Ankaralı Arabacı İsmail ve Mustafa Kemâl – XVI

araba3

 
Hilmi ÖZDEN

Matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Bey o akşam Mustafa Kemâl’i de dostlar meclisine götürmüştü. Bir arkadaşı Niyazî Mısrî’nin

“Kırık bin pâre[1] eden şîşe-i kalb[2]i celâlindir
Yine her pâresinde görünen rûy-i cemal[3]indir
 
Nicesi baksın etrafa ya Ahkaf yâhut Kaf[4]’a
Şu Anka kim anın gönlü nazargah-ı hayâlin[5]dir
 
Bulunmaz lâmekanîdir bilinmez bînişâni[6]dir
Hemîn ancak sana kuldur senin ehl-ü iyalin[7]dir
 
Dağıldı “mim” “sad” “ra[8]” bozuldu nisbet-i suğra[9]
Benim bu nisbetim ne mahındır ne salin[10]dir”
 
nihâvend ilâhisini kanunla icra ettikten sonra sözü Yüzbaşı aldı ve Seyyid Hoca’nın aydınlatıcısı Trabzonlu Mustafa’nın çok nüktedan olduğundan bahsetmeye başladı. Ona bir krifos;[11]Trabzonlu Mustafa, Muhammed peygamber miraca nasıl çıkmış” deyince o “ne var bunu bilemeyecek, İsa Resul’ün unuttuğu merdivenle” deyivermişti ve böylece onun düşüncelerinin yanlışlığını kibarca eleştirmişti. Yüzbaşı Mustafa Bey “yanında sessiz oturan küçük Kemâl’e döndü “Unutma Kemâl miracı gökyüzüne olmuş sananlar hâşa Allah’a gökte mekan atfeden Hıristiyanlar, Museviler gibi düşünüyor demektir. Maalesef Müslüman müfessirler ve alimlerin bazıları İsrailiyat’tan etkilenmişler ve onların teolojik mantıklarını almışlardır. Cenab-ı Allah her yerdedir. Mekan ve zaman onu ihata edemez. O zaman ve mekanı ihata eder.

Hadîd Suresi/3.Ayet’de Kur’an-ı Kerim’de buyrulur “O, evveldir ve ahirdir, zahirdir ve bâtındır. Ve O, herşeyi en iyi bilendir“. Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın(bâtınu), ve huve bi kulli şey’in alîm(alîmun).(). Allah’ı gökler kapsayabilirmi? O şanı yücedir, hâşa yıldızlar misali gökte mi olacaktır. Göklere miracı kutsayanlar yahut İsa (AS) göğe çıktı diyenler Hak katını gök’te sananlar haşa Allah’ı göklere hapsetmeye çalışırlar. Kur’an’da gökten inmemiştir. Onlar böyle bir inançla aynı hatalı düşünceyi sürdürmektir. Topraktan yapılmış Kabe’ye Beytullah niçin diyoruz bir düşünelim: “An o zamanı ki hani biz İbrahim’e, bana hiçbir şeyi şerik tutma ve tavaf edenlere, namaz kılanlara, rüku edenlere, secde kılanlara tertemiz tut evimi diye Beyt’in yerini göstermiştik”.(Hacc Suresi/26. Ayet) “Ve iz bevve’nâ li ibrâhîme mekânel beyti en lâ tuşrik bî şey’en ve tahhir beytiye (benim evimi) lit tâifîne vel kâimîne ver rukkais sucûd(sucûdi)”. YüzbaşıCenab-ı Allah “beytiye” “benim evim” diyor Ka’be’ye hâlâ bazı müfessirler Kur’ân’ın gökten indiğini söylüyorlar” diyerek sözlerini ayetlerle sürdürdü:

“(Resulüm!) İşte sana (önceki kitapları tasdik eden) bu kitabı indirdik.   (Ankebut Suresi /47.Ayet), “O Ramazan ayı ki, insanları irşat için, hak ile batılı ayıracak olan, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur’ân onda indirildi (Bakara Suresi 185. Ayet)

Yüzbaşı  “Üstelik bu ayetleri imanlarına delil sanırlar” dedi. Küçük Mustafa büyüdüğünde bu sözleri asla unutmayacaktır. Mustafa Kemâl,  Atatürk olduğunda TBMM’deki şu ifadeleri anlaşılmadığı gibi itham bile edilecekti. Bu konuşma hocası Yüzbaşı Mustafa’dan esinlediği ifadelerdi:

Aziz Millet Vekilleri,

Dünyaca malûm olmuştur ki, bizim Devlet idaresindeki ana programımız Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmaları ile asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz[12].

Küçük Mustafa’nın kendi sözlerini çok iyi anladığını düşünen Yüzbaşı ilerde onun itham edileceği ihtimalleri de düşünerek hakikati tüm açıklığı ve aydınlığı ile anlatıyordu. Ehlinden hakikat gizlenmezdi. Hele küçük Kemâl gibi gözlerinden çakmak çakmak mavi ışıkların çıktığı, fikirlerini ufacık sınıfta bile hayata aktaran bir çocuk yiğit bir delikanlı olunca neler yapmazdı ki? Ona çok güveniyor onlarca dostunun arkadaşının olduğu mecliste adeta bir tek ona konuşuyordu. Yüzbaşı kaldığı yerden sözlerine devam etti “Miraç gecesi ona selam olsun Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’yı bütün varlık ziyarete gelmişti dedi. İsra Suresi/1.Ayet’de anlatılır: “Bütün varlıkların tespihi o kudretedir ki, ayetlerimizden bazılarını kendisine gösterelim/kendisini ayetlerimizden bir parça olarak gösterelim diye kulunu, gecenin birinde Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya/o en uzak secdegâha yürütmüştür. Hiç kuşkusuz, O’dur Semî’ ve Basîr. (Subhâne-lleżî esrâ bi’abdihi leylen mine-lmescidi-lharâmi ilâ-lmescidi-l-aksâ-lleżî bâraknâ havlehu linuriyehu min âyâtinâ(c) innehu huve-ssemî’u-lbasîr(u)”. İsra Suresi/79.Ayette ise ” Vemine-lleyli fetehecced bihi nâfileten leke ‘asâ en yeb’aśeke rabbuke makâmen mahmûdâ(n)” buyrulmaktadır. Klasik meallerde bu ayet “Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak fazladan(nafile) namaz kıl. Belki de Rabbin seni övülecek makama yükseltir”. Mustafa’m, aziz kardeşlerim miraç bu şekilde mi anlaşılacak. Makam-ı Mahmud’a böylemi ulaşılacak. Şu idrak seviyesinde anlarsak miraç hâsıl olur:  “Sen varlığından geçerek Halk’da Hakk’ı seyret. Umulur ki sen, Rabbinden açığa çıkan tüm varlığın niteliklerinin kaynağına erersin[13]“. Makamı Mahmud’a ulaşırsın.

Peygamberimiz Hak’kın sıfat-ı subutiyesinden Sıfat-ı zatiyesine seyahat ettirilmişti”. Bunu bilmeyenler “coğrafya’da yahut astronomi aleminde” seyahat ediyor sandılar. Hakikat alemini gezenlere dünya coğrafyaları ile evrenin derinlikleri çocukların misket oyuncağıdır. Alemi misket sananların anlayışları kadar miraçları olur. Anadolu’nun yüce ereni Yunus’un söylediği “bize rahmet yerden yağar sözü” büyük hikmetler içerir”. İslâm dünyası vahdet-i vücut ile vahdet-i mevcud’u tevhid halinde anlamadı, anlamadığı gibi mevcudu inşa ve keşfe çıkmayı düşünemeyen tasavvuf ehilleri de; vücut içindeki rahatlığın sarhoşluğu ile mevcud’u ihmal ettiler. Küçük Kemal biraz felsefî gibi gelen bu sözleri tam anlamadı ama hocası aklından geçeni okumuş gibi “günü gelince anlarsın Kemâl merak etme, sen anlamazsan kimse anlamaz” dedi.

İşte böyle arkadaşlar gönül miracını tamamlamış Trabzonlu Mustafa’da, Kazanlı alim ve arif Abdülhalik Efendi’nin halifesi idi. Kazanlı Abdülhalik Efendi Yesevî geleneğinden bir Mürşid-î Kamildi. Ahmet Yesevî’nin hikmetleri talebeleri tarafından toplanmış Kaşgar’dan Balkanlara kadar Türk Yurtlarının her tarafına gönderilmişti. Abdülhalik Efendi Divan-ı Hikmetî Kazan nüshası olarak çoğaltmış müritlerin eğitiminde kullanmıştı.” O gün Yüzbaşı Mustafa Bey Mustafa Kemal’e ve dostlarına Divan-ı Hikmet’ten bahsetmek ve Ahmet Yesevî’nin Türk yurtlarında nasıl bir Kur’ân ahlâkı inşa ettiğini anlatmak istiyordu. Divan-ı Hikmet’in Kazan nüshasından başka Mısır, Türkistan gibi birçok nüshasının olduğu da biliniyordu. O gün Yüzbaşı İslâm dünyasını bir illet gibi sarmış riyadan bahsedecekti: “Din ve ahlâk değerleri açısından kınanılan bir davranış olan riyâ; “kulluk görevlerini yerine getirdiğini, iyi işler yaptığını, Tanrı’nın buyruklarına uygun davrandığını göstererek kendini iyi bir Müslüman olarak tanıtmayı, böylece halk arasında hak etmediği bir yer edinmeyi, bu yolla çıkar sağlamayı isteyen kimsenin tutum ve davranışı” olarak tanımlanmıştır[14]. Bu tanımdan, Allah için yapılmayan bütün eylemler ile samimiyetsiz ibadetlerin riyânın içersine girdiği anlaşılmaktadır[15]. Ahmed-i Yesevî’nin dahil olduğu Horasan melâmet anlayışında da riyâ, sadece Allah için yapılması gereken bir fiilin, kul görsün diye sergilenmesidir. Bu davranış ise, Allah’tan beklenilmesi gereken karşılığın kullardan beklenilmesi olarak kendisini gösterdiği için bu durum gizli şirk olarak telakki edilmiştir[16]. Nitekim riyâyı “küçük şirk[17] olarak niteleyen Hz. Peygamber[18], Allah’ın kıyamet gününde insanlara amellerinin karşılığını verirken gösteriş için ibadet ve hayır yapanlara, “Ey riyâkârlar! Dünyada amellerinizi gösteriş olsun diye kimin için yaptıysanız gidin onu arayın, bakalım bulabilecek misiniz?” şeklinde hitap ederek onları huzurundan kovacağını bildirmiştir. Yine “Ümmetim için gizli şirk ve şehvetten kaygı duyuyorum.” diyen Hz. Peygamber’e; “Sizden sonra da hâlâ şirk olacak mı” diye sorulunca, “Evet, fakat güneşe, aya, taşa ve puta tapmak şeklinde olmayacak, insanlar ibadetlerini riyâ için yapacaklar.” cevabını vermiştir[19].

Riyânın hassaten, yapılan ibadet ve ameller vesilesiyle ortaya çıktığı müşahede edilmektedir. Özellikle bu noktada en çok istismar edilen ibadetin namaz olduğu dikkat çekmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, Mâûn suresinin 4-6. ayetlerinde bu gibi tutum ve davranışları olup da namaz kılanlar hakkında; “Vay haline o namaz kılanlara ki onlar namazlarının özünden uzaktırlar, halka gösteriş yaparlar.” buyrularak bu gibiler kınanmaktadır[20]. Hatta Hz. Peygamber; “Kendisinde zerre kadar riyâ olan ameli Allah cennete kabul etmez.”[21] buyurarak, bu tarzda ifa edilen ibadetlerin boş yere yapıldığına vurgu yapmıştır. 
Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm, iki yüzlülük ve sahtekârlık olarak nitelendirdiği riyâ ile “dil ile iman ettiğini söyleyip kalp ile buğz/küfür edenlerin” durumunu ifade için kullanılan münafıklık arasında da bağlantı kurmuştur. Çünkü dinsizden beter bir yaratık olarak nitelendirilen münafıkın bütün emeli de iki yüzlülük ve gösteriştir[22]. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in 4. (Nisâ) suresinin 142. ayetinde bu durum açıkça müşahede edilmektedir: “Doğrusu, iki yüzlüler Allah’ı aldatmaya çalışırlar, oysa Allah o aldatmayı kendilerine çevirir. Onlar, namaza kalktıkları zaman, tembel tembel kalkarlar ve insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı çok az anarlar.” Niyazî Mısri ilahilerini meşk eden dostu yüzbaşıya sordu: “Mustafa “Divan-ı Hikmet’de Ahlâkî açıdan vurgulanan güzel kavramlar”ı da anlatsan” dedi. Tabii dedi Yüzbaşı tane tane küçük Mustafa Kemal’in her zaman hatırlamasını istercesine “Divan-ı Hikmet[23]ten “Hikmet“le söze başladı:

-Hikmet
Aşık yanar candan yanar Hakk’ı sever/Allah için dünya kaygısın boşlar/ Bağrını deşip baştan ayağa kana boyar/ Aşık olup tek eyleyüp yürür olmalı(DH.102)/Ey dostlar aşk ehlinin serveti yok /Deva sormayın aşk derdinin devası yok/ Bu yollarda aşık olsa dönüşü yok/ Canı /bedenden ayrı eyleyip yürür olmalı(DH.102)/Beden büyük ateşle bırakan canı başka/ Hikmet okur talip olur yetse söze/Kimi görse izini alır sürer göze/Akıl ve şuurunu bilge eyleyip yürür olmalı(DH.102)

-Bilgili Olmak
Hangi yerde azizlerin toplantısı olsa /O şu yerde hal ilmini söyleyesim gelir /Onların sohbetinden hoşlansam ben/ Özümü özlerine katasım gelir(DH.49)

-Amel-iman
Amel işlemeyen alim ilmini çiğneyip yürür /ölüp varsa dar kabirde canı yanar/ Allah, Rasul, dinin ne deyip korkuya düşer /Can ve gönülde Hayy zikrini deyin dostlar(DH.79)/Bilgin kandil, halin fitil, yağı göz yaşım /Ne kadar söylesem nasib almaz taş gönlüm/ Yol üstünde toprak olsun aziz başın /Can ve gönülde Hayy zikrini deyin dostlar(DH.79)/Essiz alim amel işlemeyip yolda kalır /Okuyup okumadan dünya malını ele alır/Ben benlikten essiz ömrünü harcar /Can ve gönülde Hayy zikrini deyin dostlar(DH.79)

-İffet
Ulu küçük yaranlardan edeb gitti /Kız ve zayıf gençlerden hayâ gitti /’Haya imandandır deyip Rasûl dedi/ Hayâsız kavim acaipler oldu dostlar(DH.89)

-Rıfk
Dostlarımı rezil eyleyen nefs ve heva/ Onun için lanetti şeytan eyler kavga /Lutfeylesen ben-benliği eyleyim tamam /Riyazette canım incitip işlesem ben(DH.51)/ Sufilik şartıdır geceleri kalkıp kan ağlamak /Her cefaya sabrederek belini sağlam bağlamak /Allah isteklisi olup her iyi sözü söylemek /Sufi-nakş oldun veli, asla müslüman olmadın(DH.119)

