Abdullah Mollaoğlu
Ondan söz ederken hep ‘annemin annesinin annesi’ ifadesini kullanırdım. Arkadaşlarımın kafası her defasında karışırdı. Kimisi tahmin yürüterek:
“O zaman yüz yaşında vardır” derdi.
Bu defa onları daha da şaşırtan bir cevap verirdim:
“Yok canım, henüz yetmiş olmadı!”
Gözlerdeki inanmamışlık pırıltıları görür ama dikkate almazdım.
İstedikleri kadar inanmasınlardı. Neticede o benim ‘annemin annesinin annesiydi’. Yani ben de onun ‘kızının kızının oğluydum’
Bu soy silsilesinin diğer ailelerdeki silsile bekleme mühletlerinden önce oluşmasının sebebi annânemin çok erken yaşta evlenmesiydi. Bazen bana:
“Sen de kız olsaydın erkenden evlenirdin de ben de şimdi torunumun torununu görmüş olurdum!” diye takılırdı.
Evlendirilmekten bahsedilen ondört-onbeş yaşlarındaki hemen her delikanlı gibi ben de önce biraz kızarırdım. Sonraysa açılır ve onun küçük çenesini acıtmadan sıkar, buruşuk yanaklarını elmacık kemiğinin üstünden öperdim.
Cevap da verirdim elbette. Ve o cevap hemen her defasında aynı kelimelerden oluşurdu:
“Hiç acelem yok annâne. Önce okuldan mezun olacağım. Sonra askerliği bitireceğim. Bütün bunlar olduktan sonra muradına kavuşabilirsin”
Bütün bunları selden önce onun evinde, içi sert samanla doldurulup üzerine dantelli örtü geçirilmiş yastıkların dizildiği divanda beraber oturup, ucundan tutup hafifçe sarstığınızda güzelce sallanan masada yemek yediğimiz günlerde konuşurduk.
Annânemin evi komşu mahallede olduğundan çocukluğumda sıklıkla uğradığım yerlerden biriydi. Müstakil, güzel bir evdi. Bahçesi bizimkinden büyüktü. Ağaç sayısı fazlaydı. İki tane de mandalin ağacı vardı.
Yürümeyi yeni öğrendiğim zamanlarda bu ağaçların önünde fotoğrafım çekilmişti. Sarı sarı mandalinlerin arkadan göz kırptığı dekorun önünde somurtmuş bir yüz ifadesiyle verdiğim poza her bakışımda gülümsemeden edemezdim Elimde de yarısı yenilmiş bir gevrek duruyordu.
Onu evinden ayrı bir şekilde hayal edemiyordum. Annânem ne zaman gözümün önüne gelse onu içinde bulduğum mekan hep evi oluyordu. Bunda gezmeyi pek sevmemesinin de etkisi vardı.
Gününün büyük kısmını pencere kenarındaki divana oturup, sokağa ve karşıdaki evin duvarını kaplayan morgovinaya bakarak geçirdiğini hatırlıyorum. Pencere önünden geçen ve misafirliğe ya da alışverişe gitmekte olan komşularıyla ayaküstü söyleşmek ona yetiyor olmalıydı. Komşuları arasında ayrım yapmazdı. Öyle ki söyleştikleri arasında mahallenin delisi Aleka bile bulunuyordu. Gerçi mahalle sakinlerinden biri Aleka’yla hacda karşılaştığını iddia etmişti. Bu yüzden bazıları Aleka’nın gizli evliya olduğuna inanıyordu.
Bisikletimle dolaştığım uzun yolların sonunda evinin önüne gelip de onu penceresinde görmediğim zamanlarda camı tıklatırdım. Ter içinde kalıp susamış olurdum çünkü. Annânemin buzdolabı iyi soğuturdu ve ben annemin ısrarlı ikazlarına rağmen soğuk su içme alışkanlığımı terketmiyordum.
Getirilen suyu bir dikişte bitirirdim. Her defasında:
“Bir kupa daha içer misin?” diye sorardı.
“Yok annâne” derdim ve pedalımı çevirip güneşin ısıtıp parlattığı sokaklara dalardım. Arkamdan onun sesi beni kovalardı:
“Annene selam söyle”
Annemle birlikte geldiğim günlerdeyse onların sohbete dalmalarını fırsat bilip kaşla göz arasında yatak odasına girerdim. Burası büyük pencereleri olan aydınlık bir odaydı.
Yatağın yanında büyükçe bir etajer bulunuyordu ve etajerin üzerinde de üstü beyaz mendille örtülü bir çerçeve durmaktaydı. Zaman zaman bu mendili kaldırır ve fotoğraftaki – annânemin annesi olduğunu sonradan öğrendiğim – yaşlı kadının kırışıklarla dolu yüzünü seyrederdim.
Bundan sonra yaptığım işse çerçevenin paraleline dizili fincanların içine konulmuş vesikalık fotoğraflara tek tek bakmak ve kendi fotoğrafımı görünce gülümsemek olurdu.
Etajerin çaprazındaysa elbise dolabı vardı. Bu dolabın o zamana kadar bir benzerini görmemiş olduğum kocaman aynasının karşısına geçip boyuma posuma bakmayı da alışkanlık edinmiştim. Yaylı yatağa çıkıp zıplamaksa odayı terketmeden önce sektirmeden yaptığım hareket olurdu.
Zaman zaman ailece toplanıldığında büyük dayımlar annânemi evini müteahhide vermesi için ikna etmeye çalışırlardı. Parselin ortasındaki annânemin eviyle dayılarımın arsalarının müteahhide verilmesi karşılığında kişi başına en az iki apartman dairesinin alınabileceği söylenirdi. Fakat annânem razı olmazdı.
“Ben evceğizimde oturuyorum. Ben öldükten sonra ne yaparsanız yapın!” derdi.
O yıllar apartmanlarla tanışmadığımız yıllardı. Bu yüzden etrafımızda yavaş yavaş çoğalmaya başlayan o yüksek binalara ilgi duyuyordum. Bu yüzden teklifi kabul etmediği için annâneme için için kızıyordum.
Evet, annânem eşinin kendi elleriyle yaptığı, içinde yıllarca beraber yaşadıkları, daha sonra büyük dedenin duvara asılı bir çerçevedeki fotoğrafa dönüştüğü bu evden ayrılmayı kabul etmiyordu. Mesele ne zaman açılsa buruşuk göz kapaklarının arasındaki rengi hafif uçmuş yeşil gözlerini başka yöne çevirip:
“Ne yapayım ben o apartmanda? Burada ne güzel merdivensiz evim, bahçem, kümesim var” demeye devam ediyordu.
Annânemin kararlı tutumu karşısında dayımlar zamanla yılmıştı. Neticede de herkes kendi evini kendisi inşa etmişti.
Akşamın tülbentinin şehri örtüp hararetin kesildiği akşamüstlerinde yanına gittiğimde bahçesindeki uzun ağaç kütüğünün üzerine yan yana otururduk. Ben bir yandan onun plastik beyaz bir tabak içinde getirdiği çekirdeksiz üzümü yerken bir yandan da diğer torunlarından duymaya alışık olmadığı türde sorular sorardım. Her soruma cevap verirdi vermesine ama arada bir de:
“Nereden çıkarır bulursun bu tuhaf soruları?” diye söylenirdi.
Şimdi durup geçmişe bakınca o tuhaf soruları sormuş olmamın ne kadar iyi bir şey olduğunu düşünmeden edemiyorum. Çünkü o tuhaf sorularım sayesinde onun geçen yüzyılın başında binlerce kilometre öteden göç etmek zorunda kalan bir ailenin tek çocuğu olduğunu öğrenmiştim. Annesi hamileyken babasının savaşa gidip bir daha dönmediğini de bu sayede biliyordum. Yedi yaşındayken bu defa annesini kaybettiği, küçük yaştan itibaren çalışmaya başladığı ve erkenden evlendiği de o tuhaf sorular sayesinde ortaya çıkmıştı. .
Bu sohbetlerimiz sırasında, ‘Naciye’ adını verdiği ördeğiyle de ilgilenirdi. Yaşlı ördek kuyruğunu sallaya sallaya dolaşır, ikide bir gagasını kümesin önündeki çamura daldırırdı.
“Annâne, yumurtlamaz mı bu?” diye sorardım.
“Nasıl yumurtlasın?” derdi “İhtiyarladı o da benim gibi!”
Öğleden sonraları geldiğim günlerde bana çok defa gazoz da almıştı. O sallapati masada az mı karpuz veya soyulmuş salatalık yemiştik. İkindi vakti demlediği çayla birlikte yenilen gevrekler de cabasıydı.
Evine yeni eşya aldığını hatırlamıyorum. Televizyonu bile herkes televizyon sahibi olduktan sonra bizim ısrarımızla satın almıştı. Eline biraz para geçse, o para mutlaka çocukları arasında paylaştırılırdı.
“Bu yaştan sonra parayı ne yapayım” cümlesi ondan en çok duyduğum sözlerden biriydi.
Bu cömertliği en çok da bayram günlerinde belli oluyordu. Çünkü sülale içindeki en yüksek harçlıklardan birini ondan alıyordum. Üstelik harçlık vermekle de yetinmezdi. Kendi yaptığı baklavadan da bir iki lokma yedirirdi. Şayet kurban bayramındaysak hemen et kavururdu.
Kocaman mutfağı vardı. Yakın akrabalar onun evinde toplandıklarında annânem salonunda otururdu. Küçükler yani küçük annânem, büyük teyzem, annem, yengelerim, büyük dayılarımın kızları mutfağa girdiklerindeyse o kocaman mutfak küçücük oluverirdi.
Evin büyüklüğü mutfakla sınırlı değildi. Salon uzun, odalar genişti.
O uzun salonda pencereye yakın yerde iki çivinin desteğiyle duvara asılmış tahta parçasının üzerindeki hiç çalışmayan radyo, yere serilmiş iki kilim, üzerinde yemek yenilen muşambayla kaplı masa, ve – nasıl yapabildiğini onca denememe rağmen beceremediğim biçimde – üzerinde bir ayağını altına alıp öbür ayağını dikerek oturduğu sandalye annânemin evceğizinden hatırladığım son görüntü parçacıkları arasındaydı.
Fakat nedense banyo daracıktı. Bir de aşağıda bordum vardı. Burası işe yaramaz eşyayla doldurulmuştu. Hiç kullanmıyordu. Kapısı da kilitliydi. İçimi yiyip bitiren meraka rağmen oraya girme fırsatını bir türlü bulamamıştım.
Ve işte o selden sonra büyük teyzemle birlikte biraz da ürkerek girdiğim evde artık ne o çalışmayan radyo duyuyordu ne de annânemin sabahları dizi seyrettiği televizyon.
Beton zemine serilen kilimlerden de eser yoktu. Muşamba kaplı masa ve sandalyenin rengi kararmıştı. Divanlar ve üzerlerindeki üstü dantelle örtülü sert yastıklar çamura bulanmışlardı. Yine içi dışı çamurla kaplanan pencerelerden ne sokak görünüyordu ne de karşıdaki morgovina. Soğuk suyunu içtiğim buzdolabı kaldırılmış, geniş mutfak sebze ve meyve kokusunu yitirmişti. Etajerin üzerindeki fotoğraflar ise birbirine yapışmıştı.
Odaları bir mezarlığı ziyaret edercesine dolaştım. Kirlenmiş duvarlara bakarken de alt dudağımı ısırdım.
Evin enkaza dönmüş halini görmek için yaptığımız bu ziyarete annânem katılmadı.
“Küstü” dedi teyzem “Sel oldu, evine küstü. Bir daha girmedi içine. Biz çıkardık televizyonu, buzdolabını.”
“Çatıdan nasıl çıktı?” diye sordum hayret içinde.
