Aşrı Aşrı Memlekete Kız Vermesinler

Annem doksan yaşına yakın. Ara sıra annesi, babası, ebesi, dedesi, köyü gelir aklına.
Annemin ebesine “Gokulu Zenep” derlermiş. Yanında hep koku taşır, yanındakilere o kokudan sürermiş.
İkinci evliliğini yapmış Gokulu Zenep. Kocası da Tirtlen Osman’mış.
Tirt Osman dede uzak bir köye hoca durmuş. Zeynep Ebe orada hastalanmış, köyün hanımları “yakı yapalım, geçer” demiş ama istememiş.
Annemin köyü ile bahsettiğim köye gitmek yayan iki -üç gün sürer. O dönemlerde araba zaten yok. Gelmek gitmek çok zor. Zeynep Ebe’ye gariplik çökmüş tabi. Çocuklarını özlermiş . Geldiği tarafa bakarmış hep. O köydekilere de vasiyet etmiş, “ben ölürsem bu çamların dibine gömün” diye.
Bir gün çocukları Aşa Ebe ile Veli Dayı gitmişler o köye. Zeynep Ebe şaşırmış, mutlu olmuş. “Dağları, daşları delip gelen Aşa’m, dağları daşları delip gelen Veli’m” diye çocuklarına sarılıp sarılıp ağlarmış.
Zeynep Ebe çocuklarının yanına geldiğinin ertesi günü vefat etmiş ve köyünden uzakta o çamların dibine gömmüşler.
Annem oraya hiç gitmemiş. “Hadi götüreyim” dedim. Ablamı da aldık yola çıktık.
Hani bir türkü var ya;
“Yolumuz gurbete düştü,
Hazin hazin ağlar gönül.”
Bize de bir hüzün çöktü giderken. “Gönül gurbet ele varma, Ya gelinir ya gelinmez” demişlerdi.
Önce kendi köyümüze uğradık, Emine’yi de aldık. Emine’yi beklerken bizim köyden bir hanım geldi annemin yanına. Tarladan geliyormuş, yeleğinin cebine bir avuç asma yaprağı koymuş, dolma yapacakmış. Annemi görünce ona verdi.
Gıllentilen gelini imiş, onun da adı Zeynep. Babası da Efelen Ali imiş, annemle aynı sınıfta okumuşlar. Anneme başka kimdi sınıf arkadaşların deyince aklında kalanları saydı. Efelen Ali, Dolmacılan Amet, Mollamemetlen Mısdava, Nalbantlan Erol, Karasannan Aşa, Çömezlen Hava.. Zaten sınıfta dokuz kişi imişler.
Zeynep Abla’nın bastonu da özeldi.
Sonra yola düştük. Gideceğimiz köyün adı Beyyayla. Dağların tepesinde, yüksek yüksek tepelere kurulan bir köy.
Yolda nar çiçeklerini gördük. Feyzi Halıcı Hocam yazmış ya “Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim” diye. Sevdiğine günaydını nar çiçeği güzelliğiyle söylemek ne kadar muhteşem.
Sonra dağlara çıkmaya başladık. Bizim bildiğimiz dağlara. Bizi bilmeyenlere de Abdurrahim Karakoç Ağabey söylemişti;
“Sen bizim dağları bilmezsin gülüm,
Hele boz dumanlar çekilsin de gör.
Her haftası bayram, her günü düğün,
Hele yaylalara çıkılsın da gör.
Sen bizim köyleri görmedin ki hiç,
Yolları toz, çamur, evleri kerpiç.
O kirli kabukta, o en temiz iç;
Hele bir yakından bakılsın da gör.”
Uzun uzun dağı tırmandık ve annemin ebesinin gittiği köye, Beyyayla’ya vardık. Ablamın bir remini çektim orada.
Köylerde neredeyse insan yok. Bir teyze bulduk, mezarlığın yerini sorduk.
Zeynep Ebe’nin mezarını aradık ama isim yok. Çamların altındaki muhtemel mezarlara baktık. Fotoğraflarını çektim. Muhtemelen o mezarlardan biri Zeynep Ebe’nindir. Onlara dua ettik.
Yunus Emre demişti ya;
“Bunlar bir vakt beyler idi, kapıcılar korlar idi
Gel imdi gör, bilmeyesin, bey hangidir ya kulları”
İbrahim Sağır Ağabey’in Sessizlik Şehri dediği yer idi burası.
“Bir küçük tümseğe dönmüş bedenler,
Saklanmış toprağın altına tenler,
Unutmuş dünyayı önce gidenler,
Ne asır sordular, ne yıl sordular.
Gece nedir, gündüz nedir bilmezler,
Güneş, sema, yıldız, bedir bilmezler,
Üşümezler, urba, setir bilmezler,
Ne aba sordular, ne çul sordular.
..
İbrahim Ağabey dostları gelmez demişti ama yıllar sonra da olsa biz gelmiştik.
Üstlerinde otlar bitmiş yolmazlar,
Bayram gelir, seyran gelir gülmezler,
Dost ahbabı ziyarete gelmezler,
Ne zambak sordular, ne gül sordular.
Nişanları adları bile olmayan taşlarıydı demek ki. Hayat böyle bir şeydi.
Nışanları sade şu taşlarıdır,
Selviler çiçekler sırdaşlarıdır,
Yağmurlar belki de gözyaşlarıdır,
Ne deniz sordular, ne göl sordular.”
Zeynep Ebe “Anlatmam derdimi dertsiz insana, Dert çekmeyen dert kıymetin bilemez” türküsünü söylemiş midir acaba?
Ya da gecelerin soğuğunda “Akşam olur karanlığa kalırsın, Derin derin derin sevdalara dalarsın” türküsünü dinlemiş midir tülbentinin ucuyla gözlerini silerek.
Ama “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar, Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık” ya.
Yine Karacaoğlan söylemişti;
Vara vara vardık şu kara taşa,
Yazılan geliyor sağ olan başa,
Hasret etti beni kavim, gardaşa,
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.
Annem arabada ebesinin teneffüs ettiği havayı soludu, onun baktığı dağlara baktı daldı gitti.
Sonra bir meşe ağacının gölgesinde uzakları seyrettik.
Beyyayla Köyü, dağın tepesindeydi. Yüksek yüksek tepelere ev yapmışlardı. Aşrı aşrı memlekete de kız vermişlerdi işte.
Gerçi annemin kızı da gelini de yanındaydı.
Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen