Antropolojik Zaman ve Mitolojik Zaman

“Her eski ulus kendisini ilk doğan ulus olarak görmeyi ve
ülkesini insanlığın doğduğu yer olarak kabul etmeyi çok sever.”
– (Maurice Olender)

Başlangıç, zaman dışıdır. Zaman dışı olmasa bile, en azından, başlangıç eşiktir diyebiliriz. Eşiğin öte tarafı kutsal mekândır. Eşiğin beri tarafı ise dünyevi mekândır. Başlangıç, kutsal mekân ile dünyevi mekânın eşiğinde bulunduğundan ötürü (veya kutsal mekândan kaynaklandığı için) kutsaldır. Bu itibarla da başlangıç mükemmeldir, kusursuzdur, temeldir, mayadır. İnsanoğlu mükemmel başlangıçtan uzaklaştıkça dünyevi mekânın ve hâliyle dünyevi zamanın akışında yıpranır, kirlenir ve yozlaşır. Çünkü mükemmellikten uzaklaşmaktadır. Yozlaşmış bir toplumun veya hastalanmış bir insanın sağaltılabilmesi için kutsal başlangıca dönmesi gerekmektedir. Dünyevi zamandan ve dünyevi mekândan çıkarak kutsal başlangıca dönüldüğünde sembolik ölüm ve yeniden diriliş gerçekleşir. Bunun en bariz örneği, dünyevi mekân-zamanda artık tükenmiş olan Türk kavminin Ergenekon’a dönmesi, burada kirlerinden arınması, tedavi olması, yeniden dirilmesi ve yeniden güçlenmesidir. Ergenekon kutsal başlangıcı temsil eden kutsal mekândır. Yahut da kutsal mekân ile dünyevi mekân arasındaki eşiktir. Mircea Eliade yeryüzündeki bütün varlıkların arketipleşme eğiliminde bulunduğunu söylüyor. Her kadın tanrıçalaşma eğilimindedir. Türklük penceresinden ifade edersek, her kadın Umay Analaşmak eğilimine sahiptir. Her hükümdar başlangıcın kutsal hükümdarı olmak temayülündedir. Türklük penceresinden ifade edersek, her devlet başkanı Oğuz Kağanlaşmak veya Mete Hanlaşmak tutkusuna sahiptir. Osmanlı hanedanının kendi soyunu Kayı boyuna bağlama ihtiyacının sebebi budur. Cumhuriyet’i kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün derin köklerimize yönelmesinin sebebi de budur. Güncel (aktüel) olan her varlık başlangıçtaki arketipine sığınır veya özenir. Buradan meşruiyet kazanacaktır. Buradan güç alacaktır. Pek çok tasavvufi ailenin kendi şeceresini Hz. Muhammed’e veya Hz. Ali’ye bağlayarak seyyitlik iddiasında bulunmasının sebebi yine budur. Hıristiyanlardaki vaftiz töreni de böyledir. Vaftiz suyu kutsaldır çünkü başlangıçta hiçbir şey yokken su vardı. “Sembolik olarak Korkut ölüp dirilme veya yeniden doğmanın sırrını saklayan su mitine başvurur. Suda zamanın yok olması gerçek zamanı ve mekânı ortadan kaldırır. Korkut’un sığındığı Sır Derya nehri mitolojik şuurda sonsuzluğa akar ve ölümün hâkim olduğu zaman ve mekândan çıkar.”[1]

Bir milletin diğer milletlere üstünlük taslaması (kavm-i neciblik veya üstün ırk olmak iddiasında bulunması), bir devletin diğer devletlere üstünlük taslayarak dünya devletine evrilmek tutkusu, muayyen bir siyasi partinin tek partiye dönüşmek ihtirası, bir spor kulübünün bir turnuvada şampiyonluğu yakalayarak en büyük kulüp biziz demesi, maç anlatıcısının maç bitiminde destan yazdık diye haykırması birer arketipleşme eğilimidir. Timur’un diğer Türk hükümdarlarıyla savaşarak en büyük hakan olma hedefi de böyledir. Her kültür (bünyesindeki bütün kusurlara, zaaflara ve eksiklere rağmen) üstün kültürdür. Lévi-Strauss kültür çeşitliliğine değinirken şu saptamada bulunuyor: “Kimi zaman, her kültür kendini tek hakiki ve yaşanmaya değer kültür olarak görür; diğer kültürleri bilmezlikten gelir, hatta onların kültür olduğunu bile inkâr eder. İlkel diye adlandırdığımız halkların çoğu kendilerine doğrular, iyiler, mükemmeller anlamlarına gelen bir ad verirler, ya da sadece insanlar derler; ve diğer halklara yer maymunları ya da bit yumurtaları gibi onların insanlık durumlarını inkâr eden nitelemelerde bulunurlar.”[2] İsrailoğullarının kendilerini Tanrı’nın seçilmiş kavmi saymaları birkaç bin yıldır değişmeyen bir kuruntudur. Lévi-Strauss bu ilkel düşünce yapısını modern insanlar olarak bizim ahlâkımızın mahkûm ettiğini belirtiyor. Fakat pratikte gerçek bir mahkûm etmenin söz konusu olmadığının Lévi-Strauss da farkındadır. Biz insanlar hâlen daha kendi kültürümüzü merkeze yerleştirme eğilimini koruyoruz. “Çünkü her eski ulus kendisini ilk doğan ulus olarak görmeyi ve ülkesini insanlığın doğduğu yer olarak kabul etmeyi çok sever.”[3]Bu üstünlük duygusu öteki kültürlere hayranlık besleme duygusuyla at başı yürümektedir. Serbest kültür alışverişlerinde üstünlük duygusu hafifliyor ve yararcılık devreye giriyor. Herhalde insanlık tezatlar içinde bir bütündür.

Şampiyon olmak gibi, başarıya ulaşmak, en uç noktaya varmak, esas itibarıyla mükemmelliğe erişmektir. Bu itibarla büyük hedefler güderek en ileriye atılmak başlangıca dönmektir. Fakat başlangıca dönmek tam anlamıyla geçmişe dönmek sayılamaz. Çünkü, başlangıç, zaman dışıdır. Geçmiş ise dünyevi zamanın öncesidir. Başlangıç kutsal mekânın sınırıdır. Kutsal mekânda zaman yoktur. En azından orada dünyevi zaman yoktur. Şayet bir zamandan söz edilecekse, orada kutsal zaman vardır. Yozlaşmış-tükenmiş bir toplum veya hastalanmış-kirlenmiş bir kişi kutsal zamana dönerek arınabilir. Bu arınma tedavidir. Sağaltma işlemini kamlar yürütürler çünkü kamlar başlangıcın hâtırasına sahip bulunan kişilerdir, onlar kendilerinden geçerek başlangıcın kutsal zamanına dönerler.[4]

Ergenekon’a dönüşün ve Ergenekon’dan çıkışın anlamı budur. Ergenekon’a girdiğimizde kutsal zamana-mekâna dönmüş oluyoruz. Ergenekon’dan çıktığımızda ise dünyevi zamana tekrar atılmış oluyoruz. Musa kavminin Mısır’dan çıkarak (eksodos) Filistin’e yerleşmesi de böyledir. Osmanlı Türklerinin üç kıtada yenik düşerek Anadolu’ya sığınmaları ve elde kalabilmiş bu son vatanı Türkiye Cumhuriyeti’nin kutsal toprağı saymaları da Anadolu’yu arketipleştirme eğilimidir. Anadolu bu itibarla yeni Ergenekon’dur. Kaldı ki zaten Doğu Türkistan, Buhara, Kırım, Balkanlar ve Kafkaslar gibi bütün Türk yurtlarını bırakmak zorunda kalan Türkler hep Aktopraklar saydıkları Anadolu’ya göç etmişlerdir. Çünkü bağımsız kalabilmiş yegâne Türk yurdu Anadolu idi. Türkiye Türklüğünü Anadolu doğurmuştur veya Anadolu şekillendirmiştir anlamındaki Anadolucuk bu yegâne fiili durumun eseridir. Çünkü Anadolu yeni Ergenekon’dur demiştik zaten. Sağaltma işlemini kutsal başlangıcın hâtırasına sahip bulunan kamlar yürütür de demiştik. Buradaki sağaltmayı tek başına tıbbi tedavi anlamında düşünmemiz gerekmiyor. Kutsal başlangıca dönüş çok yönlüdür. Mesela, Türkiye’de soyadı kanunu çıktığında pek çok vatandaşın arkaik Türkçe sözcükleri kendilerine soyadı olarak seçmeleri bir sağaltma (kutsal başlangıca dönme) ihtiyacından kaynaklanmıştır. Soyadı tercihleri bu bakımdan manevi bir tercihtir. Aynı zamanda kimlik arayışıdır. Nitekim Ziya Gökalp seçkinlerin manevi bir hükümet teşkil ettikleri düşüncesindedir. Siyasi önderler ise yalnızca icra organıdırlar. Gökalp’ın katında önderler (güzideler, seçkinler) toplum şuurunu billurlaştıran kimselerdir.[5]Büyük sanatkârlar da büyük siyasi önderler de kolektif bilinci açığa çıkartırlar, görünür kılarlar. Şu hâlde sağatlmayı tıbbi boyuttan entelektüel boyuta, siyasi boyuttan kültürel boyuta çok yönlü tasavvur etmemiz gerekiyor. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin önemi bu bakış açısıyla daha belirgin olmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk’ün bilhassa antropolojiye fevkalade değer vermesi rastgele bir eğilim değildir.

Toplumlarda, öyle anlaşılıyor ki, zaman dışı ve zaman içi olmak üzere iki farklı evren bulunuyor. Franz Kafka dilimize “Çin Seddinin İnşasında” başlığıyla çevrilen bir hikâyesinde Çin Seddinin inşaatında çalışmış olan bir angarya işçisinin bakış açısından bize Çin Seddini betimler. Çin imparatorunun buyruğuyla seddin inşaatı sürüp gitmektedir. Hikâyenin bir cümlesi konumuz bakımından ilginçtir: “…İmparator, imparator olarak dünyanın bütün katlarından daha yücedir; ama yaşayan imparator, bizim gibi bir insan olan imparator ise bizim gibi bir yatakta yatar…”[6] Bu cümlenin başı ve sonu buradaki esas konumuzu ilgilendirmiyor. Kafka iki farklı evren tasavvurunu iyi yakalamış. Dünyanın bütün katlarından daha yüce olan imparator mitik imparatordur, realitenin dışındaki, yani zamanın dışındaki imparatordur. Bunun bizdeki karşılığı Oğuz Kağan’dır. Zamanın içindeki Oğuz Kağan ise Mete Han’dır diyebiliriz. Biri ne kadar realitenin dışındaysa berikisi o kadar realitenin içindedir. Mete Han’ın insan olarak bizlerden pek farkı yoktur; olağanüstü güçlere sahip değildir fakat sıradan birisi de değildir elbette. Şimdi de Ahmet Bican Ercilasun’a kulak verelim: “Oğuz Kağan, Oğuzname’nin en eski kahramanıdır; tarihteki tek bir kişiyi temsil etmez; en az iki mitolojik ve en az iki tarihî şahsiyet Oğuz Kağan’ın şahsında birleşmiştir.”[7] Demek oluyor ki Oğuz Kağan tarihsel zamanın dışındadır ve dünyanın bütün katlarından daha yücedir. Mete Han ise yaşayan imparator olarak mitik evrendeki Oğuz Kağan’ın yeryüzündeki temsilcisidir. Devlet kurucusu Selçuk Bey, Osman Bey ve Mustafa Kemal Atatürk de böyledir. Tarihsel zaman antropolojik zamandır. Diğeri ise mitolojik zamandır.

EK: Birtakım Antropoloji Notları

 

Kırklara Erme:

Bir kişinin şaman (kam) olabilmesi için ölüp yeniden dirilmesi gerekir. Elbette buradaki ölüm, sembolik ölümdür. Şaman adayı, ruhlar tarafından göklere çıkartılır veya yeraltına indirilir. Bu ruhlar çoğuncası şaman adayının atalarının ruhlarıdır. Şaman olacak kişinin bedeni dünyevi olmayan göklerde veya yeraltında veyahut da mağarada (kutsal alanda) oklarla delik deşik edilir, parçalara ayrılır, onun kanı kötü ruhlar tarafından içilir, onun başı bir kazanda örsle dövülür, etleri kesilip kemiklerinden sıyrılır. Daha sonrasında onun bedeni tekrar birleştirilecektir. İşte bu parçalara ayırıp tekrar birleştirme işlemi sembolik ölümü ve yeniden dirilmeyi temsil eder. Böylelikle şaman adayı muhtemelen dünyevi kirlerden arındırılıp dayanıklı bir bedene kavuşturulmuş olmaktadır. Bu şamanlık ritüeli sırra erdirmedir. Şaman adayı bu yöntemle şamanlık mesleğinin yordamlarını öğreniyor. Altay şamanlarının geleneksel inançlarına göre, ataların ruhları şaman adayının etlerini yiyor, kanlarını içiyor ve karınlarını deşiyor. Kazak-Kırgız baksısı şöyle diyormuş: “Gökte beş ruhum var; bunlar beni kırk bıçakla kesiyor, bedenime kırk çivi saplıyorlar.”[8] Müslüman Türklerin bugün hâlâ evliyalar hakkında söyledikleri kırklara erme deyişinin kökleri burada olsa gerektir. Şaman adayının bir kazana atılması, kırk bıçakla doğranması ve örsle dövülmesi türünden inançlar hiç kuşkusuz demircilik çağının izlerini taşımaktadır.

Kazık Çakmak:

Şaman (kam) yeraltına veya gökyüzüne doğru yolculuğa çıkacağı zaman birtakım araç gereçleri bir gün öncesinden hazırlıyor. Yolculukta karşısına çıkacak olan denizi aşmak için küçük bir sal, kayaları parçalamak için bir küskü vb. Sembolik yolculuk töreni şamanın çadırında yapılır. Şaman, yeraltına veya gökyüzüne çadırın tepesindeki delikten çıkarak ulaşacaktır. Bu deliğe duman deliği adı verilmiştir. Kaldı ki zaten çadırın içinde yanan ocağın dumanı da aynı delikten çıkar. Bunu evlerimizdeki sobaların boru delikleri olarak düşünmemiz gerekiyor. Aksi takdirde içeride biriken duman hepimizi zehirleyecektir. Yolculuğa hazırlanan şamanımız çadırın içine uzun kazıklar çakıyor. Bu kazıkların uçları duman deliğinin dışına kadar uzanıyor. Kazıkların uçları çadırın dışındaki bir eşyaya iplerle bağlanıyor. Bu bağ ruhların yoludur.[9] Şamanımız ruhların kendisine yol göstermesiyle tehlikeli yolculuğuna çıkmaya artık hazırdır. Yolculuk sırasında şamanın başına gelenleri ve karşılaştığı zorlukları burada uzun uzadıya anlatmayacağız. Bizi burada asıl ilgilendirense demir kazıklardır. Anlaşılan odur ki şamanımız kendi çadırına çaktığı kazıklarla yine kendisini güvenceye almaktadır çünkü yeraltına veya gökyüzüne yapacağı zorlu yolculuktan geri dönebilmesi için şimdiki zamanda yer alan çadırıyla bağının kopmaması gerekmektedir. Çadıra çakılan kazıklar bu dünyaya bağlılığı temsil ediyor. Aksi halde şamanımız yolunu yitirerek gittiği yerden geri dönemeyebilir. Nitekim şamanımız yolculuk sırasında bazı kemikler görecektir. İşte bu kemikler yolculukta başarı sağlayamayarak ölmüş olan şamanların kemikleridir. Biz bugün hâlâ dünyaya aşırı derecede tamah eden kimseleri yadırgarken bu dünyaya kazık mı çakacaksın diyerek serzenişte bulunuyoruz.

Kemikler:

Avlanan bir hayvanın tekrar dirilebilmesi için kemiklerinin kaybolmaması veya kırılmaması gerekmektedir.[10]Bundan maksat herhalde av hayvanlarının soyunun tükenmesi kaygısıdır, onların tekrar dirilmeleri arzu edilmektedir. Yani iskelet bütün hâlinde kalsa yeğdir. Şayet bir hayvanın kemiği eksik veya kırık ise onun iskeletine bir tahta parçası yerleştirilir. Bu tahta parçası yitik kemiğin yerine geçer. Birtakım kişiler için tahtası eksik dememizin kökeni muhtemelen budur. Çünkü atalarımız kemiklerde bir güç bulunduğuna inanıyorlardı. Kafadan tahtası eksik olmak herhalde akıl sağlığının yetersizliğine işarettir. İskeletin kemiği eksik veya kırık olursa (hayvan veya insan) tekrar dirilemez. Biz bugün hâlâ gözdağı vermek amacıyla senin kemiklerini kırarım (seni tekrar dirilmemek üzere yok ederim) diyoruz.

Mezar Taşları:

Milattan Önce 3000 yıllarına tarihlenen ve Güney Sibirya’nın Yenisey havzasında görülen Afanasyevo kültürü[11]döneminde Proto-Türk kültürü oluşmaya başlıyor. Afanasyevo kültürünü Okunev kültürü ve Andronovo gibi kültürler izleyecektir. Bu kültürlerin sahası Güney Sibirya’dan Ural Dağları’na kadar uzanıyor. Türk kavimleri ve kültürleri bu geniş sahada doğmuş ve gelişmiştir. Güney Sibirya’daki Yenisey Irmağı’nın batı yakasında bulunan Afanasyevo isimli bir tepenin çevresinde, Bataney kasabası yakınlarında bir mezar bulunmuştur. Söz konusu mezarın konumundan ötürü Afanasyevo kültürü adı ortaya çıkmıştır. Bu mezarın ve Afanasyevo kültürünü temsil eden diğer mezarların içinde çanak çömlek, birtakım hayvanların kemikleri, midye kabuklarından imal edilmiş boncuklar, çakmak taşından ok uçları, bakır tellerden yapılmış küpeler, bıçaklar, kemik iğneler, baltalar, altın ve gümüş süslemeler ve benzeri objeler yer almaktadır. Afanasyevo kültürünü temsil eden bu insanlar hem ırmak kenarlarında hem bozkırda yaşıyorlardı. Bilindiği üzere ormanlık Güney Sibirya’nın güneyi ve batısı uçsuz bucaksız bozkırlardır. Bataney kasabası yakınlarındaki mezara üstünkörü göz atalım: 4-5 metrekarelik bir alanı kaplıyor. Mezarın derinliği 1,5 metre. Bu mezarlar dikdörtgen veya oval yapılabiliyor. Mezar çukurlarındaki ceset sayısı 3’den 9’a kadar değişebiliyor. Mezarın üstünde taş parçalarıyla doldurulmuş yapay bir tepecik görüyoruz. Bu tepeciği yine taş parçalarıyla örülmüş, bir metre yüksekliğinde, daire biçiminde duvar çevreliyor. Bu aslında bir tür kurgandır. Bildiğimiz kurganlar kadar büyük değildir. Herhalde kurganların ilkel hâlidir. Mezarın içine ölüyle birlikte yukarıda saydığımız muhtelif objeler gömülmüştür. Bu objeler milattan önce 3000 yıllarındaki atalarımızın hangi eşyaları ve hangi madenleri kullandıklarını bize gösteriyor. Afanasyevo mezarlarındaki hayvan kemikleri ise koyun, at, balık ve yabani öküz gibi hayvanların kemikleridir.

Anadolu’da bugün hâlâ üstüne taş parçaları yığılmış mezarlar karşımıza çıkıyor. Pratik düşünürsek, atalarımız niçin mezarların üstüne taş parçaları yığmaktadır sorusuna kolayca yanıt verebiliriz. Mezarın üstündeki toprağın dağılmasını ya da eşelenmesini zorlaştırmak için taş yığmak akıllıcadır. Peşi sıra, taş yığını sayesinde mezarın yeri belirginleşir ve mezar kaybolmaz. Öbür türlü zaman geçtikçe toprak düzleşecektir ve mezarın yeri unutulacaktır. Bunun yanı sıra taş çürümez, serttir ve kalıcıdır. Ölüm ise yumuşaktır ve ceset toprak altında çürür. Atalarımız ölmüş kimselerin bir başka yerde tekrar dirileceklerine inanıyordu. Hiç kimse ölümün yok oluş anlamına gelebileceğini kabullenmeye yanaşmaz. Bu itibarla da yeniden diriliş inancı güçlüdür. Zaten mezarlara ölmüş kimsenin eşyalarını bu nedenle yerleştiriyorlar. Ölü tekrar dirildiğinde mezarına bırakılmış eşyaları kullanacaktır. Öte tarafa hiçbir şeyin götürülemeyeceği, kefenin cebi yoktur düşüncesi sonradan ortaya çıkmıştır. Taşın ceset gibi çürümediğini gözlemleyen atalarımız mezarların üstüne taş yığarak ölüme direnmek, âdeta meydan okumak istemişlerdir. Çünkü taş kalıcıdır. Şu hâlde taşlar yoluyla ruhlarımız da ölümsüzdür. Mevtanın baş ucuna dikilen mezar taşı da yine aynı düşünüşün eseridir. Taşlar hem koruyucudur hem de sonsuzluğun ifadesidir.[12]

Anahtar Sözler:

Kırklara ermek, kazık çakmak, şeytan taşlamak, kefeni yırtmak türünden kalıplaşmış sözlerin mutlak surette çok eski zamanlardan beri kullanıldığını söylememiz zordur. Elbette hiç değişmeden veya dilin değişmesine paralel şekilde değişerek günümüze aktarılan kalıplaşmış sözler de vardır. Belçikalı tarihçi ve antropolog Jan Vansina bu türden kalıplaşmış sözlerin oldukça eski ya da yeni uydurulmuş sözler olabileceğini belirtiyor. Vansina’ya göre, mesela atasözlerini eski yapan şey onun netliği değil, içindeki bilgeliktir. Yani kalıplaşmış sözlerin ille de arkaik sözler olması gerekmiyor, o sözlerin yüzyıllar ötesinden günümüze kadar taşıdıkları anlam dünyası arkaiktir. Halk bilgeliği (veya şifahi kültür) bin yılların birikimiyle arkaik dünya görüşünü yansıtan bir yeni kalıplaşmış söz üretebilir. Bu söz öylesine usturupludur ki biz o sözün çok eskilerden kalma olduğu düşüncesine kapılabiliriz. Bununla birlikte kalıplaşmış ifadelerdeki bazı terimler arkaik olabilir. Tekrar edersek, sözün kendisinden çok, taşıdığı anlam dünyası eskidir. Jan Vansina şöyle diyor: “Kelimelerin her birinin anlamı, içinde bulunduğu bağlam göz önüne alındığında ancak anlaşılabilir hâle gelir. Çoğu kelime için bu durum hiçbir zorluk teşkil etmez, ancak bazı kelimeler anahtar özelliği taşır ve onlar kök saldıkları toplum ve kültür hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olunmadıkça anlaşılamazlar.”[13] Bunun yanı sıra, Jan Vansina, geleneklerin yorumlanmasında büyük yanılgılara düşebileceğimiz uyarısında bulunuyor. Vansina’nın uyarısına göre, bilginin (veya geleneğin veya kalıplaşmış sözün) hangi zaman diliminde ortaya çıktığını bilmek o kadar önemli değildir; asıl önemli olan, bilginin (veya geleneğin veya kalıplaşmış sözün) hangi koşullarda ortaya çıktığıdır. Arkaik koşullarla uyuşan bir yeni koşul ortamında yepyeni bir kalıplaşmış söz üretebiliriz. Gelgelelim yeni ortam kolektif bilinçaltımızdaki arkaik ortamla benzeşebileceği için biz o yepyeni kalıplaşmış sözü çok eskilerden kalma sanabiliriz.

Kaynaklar

[1] Fuzuli Bayat, Korkut Ata – Mitolojiden Gerçekliğe Dede Korkut, sayfa 11, KaraM Yayınları, Ankara 2003.

[2] Claude Lévi-Strauss, Irk, Tarih ve Kültür, sayfa 69, Metis Yayınları, İstanbul 2013.

[3] Maurice Olender, Cennetin Dilleri, sayfa 17, Dost Kitabevi, Ankara 1998.

[4] Mircea Eliade, Mitler, Rüyalar ve Gizemler, sayfa 57, (Çeviren: Cem Soydemir), Doğu Batı Yayınları, Ankara 2017.

[5] Uriel Heyd, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri – Ziya Gökalp’ın Hayatı ve Eserleri, sayfa 49, (Çeviren: Cemil Meriç), İletişim Yayınları, İstanbul 2023.

[6] Franz Kafka, Bir Savaşın Tasviri, sayfa 86, Cem Yayınevi, İstanbul 1967.

[7] Ahmet Bican Ercilasun, Nehir Destan Oğuzname (Oguz Bitig), sayfa 89, Dergâh Yayınları, İstanbul 2019.

[8] Mircea Eliade, Şamanizm – İlkel Esrime Teknikleri, sayfa 66-67, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 1999.

[9] Mircea Eliade, Şamanizm – İlkel Esrime Teknikleri, sayfa 271.

[10] Jean-Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, sayfa 136, İşaret Yayınları, İstanbul 1994.

[11] Afanasyevo kültürü için bakınız: Sergen Çirkin, Güney Sibirya Arkeolojisi ve Şamanizm, sayfa 63, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2019. Yaşar Çoruhlu, Erken Devir Türk Sanatı, sayfa 42, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2000.

[12] Yaşama arzusu için bakınız: Jean-Paul Roux, Altay Türklerinde Ölüm, sayfa 27-68, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999.

[13] Jan Vansina, Tarih Türü Olarak Sözlü Gelenek, sayfa 124, Tün Kitap, Ankara 2021.

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen