Bir şey var bizi o eski hayatlardan koparan. Daha doğrusu o eski aklın mânâsından uzaklaştıran. Kopkoyu bir taassup ve cehâlet içindeyiz. Ârifler önümüzde açık bir kitap gibi dursalar da görmüyoruz onları. Tıpkı kitâbesiz şehirler gibi saklı bir ülkeyi gece gündüz şerh etseler de bize, anlamıyoruz.
Belki de anlamak istemiyoruz kibrimizden.
Oysa bir şehrin kitâbesi yoksa bile onu zaman nehrinde taşıyan harf kulları vardır. İnsanlar şehirleri bırakıp içinin mağarasında yaşamalı biraz da.
Peygamberler ve velîler gibi “ümmî” olmalı.
Bilgisizlik ve her şeye ilgisizlik değildir ümmîlik. Verili olanları kusmak, azalmak, sâdeleşmek, billûrlaşmak, buharlaşmak…
Ümmîlik mushaflara, mushaflar duvarlara terk edildiği günden beri tozlandı din güzergâhı, yitirildi aşk yolları. Belki de bu yüzden kaybettik kendimize giden yolu ve izi.
Oysa bu yolun gerçek hâdimleri hep o mağaradan gelmediler mi? Zamânın avuçlarında ufalanan nice muvahhid şimdi bir toz zerreciği olmazdan evvel, bu mağaralarda Rableriyle ülfet etmediler mi?
Ne garip, peygamberler yahut velîler geçmiş zamânlardan bahsederlerken âdeta bir yakaza aynası açıvermişler dinleyenlerin gönlüne. İşâret edilenleri anlamayı seçmeyenler anlayamazlar, sökemezler ne yazık ki bu yakaza dilini. Bu sebeple seçilmezler mânâ ve kelimelere de…
Çünkü kibirleri azaltmaz, eksiltmez, kul yapmaz, baş eğdiremez onları. İnsan, içindeki Hakk’a haksızlık yaptıktan sonra dışında haksızlık ettiği insanlardan özür dilese ne fark eder ki? İçindeki Hakk’ın varlığını anlamayan ve hissetmeyen için vicdan melekesi bir yalama cıvata olmaktan öteye gidemez. İnsan azalmalı, küçülmeli, ağzını hiçlik kurnasına dayayıp kana kana içmeli…
Eğer insan, hayâtı ve kendini bir nebzecik anlama gayreti içinde yaşamaya başlasaydı, unuturdu bütün ezberlerini. Unuturdu namazın ve orucun farzlarını bizzat namaz ve oruç olurdu. Kırk hadis ezberlemeyi bırakırdı meselâ. Bir yakaza gibi yaşardı peygamberini hayâtında. Sırrı gözleriyle koordine eden Huzeyfe olurdu. Ebâ Zer olurdu, Bilâl olurdu, Hureyre olurdu… İnsan anlasaydı mü’min olurdu, her ân mürşidinin kalbinden kalbine Hakîkat-i Muhammedi’ye yol bulurdu, yol olurdu, eğer insan anlasaydı…
İnsan, anladığı ölçüde Hakk’ın sûreti, anlayamadığı ölçüde uykuda ve zâlim!
Böyleyken bizler ne denli boğulmuşuz söz mahşerinde. İçimizdeki Hakk’ı bilmeden ne de çabuk sahiplenmişiz karaladığımız üç beş zavallı satırı ve mısraı… Ne çok çoğalmışız, ne çok bulanmışız, bunalmışız. Nemrûd gibi, zaman duvarından kibirle tebessüm eden firavunlar gibi saklamışız içimizdeki cehaleti, sefâleti, zulmeti. Zulmet içimizi dışımızı örtmüş, açılmıyor, özümüzdeki Hakk nâlesi. Bâtınımız karanlık, bâtıl terk etmiyor bizi!
Çünkü edepden yoksunuz biz. Anlamaktan, nezâketten yoksunuz! Bir sokak ötemizdeki akrabamızı ziyaretten âciziz! Üst kattaki komşunun ismini hatırımızda tutamayacak kadar hâfızamız dolu. Mektuplar, bayram ziyâretleri, iftar davetleri silindi hayâtlarımızdan!
Kalbimiz, hayâtımız ve zihinlerimiz darmadağın!
Hayretimiz azaldı…
Leylâlar çekildi…
Mecnun çoktan çölü terk etti!
Haraç mezat aşk da kalem de…
Hâfızalara kaydedilmiyor şiirler…
Hikmeti unutturdu televizyon vâizleri…
Kul sohbetine döndü mahfiller…
Fildişi kulelerden podyumlara indi mütefekkirler…
Dillerde ve beyinlerde kirler… kirler…kirler…
Belki de bu sebepten anlamıyoruz. Çok çabuk dönüyor dünyâ, ha demeden hafta bitiyor, a demeden ay geçiyor, mevsimler bitti!
Yoksa biz yaşamıyor muyuz?
“Dur!” demeli artık bu şuursuz akan zamân nehrine!
Yavaşlamalı her şey…
Çünkü anlamak, u/yanmak demek.
Anlamak; koskoca geniiiiş bir zaman!
İnsan, aczini idrak ettikçe azalırmış, bu gerçek!
Azalmalı insan, zihnini, kalbini, çekmecelerini, face listesini, telefon listesini, alışveriş listesini azaltmalı.
Bu kesretten kurtulmalı.
Ancak o vakit belirir önünde edep kapısı.
O vakit ulaşır “tevhîd” yurduna.
O kapının önünde anlamaya, okumaya başlar mürşîdini, terbiyeyi kabul eder.
“İnsanın irfânı arttıkça edebi ve sükûneti de artar.” buyuruyor Ken’an Rifâî Hazretleri. İnsan nokta kadar iddiasız ve zerre olunca nasıl okumaz Be’nin sırrını? Nasıl anlamaz kendini, Rabb’ini bilmez?
Haddini bilen Rabb’ini bilir!
Çünkü nasıl küçücük bir iyilik cihâna bedel bir hayra vesile olabilecekse, en küçük edebsizlik de bütün iyilikleri ve güzellikleri siler.
İnsan, ara sıra içinin Hîra’sına çekilmeli…
Anlamalı arınmayı, azalmayı, durulmayı anlamalı…
****
Bu vücûd iklîmine bin cân gelir, bir cân gider.
Gâhî cânân cân olur, gâh cân bî-cânân gider.
Emr-i nefse râm olup, dâim mücâhid olmayan,
Hâib ü hâsir kalır, nâdân gelir nâdân gider.
Her hevâ mahvolmadan etmez tecellî “fakr-ı küll”,
Giymeyen takvâ donun, şâh olsa da hırmân gider.
Bilmeyen asl-ı vücûdu, bulmayan Mevlâ’sını,
Sûretâ insân gelir de, sîretâ hayvân gider.
Cümle eşyâyı bi-zâtillâhi kâim görmeyen,
Görmez ol râhat yüzü, nâlân gelir nâlân gider.
“Men ‘aref” sırrın duyup, Mevlâ’sına vârın veren,
Hâdim-i insân olan; insân gelir, insân gider.
Varlığındır mâni’-i tevfık olan etme cedel,
Bu misâfir-hânede handân olan giryân gider.
Nûr-ı tevhîdi karartır şehvet ü hırs u gadab,
Hubb-i dünyâya dalan, üryân gelir üryân gider.
Dergah-ı pîr-i cenâb-ı Hazret-i Belhî’ye kim,
Sıdk ile dil bağlasa; ol kul gelir, sultân gider.
Nefs ile kâim olup, kim secde etmez âdeme,
Ey Kemâlî bil onu, şeytân gelir şeytân gider!
(Osman Kemâli Efendi)
Saliha MALHUN