Prof.Dr. Saadettin YILDIZ
(Önceki sayıdan devam)
Vatan sevgisinin ideolojik boyutuna bakıldığı zaman, Arif Nihat’ın samimi bir Turancı olduğu rahatça görülür. Ölümünden üç yıl önce kendisine sorulan bir mülâkat sorusuna verdiği şu karşılık son derece nettir: “İngiltere Turancı’dır, İsrail’liler de öyle. Bütün bunlar içinde ben Turancı olmuşum, ne çıkar? Hatay, Hatay dedik Hatay’ı aldık. Hatay demek Turancı’lık yapmak demekti. Bugün de Kıbrıs, Kıbrıs diyoruz ve mis gibi Turancılık yapıyoruz. İnşallah onu da alırız. Benim daha nice Turanlarım var… Saymakla bitmez.”[1]
Arif Nihat’taki vatan sevgisini, kuşundan çiçeğine, kubbesinden dağlarına, ırmağından ormanına, en küçük köyünden en büyük şehrine, doğusundan batısına, dününden bugününe ve yarınına.. aşk derecesinde bağlılık olarak tarif edebiliriz. Bu, yaşayış hâline gelmiş bir milliyetçilikten kaynaklanan bir tavrın neticesidir. O, bu tavrından ömrü boyunca vazgeçmedi; vatanı Türkiye sınırları içinde her şeyiyle sevilecek bir yâr-ı dilârâ olarak gördü. Fakat ondaki vatan fikri, Türkiye sınırlarının dışına, Türkistan’a, Kafkasya’ya, Balkanlar’a, Kerkük’e… uzanmaya daima hazırdır. Kullandığı yer adlarına, ırmak, deniz ve dağ adlarına baktığımızda, şairin hemen hemen tam bir Türkiye haritası çıkardığı ve milletin her kesimini de bu haritanın üzerine yerleştirdiği görülür; fakat vatan, Türkiye ile sınırlı olmadığı gibi millet de Türkiye Türklerinden ibaret değildir. Onun şiirinde bütün Türk dünyasını, hatta eski bir Türk kavmi kabul edilen Macarları bile içine alan bir “büyük aile” düşüncesi kolaylıkla dikkati çeker.
O geniş vatanın Hazar’ı, sıkıntıların insan tahammülünü aştığı bir zamanda, başka bir hâlete girmeli ve çağlamak yerine ağlamalı, ağlamalıdır:
….
Kuşların çığlık çığlık uçsun dört bir yana… yerlere serilsin yelkenler. Kumlara sıza sıza, havaya dağıla dağıla; emile emile, sömürüle sömürüle kuru Hazer’im kuru… Yan Hazer’im yan!
…
Bir dudak da böyle kurur; bir damar da, bir yürek de böyle yanar.
Kuru Hazer’im kuru, yan Hazer’im yan!
Deniz kuşu kuşların, deniz kızı kızların vardı. Yelkenlerin, kayıkların çocukların, Bozkurt’ların vardı… Ve madem ki artık ne onlar, ne bunlar kaldı… kuru Hazer’im kuru, yan Hazer’im yan![2]
Şair, hemen burnumuzun dibinde oldukları halde sınırlarımızın dışında kalan adaları da geniş vatan anlayışı içinde değerlendirmiş ve fırsat buldukça gazetelere yazdığı yazılarda bu konuyu gündeme getirmiştir. A.B.D. Dışişleri Bakanı Fulbright’in “Bizim düzinelerle Kıbrıs’ımız var” sözüne cevap olarak yazdığı 10 Mayıs 1964 tarihli bir gazete yazısında, Semadirek, Saros, Midilli, Sisam, Nikarya, İstanköy, Sömbeki, Rodos, Karpatos, Kasos, Girit, Furni, Patmos, Lipsos, Leros, Kalimnos, Levita, Astropalya, Nisiros, Titos, Harki, Meis başta olmak üzere birçok adanın adını saydıktan sonra şöyle diyor: “Bizim Ege’den Akdeniz’e doğru, yukarıdan aşağı, yalnız iriceleri sayıldığı takdirde, 33 Kıbrıs’ımız vardır ki tesbihimiz gibidir… senin bildiğin Kıbrıs, bu tesbihin yalnız imamesidir. (…) Bunlar bizim, ‘Kıbrıs!’ diye seslendiğimiz zaman, hep birden, ‘hangimizi çağırıyor?’ diye kulak kabartan Kıbrıs’larımızdır. Kim söylemiş bir tek Kıbrıs’ımız olduğunu?”[3]
Bu yazı, ondaki vatan sevgisinin, günlük politika ile de buluştuğunu gösteriyor. Fakat şair Arif Nihat’ın fıkra muharriri olarak gösterdiği bu tavırdan uzak durmaya çalıştığını da belirtmek gerekir.
***
Muhteşem mâzî, gerçek kahramanlarla doludur ve bu kahramanlar her an yeni bir destan yaratmaya hazır durumdadırlar. Çünkü;
Kahramanları Tanrı,
Fakat destanları
Kahramanlar yaratmaktadır.
Yine uzanmış yiğitlerim..
Yine topraklara şehitlerim,
Türk mayası katmaktadır.[4]
Destanın olduğu yerde bayrak, bayrağın şanla dalgalandığı yerde de destan olur. Arif Nihat, bayrak şairiydi; destansız da, bayraksız da olamazdı. “Tarihim, şerefim, her şeyim…” dediği bayrakla daima birlikte yaşadı. Bayrak, yüksek yerlerde açan çiçekti Arif Nihat için. Karlı dağlarda kızıllığında ısındığımız, kızgın çöllerde gölgesine sığındığımız; barışın güvercini ve savaşın kartalıydı. O nereye dikilmek istiyorsa oraya dikmeye hazır bir ruh… Üç binden fazla şiiri içinde doğrudan bayrağı işleyen 12 adet şiiri bulunan şairin bayrağa düşkünlüğü, doğrudan bayrak temini işlediği şiirlerle sınırlı değildir. Birçok şiirinde bayrağı “motif” olarak kullanmış; bayrak-istiklâl, bayrak-vatan, bayrak-mâzî, bayrak-yiğitlik, bayrak-huzur.. bağlantılarını kurarak, onu bir merkez değer hâline getirmiştir. Bayrak, Türk’ün millet olma vasfının tescilidir. Bu temel düşünceden dolayı, bayrağı olmak ile var olmak aynı şeydir. Bayrak olmadan vatan, mâzî, yiğitlik, huzur-dirlik-düzenlik de olmaz. Türk’ün bahtı ile bayrağınki ortaktır; birinin varlığı diğerinin varlığına bağlıdır:
Dünyâ -ki severdi aylı yıldızlı dalı-
Bir böyle çiçek görmedi dünyâ olalı…
Kaldıkça, fakat, gökte bu bayrak yaralı
Altında nesiller oturup ağlamalı![5]
***
Arif Nihat’a göre vatan, damgalanmış topraktır. Üzerinde beş vakit secdeye varılan ve secdelerle mutlu kılınan toprak… İmanın gereği olan “secde”, aynı zamanda, sevginin de temelidir:
Ezânından alışıp tekbîre,
Buldunuz mutluluk, îmânımla…
Vatan ettim sizi, ey topraklar,
Beş vakit damgalayıp alnımla![6]
Arif Nihat’ın şiir dokusunda bayrak kadar vazgeçilmez bir vatan tamamlayıcısı da “cami”dir. Minaresiyle, kubbesiyle, alemiyle, şerefesiyle. O şerefeler minarelerde birer altın yüzük gibi dururlar; o kubbeler, yavrularını kanatları altına saklayan bir ana gibi küçük kubbeleri şefkat kanatlarının altında barındırırlar; o minareler, toprak ananın göğe fışkıran sütü gibi, yere düşmeyen aylarla kucaklaşmak üzere gökyüzünün maviliklerine uzanırlar. O, vatan coğrafyasının esas itibarıyle imana ve cezbeye dayandığının farkındadır. Türk mimarlık sanatının iki şaheseri olan Selimiye ve Süleymaniye ile fetih yadigârı Ayasofya’nın onun için ayrı bir anlamı ve önemi vardır: Şiirlerinde Selimiye’nin 21 defa, Ayasofya’nın 14 defa kullanılmış olması bunun derecesini ortaya koymaktadır.
Câmiler, onda, yerine göre sevinç, heyecan, hayranlık; bazan da hüzün, hattâ öfke uyandırır. Güzellikleri, gerçekten “câmi” oluşları, sanat değerlerinin üstünlüğü, ruhanî havaları sevindirirken, Lârî, Murâdiye, Fethiye (Kars-Ani’de), Ebülmuammeran (Kars-Ani) gibi bakımsızlıktan harap olanlar veya Ayasofya gibi , dinî maksatların dışında kullanılanlar ise hüzün ve acı vermiş, öfkelendirmiştir.
Arif Nihat’ın şiirinde kubbeden, minareden, şerefeden bahsediliyorsa, söz ister istemez, Edirne’ye gelir. Vatanın en güzel parçalarından biri olan, Meriç’in, Arda’nın, Tunca’nın okşar gibi kucakladığı Edirne, gerçek bir kubbeler şehridir. Arif Nihat, Edirne’nin kubbeleriyle tanıştıktan sonra[7], camiyi ve onun tamamlayıcı unsurlarını şiirlerinin mânâsını derinleştiren ana imajlar olarak kullanmaktan hiç vazgeçememiştir.
Arif Nihat, Edirne’yi Selimiye’nin ihtişamıyla da gördü; Lârî ve Murâdiye’nin hazîn perişanlığıyla da:
Selim’lerden kalma muhteşem miras,
Sinan’lardan kalma şanlı hediye;
Kuvvetin turası, san’atın mührü,
Kubbeler kubbesi bir Selimiye.
İşte târîh, işte batıyla doğu…
Görenler göstersin böyle bir kuğu![8]
mısralarında Selimiye’nin ihtişâmıyla gururlanıp sesini yükselten şair, Lârî Camii’nin perişanlığı karşısında içlenir, âdeta içine kapanır:
Burdan çeşmesi dinlesin;
Ordan ırmağı, deresi:
Elini kulağına koymuş
Kırık şerefesi,
Kendi salâsını kendi verir
Lârî minâresi![9]
Her iki manzara da vatanın manzarasıdır ve Arif Nihat her ikisini de görür, değerlendirir; çünkü vatanın her hâli onu yakından ilgilendirir. Onda vatan sevgisi sadece bir duygu değil, şahsiyetinin önemli bir yönünü ele veren, kalıcı bir tavırdır. Şiirinin tematik dokusunu ören başlıca unsurlardan biri, bu vatanperverlik tavrıdır.
Dinî heyecanın merkezi olan cami gibi, tasavvufî cezbenin kaynağı olan Kubbe-i Hadrâ da, onun eserlerinde, çok önemli bir vatan tamamlayıcısıdır. Ona göre, Kubbe-i Hadrâ, şeklini çadırdan almıştır ve bu özelliği ile Türk destanlarına bağlanır. Türk milleti Asya’yı fethederken mevlevîler de Konya’yı fethetmişler ve mevlevîliğin taht merkezi yapmışlardır.[10] Üstelik, Belh’ten yola çıkan Sultanü’l-ulemâ Bağdat’ta, Hicaz’da yerleşmek yerine -ilkinde İmam-ı Azam’a, ikincisinde Hz. Peygamber’e komşu olacaktır- Konya’yı tercih etmiştir. Çünkü “bütün bu imkânlar dururken Bahaüddin’in neticede Konya ile Lârende arasında tereddüt geçirdikten sonra Konya’da karar kılması sebepleri arasında bir Müslüman payitahtının cazibesi inkâr edilemez.”[11]
Kubbe-i Hadrâ, hem bu tarihî perspektifle, hem de “Konya ovasında yüzen bir kuğu” duruşuyla, vatan manzarasını tamamlar.
***
Vatana böyle çok yönlü bakan Arif Nihat, tarih şuuru ile vatan fikrinin iç içe olduğu ve toprak ile insan arasındaki karşılıklı ilişkiyi öne çıkaran enteresan şiirler yazmıştır. Vatan ve milletin mücerret kavramlardan ibaret olmadığını, bir manzara güzelliği kadar bir kadın güzelliğinin de vatanın güzelliğine dahil bulunduğunu düşünen şair,[12] bu düşünceye uygun bir tavırla, vatanı, her türlü görüntüsüyle tam bir müşahhas tablo hâlinde ele almayı tercih etmiştir. Bu tercih dolayısıyladır ki onun şiirinde vatanın hemen her şehri, birçok köyü, hür havasından hoşlandığı yaylalar, turistik yerler, kaplıcalar, tarihî yapılar.. birer mütemmim cüz mahiyetinde, yer almıştır.
Mâzî için de durum aynıdır. Şair, zaman-vatan bağlantısını da kaçırmaz: İnsanın, tabiatin, yurdun ve muhtelif eşyanın (çevre dekorunun) bugünkü durumunu, dikkatli bir gözlemle ele alır, bu gözlemin maddî boyutundan geçmişin ve geleceğin manevî boyutuna geçmekten geri durmaz. Geriye dönüşte de, ileriye bakışta da “bugün”denn alınan ihsaslar esastır. Bugünden memnuniyetin derecesi düştükçe mâzî fikri canlanır, geleceğe dair ümitler azalır; aksi durumda ise geçmişe bağlanma ihtiyacı azalırken, geleceğin daha parlak olacağı ümidi artar.
Şair, geçmişin kendisi için ne demek olduğunu kesin çizgilerle ortaya koymuş, dün ile bugün arasında bağlantı kurulması gerektiğine inandığını da göstermiştir. Bugünü düne bağlamak ne kadar önemliyse, bugünü yarına bağlamak da o kadar önemlidir. Birincisi mâzî hasretini, ikincisi de istikbal ümidini besler.
Vatan fikrini zaman kavramından ayrı düşünmek mümkün değildir. Zaman, vatanın her hâline, her renk ve şekline vukufun temel şartıdır. Nitekim Arif Nihat’ta da vatan-zaman, vatan-tarih bağlantısı son derece sağlıklı kurulmuştur.
Onun şiirlerini tematik yönden inceleyenler, günlük hayatta bile çok fazla önemsenmeyen bazı ayrıntıların –“vatan-zaman” ve “vatan-insan” potasında halledilerek- esaslı bir kavram genişliğine ulaştığını ve onun şiirini kuran en önemli kaynaklardan biri hâline geldiğini rahatlıkla göreceklerdir.
[1] Mustafa Karapınar, “Arif Nihat Asya ile Bir Konuşma”, Töre D., Sayı :17, Ekim 1972
[2] HAZER, Top Sesleri (eski adı:Enikli Kapı), s.16
[3] “Kıbrıs’lar”, Aramak ve Söyleyememek, s.21-22
[4] FETİH DAVULLARI, Kökler ve Dallar, Şiirler-3, s.63
[5] ÇİÇEK, Kıbrıs Rubaileri, Şiirler:6, s. 144
[6] VATAN, a.g.e., s.163
[7] Şair, “öğretmen ve öğrenciler arasında zümreleşmeye sebep olduğu” gerekçesiyle Adana’dan sürülmüş ve 30 Ekim 1948’den 18 Mayıs1950’ye kadar Edirne Lisesi Edebiyat Öğretmeni olarak görev yapmıştır.
[8] SELİMİYE, Duâlar ve Aminler, Şiirler-2, s.14
[9] LARİ CAMİSİ, a.g.e., s.10
[10] KUBBE-İ HADRÂ, Aramak ve Söyleyememek, s.371
[11] KONYA, Aramak ve Söyleyememek, s.389
[12] Mustafa Karapınar, adı geçen mülakat