“Can havliyle çıkmış. Dayın suyun yükseldiğini görünce kendi evlerinin çatısından annânenin çatısına geçmiş. Kiremitleri kırıp, çatıya açılan kapağı kaldırmış. Meğer annem, evin içini su basınca masanın üstüne çıkıp beklemekteymiş. Dayın kollarından tutup yukarı çekmiş.”
Merdiven çıkmaktan bile çekinen annanem demek o gece canını üstü başı sırılsıklam vaziyette çatıdan çatıya geçerek kurtarmıştı.
“Şeytanlar gibi gezindim çatılarda!” demişti bana daha sonraki bir telefon görüşmemizde de acı acı gülmüştüm.
Teyzemin anlatımına göre o gün her şey yağmurla başlamıştı. Başlangıçta yağmur her zamanki yağmurdu. Ancak bir süre sonra durumun her zamankinden farklı olduğu anlaşılmıştı. Çünkü artık akşam olmuştu ama yağmur yağmaya devam etmekteydi. Yağış bir türlü dinmek bilmemişti. O kadar sıklıkla şimşek çakmıştı ki gökyüzü gündüz gibi olmuştu. Gökgürültüleri de kesilmek bilmemişti. Derken sokaklarda sular akmaya başlamıştı. Yağmur yağdıkça da sular yükselmişti. Sonra sokakta yüzen eşyalar görünmüştü. Yollarda artık çamur akıyordu. Bir süre sonra su arabaları da alıp götürmeye başlamıştı. Teyzem bir ceset bile görmüştü. Ceset yüzükoyun halde karşıdaki evin oradan gelmiş, teyzemin evinin yanından geçip gitmişti.
Teyzemi dinlerken bahçedeydik. Onu dinlerken bir taraftan da etrafıma bakınıyordum ki kümesi gördüm.
“Naciye?” diye sordum.
“O ilk başta boğulmuş. İki gün sonra çıkardık ölüsünü.”
Suyun insan boyunda geldiği duvarlardaki izlerden de belli oluyordu. Kış mevsiminde bile otuz santim yükselmeyen mahallenin deresi o gün taşmış, sokakları ve evleri dağdan getirdiği çamura bulamıştı.
Mahalleli varını yoğunu çamura terk etmişti. Günlerce açıkta kaldıkları gibi yeni sel korkusuyla da titremişlerdi. Büyük dayımlardan birisi kaybolan arabasını selden tam dört gün sonra aşağı mahallede bulmuştu.
Sel olduğunda ben şehir dışındaydım. Okulum devam ettiği için de hemen gelememiştim. Bu yüzden olan biten her şeyi çevremdekilerden öğreniyor, belki onlara da tuhaf gelebilecek sorularımı arka arkaya sıralıyordum.
Annanem ise bu defa sorularıma cevap vermeye istekli görünmüyordu. Bu yüzden ben de onunla ilgili ayrıntıları akrabalarımdan öğrendim. Dediklerine göre annânem selden sonra bir haftaya yakın süre kendine gelememiş. Sel günü kapısının altından girmeye başlayan çamurlu suyun görüntüsünü hatırladıkça ürpermiş. Günlerce, eşyasının evin içinde yüzdüğünü sayıklamış. Zaman zaman da:
“Evim evim, gitti evceğizim” diye yazıklanmış.
O gün, evin enkazını gezip büyük teyzemin üçüncü kattaki evine döndüğümüzde annanemi balkonda buldum. Ayaklarını uzatmış, oturuyordu.
“Gördün mü?” diye sordu.
Başımı iki defa salladım ve yanına oturdum. Elini avucuma aldıktan sonra da yanağını elmacık kemiğinin üstünden öptüm.
“Girmeyeceğim o eve! Ne hali varsa görsün”
Bu dedikten sonra gözleri buğulandı. Başını diğer tarafa çevirdi.
Elini bırakmamıştım. Baş parmağımla buruşuk derisini okşuyordum. Sonra birden:
“Bak annâne” dedim “Deli Aleka değil mi şu?”
“Hani?” dedi ve öne doğru eğilip aşağıya, çocuk seslerinin geldiği sokağa baktı.