyebilir ve daha çok izah edebilirim. Bütün kardaşlarımdan arkadaşlarımdan eminim ki sözlerimde esassız, isbatsız, delilsiz hiç bir şey yoktur. Söylersem samimi olarak söylerim ve kani olursunuz. Bunun için çok rica ederim, bu sayfayı kökünden kapamak lâzımdır. İcabedenler hakkında, emin olunuz, arzunuz gibi muamele yapılmıştır ve yapılacaktır. Bunu başka türlü hal ve fasletmek(sonuçlandırmak) için bu günkü şerait müsaittir. Efendiler (Şiddetli alkışlar) ordu yapmak, orduyu muntazam sevk ve idare etmek orduyu mükemmel teçhiz etmek… Hamdullah Suphi Bey, diyor ki daha iyi teçhiz ve ilbas(giydirmek) edebilirdik. Hayır. Hamdullah Suphi Bey, daha teçhiz edemezdik, edemezsin ve edemiyeceksin. Bunu söyliyorum efendiler. Fakat askeriyetimizin biraz çıpla(çıplak), yırtık elbise ile bulunması hiç bir vakit bizim için bir şin(eksiklik) teşkil etmez ve size söylüyorum ki efendiler, dünya inkilâbı azimini, âlemşümul olan inkilâbı vücude getirmiş olan Bolşevik orduları ki Lehistanda zaferden zafere gidiyor. Onların da üstleri başları bizim askerlerimizden daha çok iyi değildir. Bana Fransızlar, elbisesiz askerlerin çete olduklarından bahsettikleri zaman, hayır onlar çete değildir, bizim efradımızdır(askerlerimiz) dedim. Üzerinde üniforma yoktur dediler. Üzerindeki elbisesi üniforma dedim ve bunu Fransızlar manidar bir cevabı kâfi buldular. Binaenaleyh elbisesiz olsun, köylü elbiseli olsun, yeter ki onları mahallinde istihdam edelim ve gayei mukaddesemize vasıl olalım. Binaenaleyn(bundan dolayı) hataları, sahibi kudret ve salâhiyet olduğumuz dakikadan itibaren takip ediyoruz. Her gün daha iyi takip edeceğiz. Elbette her gün geçtikçe ordumuz ve işimiz daha iyi intizama girecektir. Fakat bir takım hususi ve hafi maksatları gizliyerek, kalbimde vicdanında tutarak, esbap diye böyle bilir bilmez şeyleri söylemek doğru değildir. Efendiler bu vicdani değildir; binaenaleyh Heyeti âliyenizin salatbeti(sağlamlığı), nezahatı(inceliği) ve ciyadeti(yeniliği) namına ve ordumuzun bundan sonra ifa edeceği gayet mukaddes vezaifin netayici(neticeler) namına rica ederim bu meseleyi kapatanız ve herkese müsterihane(içi rahat) vazifesile iştigale meydan bırakınız (Alkışlar)[10]. Milletvekillerinin okumuşu okumamışı, askeri asker olmayanı hep ona hesap sorardı. Ne sabırdı Yarabbi. Mümkün olduğunca kırmadan cevap verir. Celallenmeye çalışırdı. Ateşli günlerden bir gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin toplantısı için, Anadolu’nun her vilayetinden Ankara’ya gelen mebuslar, Ankara’nın toz toprak içinde olmasından, kendilerini koruyacak bir kuvvetin olmamasından ve karınlarını doyuracak paranın yokluğundan şikayet etmişler ve bu durumda yapılması gereken şeyin, memleketlerine dönmek olduğunu birbirlerine anlatmışlar. Tabii bu durum hemen Atatürk’e bildirilmiş; O da işlerini ümit, irade ve iman ile başaracağına inanan bir lider olarak meclis kürsüsünden mebuslara hitaben şu konuşmayı yapmıştır:
“Efendiler, bazı arkadaşların yoksulluk içinde bu büyük davanın başarılamayacağını zannederek memleketlerine dönme arzusunda olduklarını duydum. Arkadaşlar! Ben sizleri bu millî davaya silah zoru ile davet etmedim. Görüyorsunuz ki, sizi burada tutmak için de silahım yoktur. Dilediğiniz gibi memleketlerinize dönebilirsiniz. Fakat şunu biliniz ki, bütün arkadaşlarım beni yalnız bırakıp gitseler, ben bu meclisi Âli’de tek başıma kalsam da mücadeleye ahdettim. Düşman adım adım her tarafı işgal ederek Ankara’ya kadar gelecek olursa, ben bir elime silahımı, bir elime de Türk Bayrağını alıp Elma Dağına çıkacağım. Burada tek başıma son kurşunuma kadar düşmanla çarpışacağım. Bu bayrak kanımı sindire sindire emerken ben de Milletim uğruna hayata veda edeceğim. Huzurunuzda buna and içiyorum “. Meclis bu konuşma karşısında dona kalmıştır. Bundan sonra Mebuslar Milli Mücadele hareketinin zorunluluğuna daha fazla inanmışlardır[11]. Başını tutanaklardan kaldırdı Arabacı İsmail’e gitmek ve bir nebze olsun tartışmaların merkezinden uzaklaşmak istiyordu. Nenenin ayranını içmek ve hiç uyumayan zihnini toparlaması gerekiyordu. Sessizce meclisten ayrıldı ve Arabacı İsmail’in evine doğru yola koyuldu. Taceddin Dergahının yakınından geçerken Mehmet Akif Bey, Eşref Edip Bey ve Hasan Basri Beyle karşılaştı. Onlarla oturup birer kahve içmesi kendisine iyi gelecekti. Akif’i İstanbul’da özellikle davet etmişti. Onun Teşkilat-ı Mahsusa’daki hizmetlerini ve muhteşem şiirleri ile nasihat heyetlerindeki konuşmalarını okumuştu. Mehmet Akif ve arkadaşlarının İstanbul’dan Anadolu’ya intikallerini sağlayan Özbekler Tekkesi Şeyhi Ata Efendi idi. Şeyh Ata, Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Nurettin Paşa ve sayısız kumandanlar hemen hemen bütün mebuslar, Ankara’nın millî devletin merkez olmasını temin edecek şahsiyetler, evvelâ Özbekler Tekkesinin gizli misafirleri olmuşlar, daha sonra müsait vakitlerde Ankara yolunu tutmuşlardı. İstiklâl Marşı şairi Mehmed Akif’de Anadoluya geçmek üzere Şeyh Ata’nın misafiri idi. Karakol Cemiyeti’nden veya Teşkilat-ı Mahsusa’dan atsız kahramanlar yağmurlu bir gece Akif’le Eşref Edip ve Afyon Mebusu Kâmil Hoca’yı Alemdağ’daki barınağa götürmek vazifesini almışlardı. Şeyh Ata ile Mehmed Akif kucaklaşırken, İstiklâl marşı şairi şeyhin boynuna sarıldı: “— Şeyhim… Ankara’dakilere selâm ve duandan başka bir diyeceğin var mı ?” sualini sordu. Şeyh Ata “—Buradaki vazifenin tamamlandığı an aranızdayım İnşallah-.” dedi. Ama Şeyh Ata’nın ancak kendisinin başarabileceği vazifesi zafere kadar bitmedi. Zaferden sonra da tekkesinden çıkmadı. Çünkü O ve Onun gibiler, himmetlerini sadece ve yalnızca vatanın kurtuluşu İçin yerine getirmişlerdi. Gayelerine erdikten sonra da yine başlarını şükran seccadesinden kaldırmadılar…[12]
Kemâl Paşa, Akif’le arkadaşlarının hizmetlerini Ankara’ya geldiklerinden beri takdirle izliyordu. Akif, kamil bir şahsiyetti. I. Cihan harbi ve Anadolu millî mücadele dönemlerinde “nasihat heyetleri”nin vazgeçilmez elemanı idi. Onun secaatini bilir ve ona çok güvenirdi. Mecliste fazla konuşmayan hatta hiç konuşmayan daima düşünceli Akif, onun için sadece bir şair değil; dava ve iman adamı idi. Taceddin Dergahında kahvelerini içerken bir türlü Ankara’da toplanamayan İslâm Kongresi için Sebilürreşad kadrosundan haber bekliyordu. Bu hususu da konuştular. İslâm Alemi’nin umudu Türkiye idi. Bu Kongre esasında Bursa’nın işgalinden önce okunan “Alem-i İslâm’a Beyanname” başlıklı bildirinin devamını hazırlayacak ve delegeler Ankara’ya çağrılacaktı. Bu işi de en iyi Sebilurreşad Mecmuası yapabilirdi. Çünkü İslam Alemi Sebilurreşad Mecmuası’nı çok iyi biliyordu. Millet Meclisi’nin çalışmalarına başlamasından iki gün önce, Bursa Belediye Meclisi salonundaki toplantıda verilen Fetva, sadece Türk Milletine hitâp değildi: Bütün İslâm dünyasına seslenişti… Nitekim, Meclisin 9 Mayıs 1336 (1920) Salı günkü onüçüncü içtimasında Şer’iyye Encümeni tarafından hazırlanan beyanname ile, özel olarak seçilen şahsiyetlerce hazırlanan Alem-î İslâm’a Beyanname ile, Türk Ulemâsı, İslâm âlemine Türk’e manevî vecîbesini ödeme kapısını açmıştır… Beyânnamenin ilk bölümü, dünya üzerinde huzur ve sükûnun kurulma temellerini açıklıyordu. insan’ın kâinata, Cenab-ı Hakkın “esma-ı ilâhiye ve asâr-ı sıfat-ı Cemâliye ve Celâliyesi”nin hülâsa ve zübdesi olarak halk edildiği ile başlıyan hitabda, islâmî ahlâk ve yaşama düzeni hatırlatılıyor, düşmanlarımızın asıl maksadının bu düzeni yıkmak olduğuna işaret ediliyor, İstanbul’u alan, halifeyi esarete mahkum eden düşmana karşı ne suretle hareket edilmesini açıklamanın ülemâya düşen vazife olduğu kaydedilerek şöyle deniliyordu[13]
“— Ey ehl-i İslâm!… Din ve vatanınıza tarruz eden ve sizi vatanlarınızdan çıkaran düşmanlarınızı nerede bulunursanız onları, sizi çıkardıkları yerden çıkarınız ki fitne defolsun… Bu gaye için de azim ve imân, çalışma ve gayretten başka meşrû ve makûl yol yoktur, İstanbul, İzmir ve işgal altındaki öteki beldelerimizle Halife ve sevgili Hakanımızın kurtuluşu, milli istiklâlin devamı, fitne ve fesadın yıkılışı da, milletin gerçekleri kavramış sinesinden doğan Kuva-yı Milliye hareketinin, şeriate her haliyle uygun ve hayat hakkımızın isbatı olduğunu kabul ettiğimizi dünyaya göstermemizle mümkündür.” Düşmanların işgal sırasında işledikleri cinayetlerin tekrarlandığı bildiride vatanlarını sevenlerin elele ve gönül gönüle bu suikasdın önüne çıktıkları ümmeti yok olmaktan kurtarma yolundaki hareketin şer’i icaplar ve millî an’anelerle birleşerek millet meclisini toplamayı başardığını, İstanbul’da olan ve hayvani hisleri, insanlık duygularının üstünde bazı kötü kişilerin, bu millî hareketi isyan şeklinde göstererek, yabancı parasıyla vatanın dört yanına saldıkları kişileri, Halife ve Din adına konuşturarak milleti birbirine kırdırdıkları. Yüce Tanrımızın “— Size kötü düşünceli bir kişi gelir de fena bir haber verirse iyice araştırmadan inanır, gösterdiği yolda giderseniz sonra pişman olursunuz..” uyarısı hatırlatılıyor, Peygamberimizin zamanındaki olaylardan örnekler veriliyor, devletimizin son zamanlardaki çöküşünün illetleri araştırılıyor ve dünya yüzündeki üçyüz milyonu aşkın İslâm için SON ve TEK DAYANMA YERİ’nin TÜRKİYE olduğu açıklanıyordu. Şer’iyye Encümeni Reisi Kırşehir Milletvekili Müfid Efendi Hoca’nın (rahmetli Kurutluoglu)nun okuduğu beyanname “Alem-i İslâm bu neticenin husulünü anlıyacaktır.” cümlesi ile tamamlanıyordu. Meclis, bu dileği alkışlar içinde “İnşallah” temennisi ile karşıladı ve daha sonra Türk Ocakları Reisi Antalya milletvekili Hamdullah Suphi Bey kürsüye geldi : “— Ulemânın yazmış olduğu bu beyânnameyi, memleket içinde en uzak köşelere kadar yayarsak, iğfal edilmiş vatandaş sayısı asgariye iner ve bu masum insanları aldatılmış olmaktan kurtarırız. Şimdi ben, izin verirseniz, İSLÂM DÜNYASI için hazırladığımız bir BEYANNAME’yi tasvibinize arz edeceğim.” başlangıcından sonra aşağıdaki BİLDİRİYİ okudu[14]: “— Güney çöllerinin bir köşesinde, dünyanın seslerini dinliye dinliye yatan sevgili Peygamberimizin ruhlarını ruhlarımızla birleştirdiği İslâm kardeşlerimiz.. Yüce dinimizin SON ASKERLERİ, mahsur bir kale içinde Sizlere sesleniyor: Her taraftan üstümüze hücûm ederek yüksele yüksele Osmanlı vatanını büsbütün boğmak isteyen ölüm kuvvetleri ortasında tehlikelerle çevrili bir ada içinde kalmış gibiyiz. Size seslerini işittirmek isteyenler gayz ve kin ufuklarından kopub gelen tehdid, iftira, yalan ve riyâ görüntüleri arasında hakikatin sesini duyurmaya muvaffak olabilecekler mi? Sınırlarında muharebe yangınları hiç bir zaman sönmeyen, etrafında düşmanlık dalgalarının saldırışı hiç bir zaman nihayet bulmayan Anadolu’dan bu ezeli gaza ve cihâd topraklarından yükselen seslenişimiz, acaba iğfal ve desisenin, aldatmaların diyarlarını aşarak sizleri bulabilecek mi ? Şam’ın, Kurtuba’nın, Kahire’nin, Bağdat’ın düşmesinden sonra İslâm’ın son hilâfet evi İstanbul’da düşman silâhlarının gölgesi altına düştü. Afrika’nın sahilleri üstünden Akdeniz’i baştan başa kuşatan hatıra dolu diyara, Tuna Yalılarından Ural’ın kuzeyine iç Asya’nın ucu buca bucağı olmayan Bozkırlarına, Ganj’ın Pençâb’ın ünü halâ anılan bayındır beldelerine varıncaya kadar birer birer yâdellerin kahır ve cebri altımı giren aziz kardeş yurtlarına ağlarken, nihayet İslâmın kalbi, Peygamberlerimizin ravzasını taşıyan Hicaz ve Yemen kıtaları, Filistin ve Irak, Hindistanı kucaklayan Asya’da İngiliz saltanatı’nın engin, nihayetsiz sahası oldu[15]. Ortaçağ savaşlarında vahşi ve hain bir anlayış içinde, tehlike gelebilecek ülkeleri boşluk hâline çevirme siyâseti, şimdi aynı maksadla Anadolu’yu karşı tatbik ediliyor, Tâki mahkum Hindistan’ı, mahkum Mısır’a bağlıyan yeni esir memleketler, yeni İngiliz sömürgeleri Anadolu içinden gelecek bir tehdidle karşılaşmasın… Bunun için Selçuklu Türklerinden. dokuz-on yüz yıllık bir zamandan beri İslâm’ın kaynağı olan Anadolu’ya taraf taraf istilâ orduları çıkardılar. Bunun için Yunan ordusu ismini taşıyan eşkiya sürülerini çoğunluğu Türk bayındır ve mutlu Türk beldelerinin vurgun, yangın ve bin-bir zulümle ezilmesine ses çıkarmadılar, milletlerarası araştırımı heyetinin kaatili iş başında yakalamış belgesine güz ve kulak tıkadılar, o sen işine devam et, sana güveniyoruz…” dediler, bunun için geçmişinde bütün Mora ve Tesalya Müslümanlarını, Güney Arnavudluk, Makedonya ve Girit Müslümanlarının yokedilmesi kayıtlı bu sefil orduyu kendilerine daha fazla bağlamak için bir İngiliz Generalini başına getirdiler, yollara dökülü göçmen kafilelerini durduracak yerde : “sınırlarınızı geri alınız…” dediler, bununla da kalmadılar, Adana, Maraş, Antep, Urfa gibi en eski İslâm beldelerini Fransız zabitlerinin yönetiminde Ermeni kin ve gazyına parçalanacak av hâlinde terkettiler. Hükümeti, elemli bir anlaşma ile silâhları alınmış orduları dağıtılmış bir millet, Anayurduna musallat olan başıboş bırakılmış yağmacı, yangıncı, saldırganlara karşı şeref ve namusunu savunmasından gayrı ne yapabilirdi ? Biz bu sebeple eski savaşlardan hâtıra kalmış silâhlarımızla, analarımız ve kız kardeşlerimizle, çocuklarımız ve ihtiyarlarımızla düşmanı karşılayarak geri iten bir halk mücadelesine başladık[16]. Saldırıya yardım etmeyen, halkın cephelerini geri almaya razı olmayan namuslu hükümetleri işbaşında tutmadılar. Zorla çekilmeye mecbur ettiler, kızıl ve korkunç bir salib önünde küme küme yurtlarından kaçan göçmen gruplarını arkadan vurdurdular. Unutmayın: Anadolu, dünyanın neresinden olursa olsun VATAN ARIYAN müslümanların SON SIĞINAĞI’dır: Kırım’dan, Kafkasya’dan, Viyana Kapılarından kopup gelen din kardeşlerimizin SON DAYANMA VATANI’dır. İşte parçalamak, dağıtmak istedikleri ülke, dünya müslümanlığına ümid ve hayat olmuş diyârdır. Bu maksadları için umulmadık yalanlara baş vurdular : “— Türklere imzaladıkları anlaşmaları tatbik ettirmek istiyoruz.” dediler ve saldırılarına sebep aradılar. Dünya basınını âlet olarak kullandılar: Asılsız yalanlarla yapılanın karşı koyma olduğu iftirasını yaydılar. Hilâfet merkezi olarak Türklüğe bıraktıklarını ilân ettikleri İstanbul’u işgal, masum askerlerimizi gece baskınlarıyla öldürdüler, Millet Meclisini bastılar, devlet adamlarımızı sürdüler, meşrû hükümetlerimizi işbaşından çektiler, düşmana sığınmakla yetinen, onların adalet ve merhametinden medet umacak kadar anlayışsız, idaresiz bir adamı yeniden iktidara getirdiler, Anadolu dayanışmasını kırmak için kendi hükümetimizi, milletimizin karşısına çıkarmak, Fetva makamını, İslâm’ın şerefi için kanını döken mücahitlerin aleyhine kullanmak gibi şeytanca yolları denediler, gözleri cehil ve kişisel menfaatla bürülü kişileri Anadolu kuvvetlerini arkadan vurmak için saldırttılar, vatanın işgalden kurtulmuş bölgelerinde ayaklanmalar düzenlediler. Orduyu askersiz bırakmak, köylülere Kuva-yı Milliyeyi âsi tanıtmak, milleti kendine şeref veren en asil ve civanmerd evlâdına karşı şüphe ve tereddüde düşürmek bu vatansızların ilk işi oldu. İşte biz, bir taraftan saldırganları geldikleri yerlere kovmak, öte yandan aldatılanları yola getirmekle uğraştığımız bir zamanda sizlere gerçekleri anlatmak istedik. Zira öğrendik ki, Mısır’da ve Hind’de olduğu gibi İslâm’ın başını İslâm’ın eliyle ezen İngilizler, güneyin kızgın çöllerinden, kuzeyin buzlu iklimlerine, Doğu’dan Batı’ya yüzyıllarca savaşdan savaşa koşan milletimizi din yolundan ayrılmış gösteriyorlar. İslâm’ın SON yurdunda, SON kurtuluş cihâdını yapan kardeşlerinize karşı kardeşleriniz, bu zorla yayınlanmış fetvalara karşı cevap olarak Anadolu’nun her tarafında, yüce dinimizin gerçek sesini yükseltti, yüzlerce müftü ve müderrisin müşterek imzalarıyle yayınladıkları fetvalarla doğru yolu milletimize ve tüm İslâm dünyasına gösterdi. “— Düşmanların işgali altında bulunan Hilâfet makamını ve esir halifeyi kurtarmak için ellerinden geleni yapmanın bütün müslümanlar için farz olduğu”nu din bilginlerimiz açıkladılar. Bu şeriat sesini Sizler de duyunuz. İslâm Birliği fikrinin en büyük temsilcisi olan Yavuz Sultan Selim’in dediği gibi “İslâm gönüllerinin bir çatı altında olması yolunda kendisini feda eden Türk Milleti”ne O’nun istiklâl davasına mânevi katkınızı bir saniye eksik etmeyiniz ki, İslâm’ın tam bir yokluğa giden güneşi büsbütün kararmasının. Tekrar âlemimiz üstünde ışıldamaya başlasın[17]. Selâm ve hidâyet her zaman din kardeşlerimizin üzerine olsun.” Hamdullah Suphi Beyin okuduğu beyânnameyi de oya sunan başkan Celâlettin Arif Beyin: “— Her ikisinin de neşrini kabul ediyor musunuz ?” sorusuna, Meclis “hay hay sedaları, hem dahile, hem hârice” sesleri içinde kabulünü belirtti ve Refik Şevket Beyin, bildirinin (Arapça, Farsça, Tatar Türkçesi) de neşri teklifi de kabul edildi. Millet Meclisinin bu kararı, daha vatan kaderini parlâmento eline almazdan iki gün önce, 20/21 Nisan 1920 tarihinde Bursa’da yayınlanarak, hem ülkeye, hem de tüm İslâm dünyasına bildirilen fetva’nın daha geniş tarihi gerçekler, olayların o günden sonra getirdiklerinin ışığı altında genişletilmiş metni idi[18]. Sohbet koyulaşmıştı Hasan Basri (Çantay) Kemâl Paşa’ya Akif’in yakın zamanda yazdığı “Ordunun Duası” şiirini okudu: 1
Yılmam ölümden, yaradan, askerim;
Orduma “Gazi” dedi Peygamber’im
Bir dileğim var, ölürüm isterim:
Yurduma tek düşman ayak basmasın. !
Âmin! desin hep birden yiğitler,
“Allahu ekber!” gökten şehitler.
2
Türk eriyiz, silsilemiz kahraman…
Müslümanız, Hakk’a tapan Müslüman.
Putları Allah tanıyanlar, aman,
Mescidimin boynuna çan asmasın.
Âmin! desin hep birden yiğitler.
“Allah u Ekber!” gökten şehitler.
Âmin! Amin! Allahu Ekber! 3
Millet için etti mi ordum sefer,
Kükremiş aslan kesilir her nefer.
Döktüğü kandan göğe vursun zafer,
Toprağa bir damlası boş akmasın.
Âmin! desin hep birden yiğitler,
“Allahu Ekber!” gökten şehitler,
Amin! âmin! Alîahu Ekber! Allahu Ekber! 4
Ey Ulu Peygamber’imiz nerdesin?
Dinle minaremde öten gür sesin!
Gel, bana yâr ol ki cihan titresin!
Kimse dönüp süngüme yan bakmasın…
Âmin! desin hep birden yiğitler,
“Allahu Ekber!” gökten şehitler,
Âmin! âmin! Allahu Ekber! Allahu Ekber!”[19]
Mustafa Kemâl, “İnşaAllah üstadımız bu şiirden sonra İstiklal Marşımızı da yazar” dedi. Hasan Basri Bey’den “Ordunun Duası” şiirini üstat’ın müsaadesi ile Erkan-ı Harbiyeyi Umimiye Riyasetin’e (Genel Kurmay Başkanlığı) teslim olunmasını istedi. Mehmet Akif “Paşam” “müsaade ne demek? bunlar şehitlerimizin kanı, siz yürek kumandanlarımızın mübarek yürek terlerinize minnetin ifadesidir”. İki dev adam kucaklaştılar. Mustafa Kemal Paşa Taceddin Dergahından ayrılırken tek tek el sıkıştı, sarıldı. Her birinde gözlerinde kendinde gördüğü umudu gördü. Paşa tam giderken Hasan Basri (Çantay) Akif’in Balıkesir Zağanos Paşa Camii vaazının henüz basılmamış nüshalarını verdi. “Okursunuz” dedi. Mustafa Kemal Paşa dikkatle aldı. “Mehmet Akif Bey Sebilüreşad’da ve Hakimiyet-i Milliye’de yayınlarsa seviniriz” dedi. Mustafa Kemâl, Akif’e zaten Sebilürreşad’ı Ankara’da çıkarmasını rica etmişti. Yazıları hem Hakimiyet-i Milliye’de hem de Sebilürreşad’da yayınlanlanmaya başlamıştı. Zaman zaman baskı için kağıt bulamazlarsa Anadolu’nun herhangi bir şehrinde bastırıyorlardı.
Arabacının evine yaklaşırken nene taşları çalı süpürgesi ile süpürmekteydi. “Ana” diye seslenir seslenmez. Nene “Bey, Paşa geldi. Paşa oğlum geldi” gel dışarı diyordu. Mustafa Kemâl anaya sarıldı her zaman ki çevikliği ile ellerinden öpüverdi. Nene artık itiraz etmiyor. Bir tek Paşa ellerinden öpebiliyordu. “Baba” dedi nasılsın görüşmeyeli. “İyiyim oğul Akif’in Balkan Harbi için yazdığı“Cenk Şarkısı” eserini okuyordum”. Paşa “baba kalp kalbe karşıymış bende biraz önce Mehmet Akif Bey ve arkadaşlarıyla birlikteydik. “Ordunun Duası” şiirini okuduk” dedi. Arabacı “Cenk şarkısı”nı yeniden okumaya başladı Mustafa Kemâl’e. Kahraman askerlerimize armağan
Yurdunu Allah’a bırak çık yola;
“Cenge” deyip çık ki vatan kurtula…
Böyle müyesser mi gazâ her kula
Haydi, levend asker, uğurlar ola!
Ey sürüden arkaya kalmış yiğit!
Arkadaşın gitti, yetiş sen de git.
Bak ne diyor, cedd-i şehidin, işit:
“Durma git evlâdım, uğurlar ola!”
“Durma git evlâdım, açıktır yolun.
Cenge sıvansın o bükülmez kolun;
Süngünü tak, ön safa geçmiş bulun,
Uğrun açık olsun, uğurlar ola!”
“Yerleri yırtan sel olup taşmalı,
Dağ demeyip, taş demeyip aşmalı!
Sendeki coşkunluğa el şaş malı,
Haydi git evlâdım, uğurlar ola!”
“Yükselerek kuş gibi Balkan’lara
Öyle satır at ki kuduz Bulgar’a:
Bir daha Osmanlı’ya güç sırtara
Git de gel evlâdım, uğurlar ola.”
“Düşmana çiğnetme bu toprakları,
Haydi kılıçtan geçir alçakları!
Leş gibi yatsın kara bayrakları,
Kahraman evlâdım uğurlar ola!”
Balkan’ı bildin mi nedir hemşeri?
Sevgili ecdâdının en son yeri,
Bir sıla isterdin a çoktan beri
Şimdi tam vaktidir… Uğurlar ola!…
Balkan’ın üstünde sızan her pınar
Bir yaradır, durmadan içten akar!
Her taşın kalbini deşsen bir mezar
Gör ne mübarek yer, uğurlar ola!
Eş hele bir dağları örten karı;
Ot değil onlar, dedenin saçları!
Dinle: şehid sesleridir, rüzgârı!
Durma levend asker… Uğurlar ola!
Ey vatanın şanlı gazâ mevkibi
Saldırınız düşmana arslan gibi.
İşte Huda yâveriniz, hem Nebî.
Haydi gidin, haydi uğurlar ola!
4 Teşrinievvel 1328 (1912)[20]
Arabacı İsmail Efendi “Cenk Şarkısı” şiirini bitirince Mustafa Kemâl Balkanları hatırladı. Hüzünlendi. Fakat artık acı ile o kadar yoğrulmuştu ki Türk Milletinin her zaman olduğundan daha çok bugünlerde çelik idareli Mustafa Kemâl’lere Ka’be gönüllü Arabacı İsmaillere ihtiyacı vardı. Cebinden Mehmet Akif’in Balıkesir Zağnos Paşa camii vaazını çıkardı. “Şairimiz nasılda güzel konuşmuş baba. İslâm’ı ilimde derinleşenlerin gözüyle anlatarak Millî Mücadeleye Anadolu insanını nasıl da kazanıyor?”
MİLLÎ MÜCADELE İÇİN[21]6. Şubat. 1336 (1920) Al-i İmran Suresinden Balıkesir´de Zaganos Paşa camii şerifinde(2) Cuma günü, Va’tesimû bihabli(A)llâhi cemî’an velâ teferrakû(c) veżkurû ni’meta(A)llâhi ‘aleykum iż kuntum a’dâen feellefe beyne kulûbikum feasbahtum bini’metihi iḣvânen vekuntum ‘alâ şefâhufratin mine-nnâri feenkażekum minhâ(c) keżâlike yubeyyinu(A)llâhu lekum âyâtihi le’allekum tehtedûn(e)Al-i İmran Suresi/103. Ayet.Meali “Hepiniz birden Allahın bağına sımsıkı sarılınız. Sakın aranıza ayrılık, gayrılık girmesine meydan ´bırakmayınız. Allahın hakkınızdaki nimetini düşününüz. Hani sizler, birbirinize düşmandınız. Cenabı Hak kalplerinizi birleştirdi de Onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Hani sizler bir zaman ateş çukurunun ta kenarına kadar gelmişiniz de Cenabı Hak sizi oradan kurtarmıştı!”Tefsiri
Ey Müslüman! Cihan alt üst olurken seyre baktın, öyle durdun da,
Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda!
Hayat elbette hakkın… Lâkin, ettir haykırıp ihkâk(hak ettirmek);
Sağırdır kubbeler, bir ses duyar: davayı istihkak(kazanılmış hak).
Bu milyarlarca davadan ki inler dağlar, enginler;
Oturmuş ağlayan âvâre bir masumu kim dinler?
Emeklerken sabi tavriyle topraklarda sen halâ;
Beşer doğrulmuş etmiş, bir de baktın cevvi(hava, boşluk) istilâ:
Yanar dağlar uçurmuş gezdirir beyninde dünyanın;
Cehennemler batırmış yüzdürür kalbinde deryanın;
Eşer a´makı, izler keşfeder edvarı hilkatten
Deşer afaki(ufuklar), bir şeyler sezer esrarı kudretten;
.
Zemin mahkûmu olmuştur, zaman mahkûmu olmakta;
O, heyhat, istiyor hâkim kesilmek bu´di(uzaklık) mutlaka!
Tabiat bin çelik bazuya(pazı) sahipken, cılız bir kol
Ne kahır saltanat sürmektedir, bak bak da hayran ol!
Hayır, bir kol değil, binlerce, milyonlarca kollardır,
Yek ahenk(hiç değişmeden) olmuş işler, çünkü birleşmekte muztardır(çaresiz):
Bugün ferdî mesainin nedir mahsulü hep hüsran,
Birer beyhude yaştır damlayan efradın alnından!
Cihan artık değişmiş, infiradın(yalnız) yoktur imkânı,
Göçüp mamurelerden boylasan, hatta, beyabanı(çöl).
Yaşanmaz böyle tek tek, devri hazır: devri cemiyet.
Gebermek istemezsen, yoksa izmihal(yok olma) için niyet,
Şu vahdet tarumar(karmakarışık) olsun diyip saldırma İslama;
Uzaklaşsan da imandan, cemaatten uzaklaşma!
İşit, bir hükmü kat´î var ki istinafa(yeniden başlama) yok meydan:
“Cemaatten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allahtan.”
Nedir iman kadar yükselterek alçak bir ilhadı(dinsizlik),
Perişan eylemek zaten perişan olmuş ahadı(kişi)?
Nasıl yekpare milletler var etrafında bir seyr et,
Nasıl tevhidi ahenk eyliyorlar, bak da al ibret.
Gebermek istiyorsan başka… lâkin, korkarım, yandın.
Ya sen mahkûm iken, sağlık, ölüm hakkım mıdır sandın?
Zimamın(yular) hangi ellerdeyse artık onlarınsın sen;
Behimî bir tahammül varlığından en büyük hissen!
Ezilmek, inlemek, yatmak, sürünmek var ki âdettir;
Ölüm dünyada mahkûmîne en son bir saadettir
Desen bin kere “insanım” o, kanmaz, hem niçin kansın?.
Ya sen hürriyetin, hakkın masun oldukça insansın!
Bu hürriyet, bu hak bizden bugün ahengi sa´y(çalışma, gayret) ister;
Değil üç dört alından, hep alınlardan boşansın ter[22].
Evet, biz müslümanlar cihan çalışırken, didinirken, uğraşırken, namütenahi terakkiler, namütenahi inkılaplar geçirirken uzaktan seyirci sıfatiyle baktık. Bilhassa şu son senelerde başımıza birçok felâketler yağdı. El´an çilemizi doldurmadık. Sebebi? Hep seyirci kalmamız, din işlerinde olduğu gibi, dünya işlerine karşı da bigâne durmamızdır. Hayat, herkesin hakkıdır. Evet, Allah´ın bütün yarattıkları, hayat hakkına maliktir. O halde Allah´ın diğer mahlûkları arasında biz de yaşamakta haklıyız. Lâkin bilirsiniz ´ki haklı olmak başka, haklı çıkmak yine başkadır! Herhangi hak olursa olsun ihkak olunmadıkça (hak olarak yaşatılmadıkça) sahibine hiç bir menfaat temin etmez. Bugün hangi milletin mahkeme-i adaletine koşsanız elinizde kuvvetiniz varsa derdinizi duyurabilirsiniz. Yok, böyle yapmaz da ağlarsanız; onun insanlık hissine, medeniyet hissine ilticaya kalkışırsanız hüsrandan başka bir netice elde edemezsiniz, istihkak davasını yükseltebilir misin, herhangi mahkemeye gitsen haklısın. Yoksa milyonlarca, milyarlarca mahlûk: – Yaşamak hakkımdır, bu hakkı benden kimse alamaz!.. Diye haykırıp dururken senin, tenim gibi bir miskin, bir köşede ağlamış, inlemiş, merhamet dilenmiş hiç tesiri olmaz, hatta duyulmaz. Çocuk yürümezden evvel bilirsiniz ki emekler. Biz müslümanlar da tıpkı henüz doğrulamayla, yürüyemeyen sabiler gibi yerlerde emekler dururken bir de gözümüzü açtık, gördük ki etrafımızdaki milletler göklerde uçuyorlar. Gelip çöldeki masumların tepesine ateşler yağdırıyorlar. Biz Bandırma’dan İstanbul’a kadar adam akıllı vapur işletemezken herifler bahri muhiti altından geçiyorlar. NewYork’tan dalıyorlar, Hamburg´tan çıkıyorlar ki aradaki mesafe bizim vapurların ayağıyle bir aylık yoldur. Berlin’den uçuyorlar, Trabzon’a konuyorlar. Biz ise halâ yer yüzünde yürümeyi temin edemedik. Tabiat bin çelik bazuya sahipken insanın bir cılız kolu nasıl kâinata hakim oluyor? Nasıl bu kadar tabiî kuvvetleri hükmü altına alıyor? Hayır, yanlışın var. Bu kadar işleri gören bir kol değil, binlerce, milyonlarca koldur. Bunların hepsi bir araya gelmiş, teşriki mesai etmiş!
*, geceli gündüzlü çalışıyorlar, uğraşıyorlar. Çünkü anlamışlar ki birleşmeseler kendilerini her taraftan kuşatan tehlikelere karşı duramayacaklar. Demek birleşmekte zaruret var. Bu iztırar(zorlama) olmasaydı, birleşmeleri de mümkün olmazdı.
İşte biz şimdi derdimizin başını bulduk. Başkaları zarureti görünce birleşmişler, biz ise o zarureti görmediğimiz, için bu birliği vucude getirememişiz, yahut gördüğümüz halde birliği temin etmek cihetine yanaşmamışız. Bugünkü hayatın, maişetin, bugünkü ihtiyaçların aldığı tarz itibariyle bir insan tek basma bir iş göremiyor Bütün işler şirketler, cemiyetler, millet tarafından meydana getiriliyor. Ne fabrikalar, ne demir yolları ne vapurlar, ne limanlar, ne hastahaneler, ne camiler, ne mektepler, ne ticarethaneler, ne de din ve vatanı müdafaa edecek toplar, tüfekler, cephaneler..´ elhasıl(kısacası) hiç bir şey ferdin sayı ile, yani tek başına çalışmasıyle kabil olamıyor. Bugün hayat öyle bir şekil almış ki tek başına çalışan bir adamın alnından damlayan terler, tıpkı gözyaşı gibi dökülüp gidiyor, hiç bir fayda temin etmiyor, ne zaman bir yere gelmiş binlerce alın birden terlerse, işte o vakit bu sa´yin(çalışma) yer yüzünde bir esen, bir izi görülebiliyor. Madem ki tek başına sarf olunan çalışmanın kıymeti yoktur, biz de aramızda vahdeti temin ederek topluca çalışmaya koyulmalıyız. Cemaatsiz yaşamaya, cemaatten ayrılmaya gelmez, cemaati İslâmiyenin çokluk sağlaması için çalışmalıyız. Ufak sebeplerle birbirine küsmemeli. Biliyorsunuz ki yabancılar asırlardan beri tefrika(ayrılık) tohumlarını aramıza serptiler. Bir hayli de mahsul aldılar. Biz gözümüzü açsaydık bugün altında inim inim inlediğimiz şu felâketleri elbette görmeyecektik. Her ne ise geçmişe esefin faydası yoktur. Maziden yalnız ibret alınır. Eğer müslümanlar yaşamak istiyorlarsa cemaat arasında nifaka, şikaka, dargınlığa, küskünlüğe, ayrılığa, gayrılığa meydan açabilecek en ufak sözlerden, en ehemmiyetsiz görünen hareketlerden bile çekinmelidirler. Yok, yaşamak istemezlerse ona diyecek yok. Ancak bu hal ile insan gibi yaşamak elde olmadığı gibi yaşamamak ta elde değildir. Çünkü biz maazallah hakkı hayatımızı kaybettiğimiz gün mahkûmiyet felâketine düşeriz ki bizi tahakkümleri altına alanların nazarında hayvandan farkımız kalmaz. Hayvan gibi bizi kendi hesaplarına işletirler, sırtımızdan menfaatlerini temin ederler. Dünyanın yedi iklim dört köşesinden sürü sürü, ordu ordu getirilmiş, renk renk mahkûm milletlerin ne halde bulunduklarını gözümüzle gördük. Maazallah sonra biz de onlar gibi oluruz. Biz sığırlarımızı, beygirlerimizi nasıl kul- lanıyorsak onlar da bizi öylece kullanırlar. Acaba biz müslümanlar niçin bu hale düştük? Bunun illetini ben şöyle görüyorum: Doğduğumuz günden itibaren babalarımız, analarımız, hocalarımız, siyasîlerimiz, ediblerimiz şairlerimiz, muharrirlerimiz bize istikbal için ümid verecek bir şey söylemediler. Ben çocukluğumdan beri: “Biz yaşamayız. Avrupalılar terakki eylemiş. Siz çok fena günler göreceksiniz!.. Nakaratından başka bir şey işitmedim.
“Çocuklar, siz geceli gündüzlü çalışınız ki bu memleket kurtulsun…”
Diye bizleri sa´ye, mücahedeye(gayret) sevk edecekleri yerde rast gelen adam ruhlarımıza, kalplerimize yeis mayası aşıladı. Garbin terakkilerinden bahsederlerken diyeceklerdi ki: “Evlâtlar, görüyorsunuz ya, Avrupalılarla bizim aramızda çok mesafe var. Bu mesafeyi telafi edecek süratte çalışınız. Yoksa daha geride kalır, mahvolursunuz. Sakın azminize fütur getirmeyiniz… Evet, böyle diyeceklerdi. Lâkin demediler. Bilâkis yüz binlerce halk bu devletin batacağına kail idi. Bir taraftan Avrupalıların terakkileri gözlerimizi kamaştırdı. Diğer tarafdan muhitimizin bu gibi makûs telkinleri sinirlerimizi uyuşturdu. Onun için ileri gidemedik. Halâ o yeis ruhlarımızda hükümrandır. Biz Kitabullahı hiç düşünmedik. O Kitabullah ki bir çok âyet-i celîlesiyle ümmeti İslâmiyeyi yeisden, azimsizlikten sakınmağa davet ediyor. Estaizubillâh (ya beniyyezhebû fetehassısû min Yûsufe ve ehıhi vela teyesü min rayhi-llahi innehû la yeyesû min ravhi-llahi illel kavmul kâfirun) yani. “Oğullarım, gidiniz, Yusufla kardeşini araştırınız, sakın Allanın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira şunu iyi biliniz ki kâfirlerden başkası Allahın inayetinden ümidini kesmez.” Demek ki bir müslüman için Allahın inayetinden, merhametinden ümidi kesmek küfürdür. Sonra sure-i Hicirde (Kale ve men yaknatu min rahmati rabbihi ille-d-dallun) buyuruluyor. Bu Âyet-i kerîme Hazreti İbrahim’in lisanından varid olmuştur. Melekler: “Allah sana halim selim, hayırlı bir oğul ihsan edecektir.” dediler. O da “ben artık doksan yaşıma geldim. Bundan sonra çocuğum olur mu?” deyince “bizim sana verdiğimiz müjde haktır, doğrudur. Sakın bu saadetin husul bulacağından ümidini kesme. Allah´ın inayetinden yeise düşme” dediler. Bunun üzerine Hazreti İbrahim: “Hâşâ Cenabı Hakkın inayetinden, kereminden ancak dalâlete düşenler ümidi kesebilir, yeise düşebilir.” buyurdular. Erbabı iman için yeise düşmek imkânı yoktur. Elhasıl nazarı İslâmda Allah´tan ümidi kesmek haramdır. Haram da değil, küfürdür, şirktir. Ancak Mevlânın merhametine bel bağlayarak emrettiği yolu tutmamak tabii caiz olmaz. Allah´ın inayetini temenni için, elbette o inayete velev cüz´i olsun istihkak lâzım. Allahın feyzi boldur. Şu var ki o feyze istidad (kabiliyet) şarttır. Kitabullah´da buyuruluyor kim: “Allah yolunda, hak yolunda mücahede edenler için tevfik, hidayet mev´uddur(vaad edilmiştir), muhakkaktır.” Evet bu Âyet-i Kerîme sarahten gösteriyor ki: O halde daha ne istiyoruz? Niçin bu feyze, bu inayete kabiliyet gösterebilmek için çalışmıyoruz? Bu dünyada hiç bir şeye güvenilmez. Ne servete, ne sıhhate, ne akla, ne ilme, ne ahlâka, elhasıl hiç bir şeye dayanılmaz. Bakarsınız: milyonlarca servet mahvolur, en metin sıhhatler bir an içinde devrilir; en temiz huylar değişir, kirlenir. Hülâsa maddî, manevî, ruhanî, cismanî, ne varsa hiç biri için beka tasavvur edilmez. En sağlam yapılı hükümetler çöker. Dünyaya meydan okuyan saltanatlar, bakarsınız, yıkılır gider. Dünyaları huzurunda titreten kudretler bir varmış bir yokmuş sırasına girer. Güvenecek, Allah´ın merhameti, Allahın inayetidir. Allah´ın emirlerine inkıyad etmeli; onun yapmâyınız dediği şeylerden sakınmalı, Cemaati İslâmiye el ele vermeli, çalışmalı. Evet, vahdet lâzımdır için de. İslâm bundan bin üçyüz şu kadar sene evvel dünyanın en ücra bir köşesinde karanlıklar arasından bir kandil gibi parladı. Pek az zaman içinde o kandil büyüdü, bedir oldu. Daha büyüdü, güneş oldu. Nuru bütün âlemi kapladı. Yirmibeş sene zarfında yirmibeş bin senelik bir tealiye mazhar oldu. Bu mazhariyetin sırrı Ashabı Kiram (rıdvanullah aleyhim ecmain) hazerâtının el birIiğiyle çalışmaları idi. İslâm’dan evvel aralarında senelerce, hatta asırlarca süren bir çok kanlı muharebeleri intaç eden, ne kadar kabile gürültüleri ,aşiret kavgaları varsa hepsini unuttular. Bilirsiniz ki, Ashabı kiram iki kısmıdır: Ansar, Muhacirin. Bu isimler Cenabı Hak tarafından kendilerine verilmişti… “Ansar” esasen Medine´de bulunanlardır. “Muhacirin” evvelce Mekkeli olup da müşriklerin eza ve cefasından dolayı aleyhisselatü vesselam efendimizin arkasından Medine´ye hicret edenlerdir. Bu ansarın muhacirlara karşı yaptıkları fedakârlıkların tarihi âlemde hiç bir misli görülmemiştir. Ansar-ı kiram (Evs) ile (Hazrec) kabilesine mensuptur. Bu iki kabîle esasen amca çocuklarıdır. Lâkin müruru zaman ile Evsîlîk-Hazrecîlik meselesi bu iki kabileyi birbirine düşman yaptı. Değil akvamı iptidaiye, en terakki etmiş milletler de bile, asabiyet gürültüleri en müthiş muhasamata sebebiyet verir. İşte bunların, beyinlerindeki muharebe yüz seneden fazla devam etti. Hatta hicretten bir sene evvel de ayni harp tazelenmişti. Bunlar şeref-i İslâm ile müşerref olunca İslâm onları barıştırdı. Kardeş oldular. Peygamber Aleyhisselâm´a destek oldular. İslâmı neşr için fedayı can etmeye başladılar. Âshab-ı Kîram´ın giydikleri libaslar neresinden eskirdi, bilir misiniz? Omuzlarından. Çünkü daima cemaatle kıldıkları namazda saflar âdeta sabun kalıpları gibi idi. O ayrı ayrı vücutlar yekpare birer duvar kesilirdi. Aralarından su sızmaz, hava geçmezdi. Görüyorsunuz ya, Aleyhissalâtü Vesselam efendimizin safları düzeltmeye atıf buyurdukları ehemmiyet neden dolayı imiş. Hep camaati arasındaki birliği sağlamlamak! Fakat müslümanların bu hali o zaman Medine´de bulunan yahudilerin hiç hoşuna gitmiyordu. Hatta günün birinde şöyle bir vak´a oldu: İhtiyar yahudinin biri baktı ki ansari kiramdan bir kaç genç bir arada oturmuşlar, tasavvur edilemiyecek bir samimiyetle konuşuyorlar, musahebe ediyorlar. Herif bunu görünce İslâmın âtisinden kendi hesabına ürktü. İçi gıcıklandı. “Ne olacak bu, dedi; bir az daha böyle giderse bize ekmek kalmayacak…”Bunun üzerine bir delikanlı yahudi buldu. “Git, şunlara Evs ile Hazrec arasındaki vukuatı hatırlat, geç!” Dedi. O da gitti. Her iki tarafa ait şairlerin vaktiyle olup biten maceraları musavvir(tasvir) olmak üzere söylemiş oldukları şiirleri okudu. Bunun üzerine gençlik saikasiyle(sebebiyle) her iki tarafın kabadayılık damarları galeyana geldi. Her biri kendi kabilesinin kahramanlığını sayıp dökmeye başladı. İş alevlendi. Hatta biri: “İsterseniz o geçmiş vak´aları tazeleyebiliriz” sözünü ortaya attı. Bunun üzerine ötekiler: “Hay hay! Sizden ne korkumuz var? Dediler. Hepsi ayaklandılar. Silâhlarını alıp Medine haricindeki taşlık bir vadiye çıktılar. Muharebe başlamak üzere İken vakadan haberdar olan Aleyhissalâtü Vesselam efendimiz hemen oraya koştular. Hazreti peygamberi görünce her iki taraf durdu. Aleyhissalâtü Vesselam efendimiz yüksekçe bir yere çıkarak: “Ey müslümanlar! Allah´tan korkunuz; Allah´tan korkunuz! Aklınızı başınıza alınız, daha ben sağ iken, henüz aranızda bulunurken cahiliyet davalarıylamı ayaklanıyorsunuz? Bu hareketlerinizin akıbeti nereye varacağını düşünmüyor musunuz? Mealinde gayet müessir, gayet beliğ ve muhtasar bir hutbe irad buyurdular. Bunun üzerine her iki tarafın aklı başına geldi. Yaptıklarından pişman olarak ağlaşa ağlaşa sarmaşıp barıştılar. İşte bu vak´ayı müteakip şu âyet-i celîle nazil oldu ki: “Ey müslümanlar, kendilerine sizden evvel kitap gönderilenlerden bir kısmına uyacak olursanız siz şerefi iman ile müşerref olmuşken onlar sizi yeniden küfre sokarlar. Ya siz henüz aranızda Cenabı Hakkın âyeti celîlesi okunup dururken, Allah´ın peygamberi içinizde yaşıyorken, nasıl bu suretle küfür yolunu tutarsanız? Kim Allah´ın gönderdiği rabıtaya sımsıkı sarılacak olursa doğru yolu bulmuş olur. Ey muslümanlar, Allah´tan nasıl korkmak icab ederse öylece korkunuz! Ve ancak müslüman olarak müslümanlıkta can veriniz. Sonra, hepiniz birden Allah´ın ipine sımsıkı sarılınız. Sakın aranıza ayrılık gayrılık girmesine meydan bırakmayınız. Allah´ın hakkınızdaki nimetini düşününüz. Hani sizler birbirinize düşman idiniz; Cenabı Hak kalplerinizi feyzi İslâm ile birleştirdi de onun sayei nimetinde kardeş oldunuz. Hani sizler bir zaman ateş çukurunun ta kenarına kadar gelmiştiniz de Cenabı Hak sizi oradan kurtarmıştı. İşte, belki tariki hidayeti bulursunuz, diye, Cenabı Hak âyeti celîlesini size böyle sarih olarak tebliğ buyuruyor...” işte bin üçyüz bu kadar sene evvel nazil olan bu âyati celilenin hükmü kıyamete kadar bakidir. Sebebi nüzûli olan vak´a maalesef tekerrür edip duruyor. Binaenaleyh müslümanlar aralarında ayrılığı gayrılığı mucib olacak en ufak hadiselerden, dargınlığı intaç (sona erdirme) edecek en hafif hareketlerden, sözlerden kafiyen(yeterince) çekinmelidir. Fırkacılık, komitacılık… Bunlar artık susmalı. El birliğiyle bugün vatanı müdafaa etmeli. Asla meyus (ümidsiz) olmamalı. Emin olmalıyız ki canla başla çalışarak, aradaki tefrika sebeplerini kaldıracak olursak vatanı kurtarırız. İnşAllah bundan sonra âlemi İslâm hakkındaki tecelliyi celâl, cemale inkılap edecektir. Önümüzde hamdolsun birçok beşaretler(müjdeler) var. Bugün bütün müslümanlar uyandı. Gerek dünyayı, gerek kendilerinin dünyadaki mevkilerini artık anlamaya, başladı. Sonra gözleri büsbütün açıldı. Müslümanlar kendi başlarını kurtarmaya, kendi hakkı hayatlarını ihkak (mazlumun hakkını zalimden almak) etmeye çalışmazlarsa kıyamete kadar zillet içinde, meskenet(miskinlik, fakirlik) içinde kalacaklarını anladılar. Ona göre çalışmaya başladılar. Başkalarından merhamet, adalet dilenmenin, mürüvvet, insaniyet beklemenin pek beyhude olduğunu bilfiil gördüler; Asırlardan beri dalmış oldukları uykudan artık silkiniyorlar. inşAllah bu intibah (uyanış) devam edecek, bütün cihanı İslâm’a yayılacak, yakın zamanda bir gün gelecek ki İslâm asırlardan beri kaybettiği şevketini, kudretini, azametini yine istirdad (geri alma) edecektir. Bütün aleyhimizdeki ceryanlar bir az değişmiş, eskisinden bir az daha iyileşmiş görünüyorsa, emin olunuz ki bu inkilâp hep vatanı müdafaa yolunda masruf olan bu mücahedelerinizle âlemi İslâmın lehimizdeki galeyanları, tezahürleri sayesindedir. Ey camaati müslimin! Memleketlerinizi kurtarmak için devam eden mücahedatmızda bir noktaya son derece dikkat etmelisiniz! Bu hareketlerin, bu himmetlerin sırf müdafai din ve vatan gayesine müteveccih (yönelik) olduğu yar ağyar nazarında tamamiyle anlaşılmalıdır. Fırkacılık, menfaatçilik, komitecilik gibi hislerden külliyen Müberra (aklanmış) olduğuna yakındakilere uzaktakilere tamamiyle kanaat gelmelidir. Bu kanaati zerre kadar sarsacak bir harekete, bir söze kimse tarafından meydan verilmemelidir. Hususî emeller, hususî içtihadlar, yine hususî olarak sahiplerinin kafasında, kalbinde kalmalıdır. Çünkü gaye birdir. Efrad (kişiler, askerler) tarafından o müşterek gayeye karşı gösterilecek ufacık bir inhiraf (sapma) son derece muhtaç olduğumuz vahdeti temelinden sarsmaya kâfidir. Onun için bundan son derece sakınmalıdır. Camaat içinde herkesin uhdesine düşen bir vatanî vazife, bir dini farz vardır ki; onu ifa hususunda zerre kadar ihmal göstermek caiz değildir. Bu hususta hiç bir fert kenara çekilerek seyirci kalamaz. Çünkü düşman kapılarımıza kadar dayanmış, onu kırıp içeri girmek, harimi namus ve şerefimizi çiğnemek istiyor. Bu namerd taarruza karşı koymak kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, ihtiyar… her fert için farzı ayn olduğu, bir lahza hatırdan çıkarılmamalıdır. Bugün herkes varını yoğunu sarf ile mükelleftir. Osmanlı saltanatını ihya(diriltme) için “Karesi”nin(Balıkesir), bu kahraman İslâm muhitinin vaktiyle ne büyük fedakârlıklar gösterdiği herkesin malûmudur. Rumeli´yi bastan başa fetheden hep bu topraktan yetişen baba yiğitlerdi. O kahraman ecdadın torunları olduğunuzu isbat etmelisiniz. Anadoluyu müdafaa hususunda diğer vilâyetlere ön ayak olmak şerefini siz ihraz ettiniz(kazandınız). Sa´yıniz meşkûrdur(kabul, övülmüştür). İnşAllah bu gan-u şeref (şerefinizin cemi) kıyamete kadar artar gider. İnşAllah vatanımızın haysiyeti, istiklâli, saadeti, refahı, ümranı dünyalar durdukça masun(korunmuş) ve mahfuz kalır[23].
“Akif’ten Allah razı olsun”. “Allah senden de razı olsun oğul, diline gönlüne sağlık” “Böyle şairlerimiz ve iman sahibi insanlarımız olduğu müddetçe yeis yok” “İman imkânları doğuracaktır paşam” dedi. Arabacı Akif’in çok sevdiği Muhammed İkbal’den bir şiirle Mustafa’sına Sarı Paşa’sına İslâm Dünyasının ona karşı duyduğu muhabbeti hatırlatmak istiyordu. İkbal Türk İstiklâl Mücadelesini Hindistan müslümanlarına örnek gösteren yazılar ve şiirler yazıyordu. Mustafa Kemal Paşa’ya büyük hayranlık duymaktaydı. İkbal O’nun Türk milletini mutlaka başarıya götüreceğini söylemişti[24]. “Oğul” övülmeyi sevmezsin ama ülkeler ötesinden bütün Müslümanların duası; Türk Milleti ve seninle. İkbal şu şiiri senin için yazmış” dedi. Paşa şafak kızıllığında mahcup oldu. Mustafa Kemal’in “okuma baba” deme ihtimalini düşünerek Arabacı okumaya başlamıştı bile:“Bizans İmparatorluğunu yıkan Türk arslanı gene uyanacak, gene kükreyecek ve düşmanlarını titretecektir”
“MUSTAFA KEMAL PAŞA’YA SESLENİŞ,
Bir millet var…biz onun varlığı ile ulaştık İlâhi Kanunların gizli gerçeklerine.
Bir bakışla yön verdi bizlere… dağlar aştık.
Dünya güneşi olduk, bir kıvılcım yerine…
Aşk mı vefasız bize. Neden gönlümüz küllük.
Kusurlarımız mı çok. Küçüldükçe küçüldük…
Rüzgarları Çölden esin! Bize yaraşır matem…
Meltemin nefesinde aşan her gonca, elem.
“Ah”oldu kubbemizde nağmelenen ezanlar…
Bir inilti gibiyiz … Nerede o borazanlar.
Bir zamanlar avları taşırdı atlarımız…
Şimdi avlanan biziz… kırık pusatlarımız[25]”.
Paşa sessizce Arabacı İsmail’in evinden ayrılırken “baba gecikirsem bilesiniz işlerimiz çok yoğundur” Nene “biliriz oğul biliriz hiç gelmesen de biz özlesek de sen Türk Milletinin paşasısın” diye söze girdi. Mustafa Kemâl bir çocuk saflığında arabacıya ve neneye memleket dolusu bir yürekle sarılırken hafiften yağmur damlaları Ankara üstüne düşüyordu.
[1] Cemal Kutay, Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevi Mimarları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1972, s. 122. [2] Cemal Kutay, a. g. e., s.123. [3] Kazım Öztürk, Atatürk’ün Açık ve Gizli Oturumlardaki Konuşmaları, Cilt I, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1992, s. 205. C: 2, B:30, Sa:208-209, Ta: 8.7.1920. [4] Kazım Öztürk, a. g. e., s. 206-207. [5] Kazım Öztürk, a. g. e., s. 208. [6] Kazım Öztürk, a. g. e., s. 270. C: 3, B: 48, Sa: 195, 197, 203, 204, 205, 206, 207, Ta: 14.8.1920. [7] Kazım Öztürk, a. g. e., s. 270. [8] Kazım Öztürk, a. g. e., s. 271-272. [9] Siyasi hayatının yanı sıra Türk Ocakları Reisliğini yürüttü. [10] Kazım Öztürk, a. g. e., s. 2273-282. [11] Doç. Dr. Salih Güney, Davranış Bilimleri Açısından Atatürk’ün Liderliği, Ocak Yayınları, Ankara, 1999, s. 110. [12] Cemal Kutay, a. g. e., s.27. [13] Cemal Kutay, a. g. e., s. 223. (Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, Birinci Cild, 9 mayıs 1336 (1920) sahife 284). [14] Cemal Kutay, a. g. e., s. 223-224. (Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi Birinci Cild, onüçüncü içtima, dördüncü celse, sahife 286) [15] Cemal Kutay, a. g. e., s. 225. [16] Cemal Kutay, a. g. e., s. 226. [17] Cemal Kutay, a. g. e., s. 227-228. [18] Cemal Kutay, a. g. e., s. 228. [19] Mehmet Akif, (Eseri tertip eden: Ömer Rıza Doğrul) Safahat, İnkilâp ve Aka, İstanbul, 1923, s. 533-534. [20] Mehmet Akif, a. g. e., s. 535-536. [21] Bu konuşma 6. Şubat 1336 (1920) yılında Balıkesir’de yapılmış, Balıkesir mektubu olarak da Sebilürreşad Mecmuası 28. Kanuni Sani 1337(28. Ocak.1921) sayısında yayınlanmıştır. [22] Alınlar Terlemeli, İstanbul, 3 Teşrinievvel 1334 (1918) [23] Mehmet Akif, Millî Mücadele İçin, Balıkesir Zağanos Paşa camii Şerifinde, 1920. [24] Prof. Dr. Mehmet Saray, Atatürk ve Türk Dünyası, TTK, 1995, Ankara, s. 45. [25] Prof. Dr. Mehmet Saray, a. g. e., s. 45-46.