-Saadet
Ey dostlar, bildireyim Hakk Resulü nden /Ümmet olsan, işitip salat-selâm söyleyin dostlar./O büyük  küçük alemler için rahmet/Ümmet olsan işitip salat-selam söyleyin dostlar.(DH.80)/Gein dostlar hep birlikte durup söyleyelim /Zikir bizi aydınlığa çeker imiş /Zikri ile devam eden aşıkların /Niyazları günden güne artar imiş.(DH.107)

-Sabır
Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın /Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin/ Gömünüzde aşk olmasa, bana ağlayın /Ağlayanlara gerçek aşkımı hediye eyledim.(DH.54)/Kul olarak kulluk eyler Rabb’ine/ Tenini, canını esirgemez o Mevlâ’sına;/ Sabreder olup umul tutar vaadine /Cefasından gerçek âşıklar dönmez olur.(DH.127)

-Kanaat
Ahir zaman ümmetten süslerler evlerini;/Nefs hevaya sevinip bozar her an huylarını;/ Şan ve şefkatler ile dik tutar boylarını;/Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.(DH. 18)/Ahir zaman ümmetleri, dünya fâni, bilmezler;/ Gidenleri görerek ondan ibret almazlar; /Erenlerin yaptığım görüp göze iliştirmezler /Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.(DH. 18)

-Olgunluk
Aslın-neslin erlik suyu damlası/ Hası görsen sen özünden eksik deme/Adem oğlunda zerre kadar mana olmasa/ Sen onu adam görüp adam deme(DH. 132)/Duymasa mana sırrından adam değildir/ Sen onun suretin görüp mahrem deme/Eğer yürekte olmasa yüz derd yarası/ Sakın, kaç onu hemdem deme. (DH. 132)

-Hürriyet
Allahım beni salasın öz yoluna/ Nefs elinde harap tamam oldum ben işte/ Fısk ve fûcur dolup taşıp haddini aştı /Boğularak isyan içinde kaldım ben işte(DH. 24)/İlahi herkesi Kulluğa has eyle /Beni benden alıp bir kez özgür eyle (DH. 32)

-Cömertlik
Bismillah deyip beyan ederek hikmet söyleyip/ Taleb edenlere inci, cevher saçtım ben işte. /Riyâzeti sıkı çekip, kanlar yutup/ ‘İkinci defter’ sözlerini açtım ben işte.(DH.1)/Sözü söyledim, her kim olsa cemale talip /Canı cana bağlayıp, damarı ekleyip,/Garip, yetim, fakirlerin gönlünü okşayıp/ Gönlü kırık olmayan kişilerden kaçtım ben işte. (DH.1)/Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol/ öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol /Mahşer günü dergahına yakın ol /Ben-benlik güden kişilerden kaçtım ben işte. (DH.1)/Garip, fakir, yetimleri Rasul sordu/ O gece Miraç’a çıkıp Hakk cemalini gördü/ Geri gelip indiğinde fakirlerin halini sordu/ Gariplerin izini arayıp indim ben işte. (DH.1)/Ümmet olsan, gariplere uyar ol /Ayet ve hadisi her kim dese, duyar ol /Rızık, nasip her ne verse, tok gözlü ol /Tok gözlü olup şevk şarabını içtim ben işte.(DH.1)/

-Cesaret
Nefsim beni çok yürüttü, Hakk’a bakmadan;/ Gece gündüz gamsız yürüdüm, yaşı akmadan; Hay u heves, ben-benlik ateşe yakmadan; /Gamla dolu olup yer altına girdim ben işte.( DH.13)Dalgıç olmadan mücevher için denize dalınmaz/ Candan geçmeden, dalmadıkça asla alınmaz/ Bir damlaya kanaat etmeden o inci olmaz/ Kanaat etmeden şevk şarabını içse olmaz(DH.126)/Gel ey korkak, bu işlerden haber al /Tevbe eyleyip daima Allah’a doğru var/ Kul Hoca /Ahmed, dünyalıktan geçip yan /Meğer kıla Pir i kamil nazar şimdi.( DH.69)

-Sebat ve Azim
Nefsin ben çok yûrûttü. Hakk a bakmadan./ Gece gündüz gamsız yürüdüm yaşı akmadan; /Hay u heves, ben benlik ateşe yakmadan; /Gamla dolu olup yeraltına girdim ben işte(DH.13)/Candan geçip sıkıntı çektim, kulum dedi/Kanlar yutup ‘Alah’ dedim, rahmet eyledi: /Cehemem içinde kalmasın deyip gamımı çekti /Mutlu olup yer altına girdim ben işte (DH.13)

-Alçakgönüllülük
Uykusuzlara Hakk rahmeti olur yakın /Uykusuzların gönlü kırık gözü yaşlı /Ben-benliğin cezasını verecek cehennem/ Kibrinin cehennem içinde hali perişan(DH.91)/Senden önce dostların nereye gitti/ Bu dünyaya meyletmeyip ağlayıp geçti/ ömrün son buldu, sıra sana yetti; /Günahına tevbe eyle, ey kötülükler işleyen(DH.91)/Nefsin senin, bakıp dursan neler demez;/ Ağlasan Allah’a doğru boyun bükmez/ Ele alsan, yaban kuşu gibi ele konmaz;/ Ele alıp gece uykusunu, eyle uykusuz(DH.91)/Kul olsan, ben benliği sakın bırak/ Seherlerde canını incitip dinmeden çalış/ Yoldan sapan günahkarları yola yönelt /Bir nazarda gönüllerini safâ eyledim.( DH.54)

-Ahde vefa
Kul olarak kulluk eyler Rabb’ine /Tenini, canını esirgemez o Mevlâ’sına; /Sabreder olup umut tutar  vaadine /Cefasından gerçek âşıklar dönmez olur.( DH.127)/”Kûllû yevmin beterin” dedi Hakk Mustafa; /Ümmet olsan, kulak verin, vefalılar/ İyilerin ecrini verir, kötüye ceza /Kıyamet günü cezaların çeker dostlar (DH.86)

-Adalet
Hayır ve cömertlik eyleyenler yetim gönlünü alanlar,/Çeharyârlar yoldaşı Kevser dudağında gürdüm/Amil olan âlimler, yola giren âsiler,/Öyle alim yerini Dâru’s-selam’da gördüm.(DH.53)/Kadı olan âlimler, para-rüşvet yiyenler./öyle kadı yem sakar ateşinde gördüm./Müftü olan âlimler, haksız fetva verenler,/Öyle müftü yerini Sırat köprüsünde gördüm. (DH.53)/Zâlim olup zulmeden, yetim gönlünü ağrıtan./ Kara yüzlü mahşerde, kolunu arkada gördüm.( DH.53)

Yüzbaşı Mustafa, Ahmet Yesevî’ye göre bilgi; insanın ve insanlığın yararına kullanılmalıdır dostlar diye Divanı okumaya devam etti:

Gurbet değse, pişkin eyler çok hamları /Bilge eyler, hem seçkin eyler çok sıradanları /Giyer çul elbise, bulsa yer yemekleri /Onun için Türkistan’a geldim ben işte.(DH. 16)

Öyle alimin iki gözü yaşlı olur/Seherlerde erken kakıp ağlar/Hakk yolunda tutuşup yanıp/Can ve gönülde Hayy zikrini deyin dostlar(DH. 79)

Sünnet imiş, kâfir de olsa, verme zarar /Gönlü katı, gönül inciticiden Allah şikayetçi; /Allah şahid, öyle kula “Siccin” hazır/ Bilgelerden işitip bu sözü söyledim ben işte.(DH.1)

Divan-ı Hikmet’te de sır saklama ve dilini tutma konusunda önemli hikmetler mevcuttur:

Hocayım deyip laf vurma bu dünya dayanıksız/ Biliyorum diye söylemesin gönüldeki çirkini
Yol göstericidir Hoca Ahmed marifetin gülistanı /Sözler sözü gerçek açar gönül ülkesini…( DH.71)
Ey dostlar, hiç bilmedim ben yolumu; /Saadete bağlamadım ben belimi;/Gıybet sözden hiç sakınmadım ben dilimi;/ Cahilliğim beni rezil eyler dostlar.(DH. 82)

Sufilik şartıdır geceleri kalkıp kan ağlamak/Her cefaya sabrederek belini sağlam bağlamak

Allah isteklisi olup her iyi sözü söylemek /Sufi-nakş oldun veli, asla müslûman olmadın (DH. 119)

Divan-ı Hikmet’de Ahmet Yesevî’nin tavsiyeleri iyilik ve adaletli davranmayı göstermektir:

Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol/Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol/ Mahşer günü dergahına yakın ol /Ben benlik güden kişilerden kaçtım ben işte. (DH. 1)

Garip,fakir, yetimleri Resul sordu /O gece Miraca çıkıp Hakk cemalini gördü/ Geri gelip indiğinde fakirlerin halini sordu/ Gariplerin izini arayıp indim ben işte(DH. 1)

Dünya ehli halkımızda cömertlik yok /Padişahlarda vezirlerde adalet yok /Dervişlerin duasında kabul edilme yok /Türü bela halk üstüne yağdı dostlar(DH. 89)

Divan-ı Hikmet’de vefa ile ilgili ifadeler görülür:

Dünya benim mülküm diyen sultanlara,/ Alem malını sayısız yığıp alanlara,/ Yeme ve içme ile meşgul olanlara, /Ölüm gelse, biri vefa eylemez imiş.(DH. 10)

Yüzbaşı Mustafa sözü tekrar riyaya getirmeden “Divan-ı Hikmet’deki Ahlâkî açıdan menfi kavramlardan da söz etmek istiyordu:

-Cahillik
Gönlüm katı, dilim acı, özüm zalim /Kur’an okuyup amel kılmıyor sahte alim /Garip canımı harcayım yoktur malım;/ Haktan korkup ateşe düşmeden piştim ben işte(DH.1)

Önce-sonra iyiler gitti kaldım yalnız /Cahillerden işitmedim bir güzel söz /Bilge gitti cahiller kaldı çektim üzüntü/ Yolu bulamayıp şaşkın olup kaldım ben işte(DH.14)

Ayrılık yarası ezdi bağrımı hani der ortağı /Bilge toprak, cahillerin göğüsü yüksek/ Ayet, hadis beyan etsem beğenmez /Göğsümü deşiniz derd ve gama doldum işte(DH.14)

-Yalan söylemek
Din ile ümmetim diye yalan söyler/ Kişi malını almak için saçma-sapan sözler /Halini burda bırakıp haram gözler /Cahillere bu sözleri diyesim gelir(DH.49)

-Acelecilik
Hocayım deyip laf vurma bu dünya dayanıksız /Biliyorum diye söylemesin gönüldeki çirkini

Yol göstericidir Hoca Ahmed marifetin gülistanı /Sözler sözü gerçek açar gönül ülkesini .( DH.71)

-Dedi kodu
Taştan katı taşı süzen habersizler,/Ahiret işini geri bırakıp dünyayı arar/Ayet, hadis beyan eylesem, sert konuşur/ Dışı insan, içleri şeytan olur.( DH.137)

Zikrini söyle, kanlar aksın gözlerinden /Hikmet söyle, inciler damlasın sözlerinden /Güller bitsin, her bir bastığın izlerinden /Güle baksan, gül açılıp bostan olur.( DH.137)

-Kibir ve Riya
Ey sufi ibadet eylersin hepsi kibir ve riya/ Can ve gönül dünyaya mağrur dillerinde ah-vah/ Can verirken olacağın iman nurundan ayrı /Sufi-nakş oldun veli, asla müslüman olmadın(DH.119)

Matematik Hocası Mustafa Burada biraz soluklandı ve riya üzerinde tekrar durmak istiyordu: “Hz. Peygamber münafıklığın alameti hakkında; “Münafıklığın alâmeti üçtür buyurmuş: 1. Söz söylerken yalan söyler. 2. söz verdiği zaman sözünde durmaz. 3. Kendisine bir şey emânet edildiği zaman ihanet eder.[24]” buyurmuştur. Ahmed-i Yesevî de, bir hikmetinde münafığın alametini; dil ile kendilerinin mü’min olduklarını söylediklerini, namazlarını kılıp niyazda bulunduklarını, ancak dinde yeri olmayan ve yapılmaması gereken kötü işleri yapmaktan da geri kalmadıklarını belirterek dillendirmektedir:     
               
Ben Mü’minim” derler.
Namaz niyaz (da) kılarlar.
(Ancak) (yine de) kötü işler yaparlar.
(Bu hâl) münafık alâmetidir[25].
Ahmed-i Yesevî, yine sahte âşığın hüviyetini belirtirken riyâkârın/münafığın içiyle dışının aynı olmadığı hususuna şöyle dikkat çekmiştir[26]:

Bu yollarda gördüğün sahte âşığın (hâli şöyledir):

Dışına (baktığında) (görüntüsüyle) sûfîdir; (ama) gönlünde bağlılık yoktur. Özellikle içleriyle dışları aynı olmayan bu tip insanların sözlerinin karşılarındaki kişiler üzerinde etkisi olmadığına;

İki yüzlü olduğun için insanlara etki yapmaz sözün[27].
 
diyerek vurgu yapmıştır. Diğer taraftan Ahmed-i Yesevî, bu tip kişilerin her ne kadar derviş görünüşlü olsalar da, asla gerçek Müslüman olamayacaklarını;

Ey sufi! Eline tesbih alıp dertsiz yürürsün,
Dünyaya aldanıp din işini arkaya atarsın,
Kork şimdi, kork şimdi, Allah’a yalvarıp
Derviş görünüşlü oldun ama aslâ Müslüman olmadın[28].

şeklinde ifade etmiştir. “İki yüzlü olan kimse, Allah katında bir mevki sahibi olamaz.” hadîs-i şerîfi gereğince Ahmed-i Yesevî, yapılan ibadetlerin özünü kaybettirip sadece şeklî özelliğini bırakan riyâ ile ifa edilen ibadetlerin, boş yere yapıldığına şu kıtasında dikkat çekmektedir[29];

(Ey) Kul Hoca Ahmed! “Ben kulum” diyerek (boş yere) konuşup durma.
İki yüzlülükle yapılan ibadetlerin cümlesi boşuna.
(Yaptıkların) şeriata da, tarikata da aykırı; (uygundur sanma).
(Allah) yalancıları ahirette (gerçek çehreleriyle) çıplak (bir şekilde) teşhir edecektir.

Ayrıca Hz. Peygamber; “Allah sizin suretlerinize ve cesetlerinize bakmaz, lâkin kalplerinize ve amellerinize bakar.[30]” diyerek asıl olanın gönlün riyâdan uzak halis bir hüviyette olması ve amelin hulus-i kalple ifa edilmesi gerekliğine vurgu yapmıştır. Bundan dolayı kişi, Mevlânâ’nın dediği gibi, ya olduğu gibi görünmeli ya da göründüğü gibi olmalıdır. Hatta Yüce Yaradan’la buluşmanın yolu güzel ibadet etmek ve Yaradan’a yapılan ibadete kimseyi ortak etmemekle mümkündür. Nitekim Allahu Teâlâ Kehf suresi 110. ayette şöyle buyurmaktadır: “Kim rabbiyle buluşmak istiyorsa güzel ibadet ve iyi işler yapsın; rabbine yaptığı ibadete kimseyi ortak etmesin.” İşte bütün bunların bilincinde olan ve ilhamını Kur’ân-ı Kerîm’den ve hadîs-i şeriflerden alan Ahmed-i Yesevî; Hz. Peygamber’in gerçek kurtuluşun yaptığı ibadetle insanlara gösteriş yapmamakla mümkün olduğu[31] şeklindeki sözlerinden hareketle; “Yalgan namâz riyâlarnı taşlasam mén (Sahte namaz ve riyâları bıraksam ben)[32] diyerek her ne kadar kendi nefsine seslense de, aslında bütün inananlara hitap ederek onları “sahte namaz ve riya”dan uzak durmaya davet etmektedir.  Hatta Ahmed-i Yesevî’ye göre, yaptığı amellerine riyâyı karıştıranların imanlarında da zayıflık oluşur;

Oruç tutup (da) insanlara gösteriş yapanları,
Namaz kılıp (da) tespih elde dolaşanları,
‘Şeyhim’ diye başka (yollarda) yapı kuranları
Son deminde imanından uzaklaştırdım[33].
“Yakarışında sesini yükseltme, sesini pek de kısma, ikisi ortası bir yol tut.” (İsrâ 17/110), “Rabbinize gizlice ve gönülden yakarın.” (A’râf, 7/55), ayetleri ve “farzlar hariç, namazı evde kılın; evde kılınan namaz daha hayırlıdır.[34]“, “tek başına kılınan nafile namazın sevabı, cemaat içinde kılınandan 25 kat daha fazladır” hadisi mucibince melâmîlerin temel hareket noktası, ibadet ve taatlerini gizleyerek başkalarının bu hallerinden haberdar olmalarını önlemektir. Nitekim Ahmed-i Yesevî bu hususu;   
    
Gerçek dervişler (yaptıkları) ibadetleri gizler[35].
Göz önünden kaybolup (gizlice) ibadet et, (yalnızca) Tanrın görsün[36].

şeklinde dile getirmiştir. Ahmed-i Yesevî’nin hikmetlerinde özellikler riyâkâr ve sahtekâr olan şeyhler üzerinde durduğu müşahede edilmektedir: Tasavvufta, Allah’a yakınlaşıp kavuşmak için Allah’tan başka her şeyden yüz çevirmek, yalnız ona yönelmek, kalbi ve düşünceyi ona bağlamak gerekir. İnsana, daha doğrusu müride/dervişe bu yolda kılavuzluk eden, edep ve erkân öğreten kimse şeyhtir. “Mürşit” ve “pir” de bu manada kullanılan kavramlardır. Ruh eğiticileri ve yol göstericileri olarak nitelendirilen bu kimseler, kendilerine intisap edenleri, yaradılış özellikleri ve kabiliyetlerine göre eğitip terbiye eder, bütün kötü huy ve davranışlardan arındırarak olgunlaştırır, gönüllerini tezkiye etmeye çalışırlar. Fakat bu kılavuzun/şeyhin, Ahmed-i Yesevî’nin ifadesiyle; “Tárîkatke siyâsátlik “mürşit” (Tarikate eğitici ve doğru yola yönlendirici mürşit)[37] olması yani bu yolda tekâmüle ulaşmış/olgunluk kazanmış olması gerekmektedir. Bu hüviyetin sağlanması da “Onlar ki Allah’a iman etmişlerdir ve hep takva ile korunurlar.” (Yûnus 10/63) ayeti mucibince, Allah’ı gerçek manada tanımak ve O’nunla dost olma hakkını elde etmekle mümkündür.[38] Ancak o zaman mürşid-i kâmil olarak isimlendirdiğimiz Yaradan’ın has kullarından şeriat, tarikat ve hakikatin hüviyeti öğrenilebilir;

Şeriat ve hakikatın (ne olduğunu) bileyim dersen,
Tarikatı hakikata ulayayım dersen,
Bu dünyadan inci ve cevher alayım dersen,
(Bil ki, bunları) (Hakk’ın) candan geçen has kulları ele geçirmiş[39].  

Ancak, dönemin şeyhlerinin riyâkâr, sahtekâr ve cahil olduklarını ifade eden Ahmed-i Yesevî, onları eleştiriye tabi tutmuştur: Diyar diyar gezen bu şeyhlerin -tıpkı bahşılarda olduğu gibi- ellerinde ucu sivri demirli değnek, başlarında ise büyük bir sarık vardır. Gezerken uğradıkları yerlerde ve köylerde yaşayan göçebelerden ve köylülerden “nezir” denilen geçimlik alırlar. Helal mi haram mı diye sorgulamadan geçimlerini bu şekilde devam ettirirler:

Ellerine ucu sivri demirli değnek alırlar,
Başlarına (da) kocaman birer sarık sararlar
Köy köy gezerek cahil köylülerden nezir alırlar.
Helâl haram demeden (böylece) geçinip giderler[40].  

Bu tip şeyhler, halk arasında diyar diyar gezerken “mürit” toplamaya çalışmaktalar, bunu yaparken halka baskı uygulamaktalar, bunun neticesinde de aslında birçok gönülsüz kişiyi “mürit” yapmaktadırlar. Bu durum ayrıca, bu tip şeyhlerin özellikle köylü ve göçebe halk çoğunluğu üzerinde nüfuz kazanmaya ve teşkilatlı zümreler hâline gelmeye çalıştıklarını da dolaylı olarak göstermektedir[41]:

İnsanlar arasında sürekli dolaşarak mürit ararlar.
“Bana mürit olun” diye halka baskı uygularlar.
İçi bomboş (kafalarında) sarık bulunan (bu şeyhler)
Gönülsüz kimseleri bu şekilde zorla mürit yaparlar.

Zorla “mürit” yapılan bu tip kara cahiller, İslâm’ı tam anlamıyla bilmedikleri halde din adamı hüviyetiyle tertip ettikleri parlak ayinler ile bu ayinlerde ruhî coşkunluk/vecd hâlindeyken yapıp gösterdikleri olağanüstü şeylerle cahil kimseleri cezp edip, Müslümanlığın bu çevrelere girmesiyle sadece bir ad değişimiyle, onların indinde “şeyh” adını almışlardır. Bu da  cahil şeyhlerin kendilerini bir peygambere, bir veliye veya Hızır gibi bir de “pir”e bağlamak suretiyle eski işlerini devam ettirdikleri anlaşılmaktadır. Bunlar cahil göçebe ve köylü halk arasında dolaşıp, genellikle hasta tedavi etmek için tertipledikleri bu ayinlerde pagan dualarına benzer, ancak eski ruhların adları yerine, herhâlde “Hızır” gibi başka din ve inançlarda da var olan unsurlarla peygamberler ve velilerin adları girdirilip İslamîleştirilmiş bir takım dua ve İlâhîler okumakta, eski pagan inançların ruhlarla temas kurmak istediğine benzer bir takım hareketler yapmaktadırlar. Birtakım eski ayinlerde uzunca bir süre devam eden bu durum sonunda bir ruhî istiğrak/vecd haline dönüşmekte, bu kendinden geçme halinin sözde eski pagan din adamlarına sar’a nöbetine benzer uzunca süren bir bayılmayla son bulduğu bilinmektedir. Şimdi zikredeceğim metne göre bu tür sahte şeyhlerin; “Bana gaipten ses geldi diyerek yaptıkları hareketler, gerçek bir manevî vecd ve istiğrak hâli ile ilgisi bulunmayan; önce ayakta hoplayıp zıplamak, sonra da kendinden geçmişçesine yerde yuvarlanmak şeklinde sürdürülen birtakım hareketlerden ibarettir ki, bu, artık dinî hüviyeti kalmamış bir sahte din adamının sahte ayini olarak da nitelenebilir. Bu tespit şiirde “mást şütür dék agnarlar (sarhoş deve gibi yerlerde yuvarlamak)” şeklinde değerlendirilmektedir ki, bununla bu gibi şeyh yahut eski sahte din adamlarının hayvan postundan yapılmış elbise giydiklerine işaret de edilmiş olabilir[42]:

Kara cahiller bir araya gelip “hay huy” diye bağrışır.

O sapkını (da) “şeyhimiz” diyerek pir ilân eder.

(Pir saydıkları) şeyhleri de “Bana (gaipten) haber ulaştı” der,
(Çevresini kuşatan) çember içinde sarhoş deve gibi yerlerde yuvarlanır[43]. Bu tip şeyhler; şeriatı bilmezler, tarikatı anlamazlar, hakikati ise sezemezler. Haklarında Hz. Peygamber tarafından; “Kim ki bizden sonra şu dinimizde bir şey ihdas ederse, o red olunur ve yüzüne çarpılır.”[44] denilen bu tip kişilerin en önemli vasıflarından biri de yalancı oluşlarıdır. Hz. Peygamber’in; “Yalancı benim ümmetimden değildir.” hadisi mucibince kendi ümmetinden görmediği bu tip kişilerin söyledikleri ve ileri sürdükleri her şey gerçek dışı yani yalan olup aldatmaya yöneliktir[45]:

Küçük Mustafa Kemâl hocasının her söylediğini hafızasına yazıyordu. Bu sohbetleri günü; gelince riyâkar olanlar ile halis, gösterişsiz müslümanları ayırmada pusula olarak kullanacaktı.

Gerçek şeyh benim diyerek göğsünü kabartıp böbürlenen ve müminlere bu dünyayı zindan eden bu şeyhlerin Allah’a rakip olduklarını ifade eden Yesevî, bunların Hakk’a nasıl dost olacaklarını sorar:

Şeyhim” diyerek göğsünü gerip böbürlenenler Hakk’a rakiptirler.
Büyük taslayanlar Hakk’a nasıl dost olabilirler?
(Böyleleri) (dertlilerin dertleriyle ilgilenecek yerde) gamsız tasasız yaşayanlara ilgi gösterirler.
Mü’minlere (ise) bu dünyayı zindan ederler[46].
Ahmed-i Yesevî, hem bu tip kişilerin peşine manevî bir kazanç elde ederim düşüncesiyle gidilmemesini hem de kendisini beğenen ve akidesi bozuk bu kimselerin veli olarak görülmemesini salık vermektedir(tavsiye etmektedir)[47];

Vay (böyle cahillere)! Bu gibi cahillerden (bir şey) ummayın.
(Bunlardan) (manevî) kazanç elde ederim diye (peşlerinden) koşturup seğirtmeyin.
Kendini beğenmiş, akidesi bozuk (olan) (bu kimseleri) veli bellemeyin.
Lanetli şeytan (bu gibileri) dursuz duraksız haydalayıp sürdü ey dostlar!

Ahmed-i Yesevî, geçmişten günümüze seslenerek, yeterli dinî bilgisi olmayan insanların, kişileri lanetlenmiş şeytan gibi çok kolay ve rahat bir şekilde aldatan ve Hz. Peygamber’in “Bizi aldatan bizden değildir.[48] diyerek kendisinden görmediği bu tip şeyhlerden uzak durmalarını, ancak bu şekilde davrandıkları zaman onların etkisinden uzak durarak tuzaklarından ve aldatmalarından korunacaklarını dile getirmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber’in şeriatına sımsıkı bağlanılması gerektiğini belirten Ahmed-i Yesevî, böylece Yesevîliğin temel dayanağını da açıkça vurgulamaktadır:

Ey dostlar! Bu öğüdüme kulak verin:
Aklınız varsa Hz. Muhammed Mustafa’nın yolundan ayrılmayın.
Bu tür sapık ve sapkın şeyhlerden uzak durun;
Çünkü sizi lanetli şeytan (gibi) (kolaylıkla) aldatırlar[49]. Yalan ve dolan sözleriyle insanları doğru yoldan ayıran, hatta halkı bu yalanlara inandırmak için “bunlar erenlerin sözleridir” demekten bile çekinmeyen bu sahtekâr şeyhler, yalan söyleme ve aldatmada şeytandan bile daha hünerlidir. Oysa Hz. Peygamber’in “Kulun, kalbi doğru olmadıkça imanı doğru olmaz; lisanı doğru olmadıkça kalbi doğru olmaz.[50] şeklinde buyurduğu gibi içiyle dışı bir olmayan bu tip şeyhlerden uzak durulması gerekliliğine tekrar vurgu yapılması önemli ve dikkat çekicidir:
Bunların sözleri, bil ki, durmadan (halkı) yoldan çıkarır.
Şeriat bağlıları, bil ki, bunlardan utanç duyar.
Akılsız (kimseler) söylediklerine adamakıllı inansın diye,
(Bu) yalancılar, “Erenlerin sözüdür” deyip sözler aktarırlar.
Onların yalan dolanları şeytanı aşar.
Sapkınlar mahşerde yüzleri kararmış kalkar.
Aman Allah’ım! Onların yüzünü aslâ görmeyesiniz. Bunun gibi lânetliye (sakın) yakın olmayasınız[51].
Hz. Peygamber’in “Önce kendine, sonra diğer insanlara nasihat et.[52]” hadisi mucibince kendi nefsine seslenen Ahmed-i Yesevî, aslında bütün inananları, nefislerinin isteklerine boyun eğmeyerek kötü hasletlerden uzak durmaya, Hz. Peygamber’in mekârimel ahlâk(yüksek ahlâk) olarak ifade ettiği güzel ahlâkî değerlerle hemhal olmaya, özellikle sapkın ve sahtekâr şeyhlerden uzak durmaya çağırmaktadır.

(Ey) Kul Hoca Ahmet! Sen nefsine uyma,
Bunlarla yoldaşlık etme,
Bunlara uyup da inanma;
(yoksa) (seni de) dininden edip cehenneme sürüklerler[53].  Ahmed-i Yesevî’nin, keramet gösterdiğini ifade ederek halka kendini ve dinini satanlar ile verdikleri yalan yanlış bilgilerle gerçek Müslümanlık budur diyenlerin “kâfir” olarak öleceklerine dikkat çekmiştir;

Kerâmet der gaflet uykusunda gördüklerini,
Riyâ ile halka kendini satar dostlar[54]  
Kerametler gösterip (de) halka dinini satma
“(Budur) Müslümanlık” diyerek (halkı) (yalan yanlış sözlerle) kandırıp (da) kâfir olarak göçme[55]. “Tárîkatke siyâsátlik “murşit” kérek (Tarikate eğitici ve doğru yola yönlendirici mürşit gerek.)[56] diyerek dervişe yetkin şeyh/pir gerektiğini belirten Ahmed-i Yesevî; “Ol mürşitke i‘tikátlık mürit kérek (Böyle mürşide (ise) gönülden bağlı mürit gerek.)[57] söyleyerek de şeyhe, gönülden bağlı derviş gerektiğine vurgu yapmıştır. Gerçek dervîşlerin, “Ve her nerede olsanız sizinle beraberdir, hem Allah her ne yaparsanız görür” (Hadîd/ 4. ayet) ayeti mucibince yaptıkları ibadetleri Yüce Yaradan’ın bilmesinden dolayı riyâ içinde bulunmadıklarını, ibadetlerini gizli yaptıklarını vurgulayan Ahmed-i Yesevî, rızâ-i Hak için ibadet ve taatta bulunan dervişlerin artık kalmadığını, bunun için riyakâr dervişlerden uzak kalmayı istediğini belirtir:

(Gerçek) dervişlerden isen, ibadetini gösteriş için yapma.
Nerede ibadet edersen et, Tanrı şahittir, (unutma).
Gerçek dervişler (yaptıkları) ibadetleri gizler.
Vay böylesi dervişlerden! (Allah’ım!) (Bunlarla karşılaşmaktansa) (beni) yok et.
Bu cahillerle tanışıp görüşmeden canımı al, (sendendir merhamet).
“Dervişim” diyerek ibadet eden herkesin gözü önünde,
İki yüzlülükle (gösteriş peşinde) koşturup durur orada burada.
Allah için ibadet eden derviş nerede?
Gerçek dervişlerin (ibadet) yeri, (ıssız) dağlar ve düzlüklerdir[58].
Ahmed-i Yesevî, has/gerçek derviş ile sahte derviş için şunları demektedir:

Has dervîşler Hakk’ı arayıp cândan geçti,
Riyâzeti katı çekip, göğsünü deşti,
Ondan sonra vahdet meyinden doyasıya içti,
Yalancılar vahdet meyinden tattığı yok.
Sahte dervîş beyânını söyler sana,
Elde tesbîh, gönülde hîle, fikri para,
Akıllı isen, ihlâs kılma zinhâr ona,
O nâdândan hîç kimsenin behre aldığı yok[59]. Peki şirk olarak nitelendirilen riyâdan kurtulunabilinir mi? Riyânın panzehiri olarak “ihlâs” kabul edilmiştir. “İbadet ve iyilikleri riyâdan ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmak” anlamına gelen ihlâs, daha geniş anlamıyla “şirk ve riyâdan, batıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel manada gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeyi ifade eder[60].” Fudayl b. İyâz’ın; “Halk için ameli (ve günah olan şeyleri) terk etmek riyâdır, halk için amel (ve ibadet) ise şirktir. İhlâs ise Allah’ın bu iki şeyden seni afiyette kılmasıdır.[61]“; Ebû Ali Dekkâk’ın, “İhlâs sahibi olan muhlis de riyâ yoktur.[62]” ve Ebû Süleymân Darânî’nin, “Kul ihlâs üzere olursa içinde bulunan vesvese ve riyâların pek çoğu kesilip atılmış olur.[63]” değerlendirmeleri de riyâdan kurtulmanın en önemli vesilesi olarak ihlâsı gördüklerini göstermektedir.
Ahmed Yesevî de “İhlâslık kul halk içre murâdıga yétti-ya” (Temiz kalpli ve garazsız kullar (ise) muradına erişti ya![64] ve “İhlâslı kulun mahrûm olup kaldığı yok[65]” sözleriyle bu hususa vurgu yapmıştır. Görüldüğü gibi Ahmed-i Yesevî, “riyâ” kavramını dinîn ihtiva ettiği anlamıyla kullanmış, ilhamını Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerden alarak değerlendirmeye tabi tutmuş, İmam Maturidi akaidine bağlı kalmıştır.

Yüzbaşı Mustafa Bey sözlerine devam etti. “Geçen ay Kolağası Mehmet Tevfik Bey geldiğinde ne güzel Mevlid okumuştun Mustafa, gönlüne sağlık. Mevlid Türk’ün tarihi ve ecdadı ile birlikte yaşamasıdır. Bazı insanlar mevlid’in bu önemini fark edemezler, onun dine aykırı olduğunu söyler.” Bu örf ile ilgili ayetleri görmemek demektir. Türkler ölüleri ile birlikte yaşar. Onlarla beraber geleceğe yürür. Mezar taşlarını buna göre şekillendirir. Lâkin mevlid’i para için okuyanları bu işin ticaretini yapanları da kabul edemeyiz. Din3ı duyguları paraya tahvil edenler İslâm ve Osmanlı toplumunu örümcek ağı gibi örmüşler. Ahmed Yesevî nasıl dinî nefslerine alet edenlerle mücadele ettiyse bizlerde mücadele edeceğiz. Her devirde bu tip insanlar olacaktır. Gelelim kandillerimize iyi gözle bakmayanlara. İfrata da tefrite de düşmeden sırat-ı müstakim’de (orta yol)  olmak gerekiyor. Tamam kandil gecelerimizin her birini birebir belki Kur’ân’da göremeyiz. Bununla beraber sadece Kadir suresi bize ne anlatır bir bakalım”. Yüzbaşı Bursa el yazmaları kütüphanesinde bulunan, 1401 yılına ait, Anadolu Türkçesi bir Kur’ân tercümesini eline aldı ve okumaya başladı: “Kadir Suresi[66]: “Başladum adıyla Tanrı Ta’âlâ’nun ki rızk vericüdür ve rahmet edicüdür. Biz indürdük ya Muhammed bu Kuran’ı Kadir gecesinde ne bildürdi sana Kadir gecesi ne gecedür Kadir gecesi efdaldür bin aydan feriştehler iner yere Cebra’il dahı ol gecede. Tanrı’ları buyrugıyla her iş faşl olur ol gecede selametlığıla ol sabah oluncadur.  (Biz O’nu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh o gece Rablerinin izniyle, her iş için inerler. O gece, tanyeri ağarıncaya kadar süren bir selâmettir”.

Evet Mustafa Kemâl her insanın bir kadir gecesi vardır. O gece melekler  nur halinde insanın melekelerini aydınlatmaya başlar. Bir yeryüzü olan bedenin ışır evladım. Orada ruh ve beden ayrılığı kalmaz. Kur’ân; canlı Kur’ân haline döner. Yahut melekelerin ayet olmaya, konuşmaya işitmeye, görmeye başlar. Oku (ikra) söz değil, Yaradan Rabbinin adı ile soluk olmaya, seni nefeslendirmeye senin ruhun olmaya, seni canlandırmaya başlar. Anne rahminden inen bir bebek gibi yeryüzüne inişin başlar. Biraz önce kanla beslenirken biraz sonra hava ile beslenmeye başlarsın. Nefsin ruha dönüşmüş, Kur’ân ve insan yeryüzüne inmiştir.  Kimi insan da gökyüzü gibi anne rahmini iniş yeri sanır. Halbuki daha ötesi, ötenin gerisi, gerinin ilerisi; her ikisinin bir merkezi yahut bir nokta olduğu an vardır. Su anne rahmine kan, anne memesine süt olmadan nice mekanı ve zamanı dolaşır gelir. Nice zerrecikler yıldızlar misali evrenimiz oluşmadan serpilmiştir; kâh nokta, kâh dizi olarak.

Bir noktalık an; olan ve olmayan zamanı ve mekanı ihata eder. Irmaklar buhar olup gökyüzüne bulut olmak için indiğinde, sonra bulutlar yağmur olup analarına kavuşmak ister gibi ırmaklara ve deryalara döndüklerinde hangisi inmiş hangisi çıkmıştır? Kemâl evladım,  sular hem çıkmıştır, hem inmiştir.

Yine O’nun âyetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği gösteriyor. Ve  gökten bir su indiriyor  da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir kavim için nice ibretler vardır.” (Rum Suresi/24. Ayet) “O Allah’tır ki, rüzgârları gönderir de onlar, bulutu savurur. Sonra Allah o bulutu gökte dilediği gibi yayıp döşer, onu parça parça eder. Nihayet sen onun arasından yağmurun çıktığını görürsün. Sonra onu kullarından dilediğine ulaştırdığında onlar, müjde almış gibi sevinirler. (Rum Suresi/48. Ayet) Kadir Gece’sini anlamayan Kur’ân’ın nereden nereye indiğini anlamaz. İnzal[67] ve tenzil[68] üzerine uzun uzun tefsirler yaparlarda işin püf noktasını göremezler. Noktacı Seyyid Hoca’nın şerhlerini dinlemesek bizde gökten Kur’ân indi sanırdık Kemâl. Nokta’daki manayı daima anlamaya çalış oğlum. Unutma bir kez noktaya inzal olan, binlerce kez cümleye tenzil olur” dedi sonsöz olarak Yüzbaşı. Başta küçük Mustafa Kemâl olmak üzere herkes o sohbetten alacağını almıştı. Yahut ne alınacağını neyin alınamayacağını anlamıştı.
 
 

[1] Parça parça
[2] Gönül şişesi
[3] Hak’ın Cemal yüzü
[4] Kendimize ister kum toprak yığını gibi bakalım istersek Anka(Ruh)’nın konuk olduğu Kaf dağı(bedenimiz) gibi.
[5] Kendi içine bak ve hayalden sıyrıl Anka’yı bul. Hak sende hakikat olsun.
[6] O’nun mekanı ve işareti yoktur. Hakikat ehli basireti ile vahdet-i vücudu fehm eder.
[7] Ancak O’nu ehl-i iyali olan mukarreb (yakın) olanlar bilir.
[8] Mı(mim) s (Sad) rı (Ra)-Mısri. “Mim” (M), “Sad” (S) ve “Ra” (R) harfleridir. 
“M – S – R” (Mim – Sad – Ra) harflerinden oluşan “Mısır” adının anlamı ”Meşakkat – Sabr – Rahmet”dir. Tevh-i Ef’al, meşaketle, tevhid-i sıfat sabırla, tevhid-i zat’da rahmete kavuşmakla tamamlanır. Niyazi Mısri fenafillah olduğunu söylemekte ve üç fena mertebesine işaret etmektedir. Aynı zamanda Hz. Yusuf (AS) Mısır’a amir oluşuna da vurgu vardır.
[9] Yok oldu, kendime nisbet ettiğim kıyametim koptu.
[10] Nisbetim ne aydır ne yıldır(güneştir). Gören ve görünen bir olmuştur. Niyazi, Yunus Emre’nin “Gören O görünen O / Kaldık müşkül içinde” dediği noktaya gelmiştir. Henüz “Beka makamları”ndan bahsetmemektedir.
[11] Gizli Hıristiyan
[12] M. Kemal Atatürk, TBMM Zabıt Ceridesi, cilt 20, İçtima 1, 1.11.1937, sayfa 3. Büyük Millet Meclisi Kütüphanesi.
[13] İsmail Dinçer, Tevhîd-i Kur’ân Meâli, Sade Matbacılık, İzmir, 2016.
[14]Ahmet Kartal,  Ahmed-i Yesevî’de Kişiyi Allah’tan Uzaklaştıran Bir İllet: Riyâ, Uluslar arası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu, (Editör: Prof. Dr. Ahmet Kartal), 28-30 Nisan 2016, Ankara.  Tulum, Mehmet Mahur (2016), Hoca Ahmed Yesevî Dîvân-ı Hikmet (Mısır Nüshası), İstanbul: Doğu Kütüphanesi.  (Tulum 2016: 320).
[15] A. g. m., Kılıç, Hamza (2012), Günümüz İnsanına Melâmet, İstanbul: Kurtuba Kitap. (Kılıç 2012: 299).
[16] A. g. m., (Kılıç 2012: 299).
[17] A. g. m., Hz. Peygamber; “Sizin için en çok korktuğum şey küçük şirktir.” buyurunca, ashap; “küçük şirk nedir?” dediler. Hz. Peygamber de; “riyâdır.” dedi. bk. Kınalızâde Ali Çelebi 2012: 303)
[18] A. g. m., Kınalızâde Ali Çelebi (2012), Ahlâk-ı Alâ’î, hzr. Mustafa Koç, 2. baskı, İstanbul: Klasik. (Kınalızâde Ali Çelebi 2012: 303)
[19] A. g. m., Çağrıcı, Mustafa (2008), “Riyâ” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 35, s. 137-38. (Çağrıcı 2008: 137)
[20] A. g. m., (Tulum 2016: 320; Kılıç 2012: 300).
[21] A. g. m., (Kınalızâde Ali Çelebi 2012: 302)
[22]  A. g. m.,  (Kılıç 2012: 300).
[23] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, Hazırlayan: Dr. Hayati Bice, Ankara, 2010, TDV,Türk Klasikleri Serisi.
[24] Ahmet Kartal, a. g. m., (Sahî-i Buhârî, ,man, 24, ha: 33)
[25] A. g. m., Tulum, (Tulum 2016: 260-61)
[26]A. g. m.,  (Tulum 2016: 114-15):
[27]A. g. m.,  (Tulum 2016: 178-79)
[28] A. g. m., (Ahmed Yesevi 2016a: 171)
[29]A. g. m., (Tulum 2016: 120-121)
[30] A. g. m., (Müslim, birr, 33-34)
[31]A. g. m.,  (Kınalızâde Ali Çelebi 2012: 302)
[32] A. g. m., (Ahmed Yesevi 2016a: 100)
[33]A. g. m.,  (Tulum 2016: 136-137)
[34] A. g. m.,  (Buhari)
[35]A. g. m.,  (Tulum 2016: 116-17)
[36]A. g. m.,  (Tulum 2016: 116-17)
[37] A. g. m., (Tulum 2016: 170-171)
[38] A. g. m., (Kılıç 2012: 69).
[39] A. g. m., (Tulum 2016: 170-71)
[40] A. g. m., (Tulum 2016: 194-95)
[41] A. g. m., (Tulum 1999: 210; Tulum 2016: 192-93)
[42]A. g. m.,  (Tulum 1999: 209-10)
[43] A. g. m., (Tulum 2016: 192-93)
[44] A. g. m., (Buhari, ha. 2697)
[45] A. g. m., (Tulum 1999: 211)
[46] A. g. m., (Tulum 2016: 114-15)
[47] A. g. m., (Tulum 2016: 182-83)
[48] A. g. m., (Müslim, iman 174)
[49] A. g. m., (Tulum 2016: 194-95)
[50] A. g. m., (Müslim, iman, 18, ha. 46)
[51]A. g. m.,  (Tulum 2016: 234-35).
[52]A. g. m.,  (Muavi, feyzulkadir, I/104)
[53] A. g. m., (Tulum 2016: 194-95)
[54] A. g. m., (Ahmed Yesevi 2016: 188)
[55] A. g. m., (Tulum 2016: 156-57)
[56] A. g. m. , (Tulum 2016: 170-71)
[57] A. g. m., (Tulum 2016: 170-71)
[58] A. g. m., (Tulum 2016: 116-17)
[59]A. g. m.,  (Ahmed Yesevî 2016: 317)
[60]A. g. m., Ateş, Süleyman (2000), “İhlâs” mad., DVİ İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 535-37.  (Ateş 2000: 536).
[61]A. g. m.,  Kuşeyrî (2003), Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyri Risalesi, hzr. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Yay.  (Kuşeyrî 2003: 291)
[62]A. g. m.,  (Kuşeyrî 2003: 290)
[63]A. g. m.,  (Kuşeyrî 2003: 292)
[64]A. g. m.,  (Tulum 2016: 256-57)
[65]A. g. m., Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, Hazırlayan: Dr. Hayati Bice, Ankara, 2015, TDV,Türk Klasikleri Serisi (Bice 2015: 314)
[66] Bu nüshayı Trabzonlu Mustafa Efendinin Hemşerisi aziz dostum Bayram Zengin Bey iletmiştir. O’da Sergen Çirkin Bey’den alıntı yapmıştır. Kendilerine minnet duygularımı ifade ederim.
[67] Kur’anın bir defa da indirilmesi.
[68] Kur’anın parça parça indirilmesi.
Yazar
Hilmi ÖZDEN

Prof.Dr. Hilmi Özden, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynı üniversite Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Kurucu Müdürü de olan Özden, Türk kültürü ve medeniyet çalışma... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen