“Günümüzde karşılaşılan küresel ölçekli sorun yükselen “köktendincilik”in pek çok toplumda siyaseti esir almasıdır. Buna karşı mücadele ayrım gözetilmeden yürütülmelidir. DAİŞ konusunda global seferberlik başlatılırken, Arakan’daki katliamlara tepki göstermemek, Budist köktendinciliğinin “barışçıl” olduğunu, sorunun gerçekte “Selefî aşırılık”tan kaynaklandığını savunmak, sorunu daha da çetrefilleştirecektir. Ancak zikredilen mücadele verilirken, meselenin kökenini “İslâmiyet” için yapılana benzer şekilde “Budizm”e götürerek “medeniyetler çatışması” tuzağına da düşülmemesi gereklidir.”
*****
Bu yazı Sabah Gazetesi’nin 10 Eylül 2017 târihli nüshasından alınmıştır.
M. Şükrü HANİOĞLU[i]
Arakan’daki katliamların bizatihi “Budizm”den kaynaklandığı yargısına ulaşmak bizi “medeniyetler çatışması” tuzağına sürükler
Arakan ya da Rakhine Müslümanları olarak da atıfta bulunulan MyanmarRohingyalarına yönelik yeni katliamlar, uzun süredir kanıksanan “kitleselşiddet”in uluslararası gündemin ön sıralarına geçmesine neden olmuştur.
Rohingyalara şiddet uygulayan ve bunu meşrulaştıranların “Budist” kimliğe vurgu yapmaları ise genellikle “şiddet” ile ilintilendirilmeyen bir inanç sisteminin bu açıdan sorgulanmasına yol açmaktadır.
Budizm ve “şiddet”
“Budizm” hakkındaki yaygın “barışçıl din” algısına karşılık bu inanç sisteminin “şiddet” ile ilişkisi son yıllarda önemli bir akademik araştırma alanı haline gelmiştir. Brian Victoria’nın yirminci yüzyıl Japon militarist geleneğinin oluşumunda Zen Budist rahiplerin oynadığı rolü ele alan “Zen Savaşta (1997)” çalışması, Xue Yu’nun Çinli rahiplerin benzer yaklaşımlarını inceleyen “Budizm, Savaş ve Milliyetçilik (2005)” kitabı bu konuda Batı kamuoyunda var olan algının pek de doğru olmadığını ortaya koymuşlardır.
Stanley Tambiah’nın “Budizme İhanet (1992),” çalışması Sri Lanka, MichaelJerryson’ın “Budist Öfke (2011)” kitabı Tayland, Francis Wade’in geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Myanmar’ın İç Düşmanı: Budist Şiddet ve Müslüman ‘Öteki’nin Yaratılışı” monografisi ise Myanmar’da yaşanan kitlesel şiddet ile Budizm arasındaki ilişkiyi sorgulamaya çalışmışlardır.
Bu üç çalışma genel bir ilişkiyi ele almanın ötesinde Budizm’in Theravada kolunun egemen olduğu toplumları inceleyerek bu özgün inanç biçiminin “şiddet” kullanımındaki rolünü tespite çalışmışlardır.
Söz konusu araştırmalar, Sri Lanka, Myanmar ve Tayland benzeri ülkelerdeki Budist rahiplerin büyük çoğunluğu Hindu olan Tamiller, Rohingyalar ve Patani’deki Malay Müslümanlarına yönelik şiddette ön saflarda yer almakla yetinmeyerek ona dinî meşruiyet de kazandırdıklarını ortaya koymaktadır.
Güneydoğu Asya’da başta Müslümanlar olmak üzere değişik dinî ve etnik toplulukları hedef alan “şiddet” , benzeri dergiler ve gibi etkili gazetelerin de son yıllarda “Budizmin barışçılığı”nı sorgulamalarına neden olmuştur.
Görüşlerine bu yayın organlarında sıklıkla yer verilen “Kel Bin Laden” lâkaplı rahip Ashin Virathu, Sri Lanka’da etnik ve dinî temizlik yapılarak “Budist Din Devleti” oluşturulmasını hedefleyen Jathika Hela Urumaya hareketinin lideri, “Savaş Rahibi” takma adlı Athuraliye Rathana ve Müslümanlara karşı “şiddet”in meşru olduğunu ileri süren Taylandlı rahip Açhan Pim benzeri “din adamları” barışçılık ile bağdaştırılması zor tezler dile getirmektedir.
“Hızla üreyen kuduz köpekler” şeklinde tavsif edilen Müslümanlara yönelik ekonomik boykot, İslâmiyeti kabûlün yasaklanması, Arakan’da saldırılar neticesinde yıkılan camilerin yerine Budist tapınak ve manastırların inşa edilmesi, mücadelenin “son Müslüman yılan öldürülünceye kadar” sürdürülmesi benzeri taleplerle Budist kitleleri tahrik eden bu “din adamları”nın “şiddet”e çanak tuttukları ortadadır.
“Medeniyet çatışması” tuzağı
Ancak bu görüşlerden hareketle özcü (essentialist) bir “Budizm” değerlendirmesiyapmak ve bu inanç sisteminin “şiddet”i teşvik ettiğini ileri sürmek Ebubekir el-Bağdadî, Ebu Muhammed el- Adnanî ve diğer DAİŞ liderlerinin söylemlerinden yola çıkarak “İslâmiyet”in karakteri hakkında neticelere ulaşmakla eşdeğerdir. Böylesi yargılar üretmek, doğal olarak, “medeniyetler çatışması”nın kaçınılmazlığı benzeri tezler geliştirilmesine neden olmaktadır.
Buna karşılık sorunun “Budizm” ya da onun Theravada kolu kaynaklı olmadığı, yaşanan trajedinin “din”in “siyasallaştırılma” ve “araçsallaştırılması”ndan kaynaklandığının vurgulanması gereklidir. Şüphesiz diğer dinler gibi Budizm’in de köktenci ve “şiddet”i meşrulaştırıcı okumasının yapılması mümkündür. Ama bunu Budizm’in “aslî karakteri” olarak sunmak, bir inanç sisteminin “Ötekileştirilmesi” ve canavarlaştırılması dışında yarar sağlamayacaktır.
Genel olarak güneydoğu Asya, özel olarak da Arakan’da karşılaşılan sorun, son tahlilde, “Budizm”den kaynaklanmamaktadır. Benzer şekilde Müslümanlara yönelik “şiddet”i “Selefî aşırılık”ın tetiklediği yolunda İslâmofobik çevrelerde yaygın kabûl gören yaklaşım da tarihî gerçeklikle çelişmektedir.
1980’lerde el-Ka’ide ile irtibata geçen Mevlâna Abdülkuddus tarafından kurulan Harekatü’l-Cihad el-İslâmî benzeri Selefî- Cihadî örgütlenmelerin Arakan’da faaliyette bulunduğu doğrudur. Buna karşılık, vatandaşlık statüsünden yoksun bırakılan Arakan Müslümanlarına yönelik şiddet Burma’nın bağımsızlığını kazandığı 1948’de başlayarak altmış yıl süren iç savaşların önemli parçalarından birisi olmuş, 1961’de Budizm’in “devlet dini” olarak kabûlü sonrasında, rahipler öncülüğünde camilere yönelik saldırılarla başlayan pogromlar birbirini takip etmiştir. Daha sonra ortaya çıkan Selefî eylemcilik ise bunların nedeni olmaktan ziyade “meşrulaştırıcısı” işlevini görmüştür.
Yükselen köktendincilik
Sorun, güneydoğu Asya’da köktendinci yaklaşımlarının güç kazanması ve “Siyasal Budizm”in devlet politikaları için araçsallaştırılmasıdır. Arakan trajedisinin de ortaya koyduğu gibi, 1989’da ezici çoğunlukla kazandığı seçimler sonrasında askerî yönetimler tarafından 2013’e kadar ev hapsi ya da cezaevinde tutulan, Gandhi’yi rol modeli olarak gören, Nobel Barış Ödülü sahibi Aung San Suu Kyi benzeri bir siyasetçi dahi “Siyasal Budizm” ve onun düşünsel arka planındaki köktenciliğe teslim olmaktadır.
Budist köktendincilerin “Müslümanların ikiden fazla çocuk yapmasınınyasaklanması” benzeri taleplerine karşı çıkan Suu Kyi, buna karşılık, “Rohingya” tabirini kullanmayı reddetmekte ve onların “yabancı bir unsur” olduğu, ülkeyi terk etmelerinin gerektiği yaklaşımından taviz vermemektedir.
Scott Appleby ve Martin Emil Marty başkanlığındaki bir akademisyenler grubu tarafından gerçekleştirilen kapsamlı “Köktendincilik Projesi” çağımızın bu yükselen hareketinin tüm dinleri kapsadığını, Hindistan’daki Sikhler ile ABD’deki Katolikler gibi tarihî ve kültürel ortaklığı bulunmayan topluluklardaki köktendincilerin benzer tezler ürettiklerini ortaya koymuştur.
YAZININ DEVÂMINI OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ
——————————————–
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2017/09/10/arakanda-medeniyetler-catismasi-mi-yasaniyor
——————————————-
[i] Prof.Dr., Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları Program Direktörü Prof. Dr. M. Şükrü Hanioğlu, Siyaset Bilimi ve Ekonomi lisans derecesi ile Siyaset Bilimi Doktorası’nı İstanbul Üniversitesi’nde tamamladı. Son dönem Osmanlı politika ve diplomasi tarihi ile Türk siyaset hayatı konularında Türkiye’de ve Columbia, Wisconsin, Michigan ve Chicago Üniversiteleri’nde dersler veren ve seminerler yöneten Prof. Hanioğlu, Ahmet Ertegün Vakfı Başkanlığı, Yakın Doğu Çalışmaları Program ve Bölüm Başkanlığı görevlerinde bulundu. Geç Osmanlı dönemi tarihi alanında dünyanın önde gelen uzmanlarından birisi olarak kabûl edilen Prof. Hanioğlu, aynı zamanda, 19. yüzyıl entelektüel tarihinin en önemli kaynakları arasında sayılan pek çok eser ve makalenin de sahibidir. 2010’da TÜBİTAK Özel Ödülü’nü alan Prof. Hanioğlu, son olarak Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün entelektüel biyografisini yayınlamış, 2012 yılında da Türk tarihini evrensel boyuta taşıması dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne lâyık görülmüştü.