At ve Çift Hörgüçlü Bakteryan (Türk) Devesinin Uygarlığa Katkısı

Tam boy görmek için tıklayın.

 

Prof.Dr. Mustafa ERGÜN

 

GİRİŞ

İnsan yaşadığı yerdeki coğrafi şartlara bağlı olarak hayatını devam ettiren bir varlıktır. Fiziksel gereksinimleri yaşanan coğrafyanın sundukları doğrultusunda karşılanmaktadır. Yani insan doğayla uyumlu yaşamak zorundadır. Ya onun sunduğu koşullara uyum sağlayıp hayatını devam ettirecektir ya da kaybolup gidecektir. Buna göre coğrafi koşullar; sulak alanlar, kurak bölgeler, çöl ve orman dokusunun zengin olduğu bölgelerde kendine özgü yaşam biçimlerinin ortaya çıkmasına, buna sonucunda da insan eliyle yoğrulmuş uygarlıkların doğmasına neden olmaktadır. İnsanlığın geçmişinde at, bugünkü gibi spor amacıyla yetiştirilmiyordu. Tarımda, ulaşımda, iletişimde ve askeri alanlarda her an insanoğlunun en büyük yardımcısıydı. Bu nedenle at evcilleştirildiğinden bu yana inanç dünyasının, efsanelerin, halk yazınının ve kültür tarihinin en önemli temalarından birisi olmuştur. Bu bağlamda bol tatlı suyun olduğu uygun koşullar Hazar-Aral’da kuzeydoğu doğru Sibirya’ya uzanan kuşak atların beslenmesi için yeterli otlara sahipti.

Dünyanın bazı bölgeleri tamamen tarımdan geçmiştir. Bu bölgelerde iki seçenekten geçim yönteminden biri izlenmiştir. İlk seçenek, toplayıcı-avcı yaşamına süresiz olarak devam etmekti. Bu yolu Avustralya, Sibirya’nın çoğu, Amerika’nın çoğu (uzak kuzey ve güney) ve Sahra Altı Afrika’nın bazı bölgeleri izledi. Avcı-toplayıcı toplumlar modern çağda çoğunlukla yok olmuş olsalar da, birkaç küçük nüfus hayatta kalmıştır; belki de en ünlüsü Sahra Altı Afrika’nın San halkı ve Amazon yağmur ormanlarının kabileleridir.

İkinci seçenek göçebe sürü hayatıydı. Göçebe sürüleme kurak bölgeler için çok uygundur Yağışların ot için yeterli olduğu ancak verimli tarım için çok az olduğu; tipik sürü hayvanları koyun, keçi, sığır, at, deve ve ren geyiğidir (Sibirya’da). Göçebe sürüleme özellikle Bozkır’da (Ukrayna’dan Moğolistan’a uzanan doğu-batı otlak şeridi) başarılı oldu. Toplayıcı-avcı yaşamı gibi, göçebe sürücülük de çoğunlukla (ancak tamamen değil) modern çağ tarafından yerinden edilmiştir.

Yukarıda açıklandığı gibi, Neolitik çağ Avrasya’da başka bir yerden çok daha erken elde edildi. Neolitik yaşam kentleşmenin en önemli ön koşulu olduğundan, Avrasya dünyanın geri kalanından binlerce yıl önce şehirlerin yükselişini yaşadı. Sonuç olarak, Avrasya, mevcut dört küresel uygarlığı da kapsayacak şekilde dünya uygarlıklarının çoğuna yol açmıştır: Batı, Ortadoğu, Güney Asya ve Doğu Asya.

Avrasya dışında, Neolitik çağ çeşitli nedenlerle ertelendi. Bunlardan biri, erken teknolojik ilerlemenin önde gelen bölgesi olan Güneybatı Asya’dan tamamen coğrafik olarak ayrılığıdır. Güneybatı Asya’daki gelişmeler Avrupa ve Asya’ya nispeten hızlı bir şekilde bulaşırken, Sahra Altı Afrika’ya (Sahra Çölü tarafından) ve Amerika’ya (okyanuslar tarafından) kolayca yayılması engellendi.

Hazar-Turan bölgesi ayrıca, türlerin hem miktarı hem de kalitesi açısından olağanüstü bir evcil bitki ve hayvan varlığına sahiptir. Bu bağlamda, “kalite” insanlar için yararlılığı ifade eder. Evcil hayvanlardaki Hazar-Turan avantajı özellikle dikkat çekicidir. Bu bölgedeki halklar keçiler, koyunlar, domuzlar, atlar ve sığırlarla kutsanmıştır (diğerleri arasında); özellikle, ikinci iki hayvan ağır işçilik için kullanılabildiler. Demirin ilk bu bölgede elde edilmesi sonucu Pulluk yapımı üretimi arttırmıştır. Aslında, şimdiye kadar sadece on dört büyük hayvan türü (yani 50 kg’ı aşan hayvanlar) evcilleştirilmiştir ve bunlardan sadece biri Avrasya dışındaki bir bölgeye özgüdür: lama, Güney Amerika’da. Ulaşım ve amaçlarla kullanılan Atın evcilleştirilmesi çok önemlidir. Ayrıca bu bölgede yük taşımada kullanılan Çift-Hörgüçlü Bakteryan (Türk) devesinin evcilleştirilmesi de, çok önemlidir.

Neolitik çağ Avrasya’da tunç çağı ile başarılı oldu. Belirli bir bölgede, bronz çağı, bronzun pratik nesneler (yani aletler ve silahlar) için çok kullanılan bir malzeme haline gelmesiyle başlar. “Tunç çağı” terimi genellikle sadece birkaç tunç alet yapılıyorsa veya tunç sadece mücevher için kullanılıyorsa uygulanmaz.

Eski Tetis Okyanusu temeli olan yapının üzerinde oluşan Alp-Himalaya kuşağı maden cevherleri açısından çok zengindir. Harran’ın kuzeyi Bitlis Büklüm Kuşağı ve batıya Toroslara ve doğuya Zağros Dağlarına ve Pamirlere uzanan bölgeler çok önemli metalojenik bölgelerdir (Bakır, Kurşun, Çinko, Kalay ve Demir). Tunç çağının temel ön koşulu eritmenin geliştirilmesiydi (cevherden metal çıkarma işlemi). Yeterli miktarda metal eritildikten sonra, çekiçlenebilir veya istenilen bir şekle dökülebilir (eritilebilir ve bir kalıba dökülebilir). Eritme teknolojisi ilk olarak Güneybatı Asya’da ortaya çıktı. Eritilen ilk metal bakırdı.

Demir Çağı MÖ 1000 yılında Güneybatı Asya’da başladı, bir zamanlar eritme çukuru tasarımları demir cevherini koklamak için gereken daha yüksek sıcaklıkları üretmek için yeterince ilerlemiştir. Yaklaşık beş yüzyılda Avrasya’nın doğu-batı açıklarını kapladı. Böylece, MÖ 500 civarı itibariyle Avrasya’nın büyük bölümü demir çağına geçiş yapmış oldu.

Demir Çağı kuzey Afrika’da ve daha sonra (bronz çağın aksine) Sahra altı Afrika’nın güneye doğru yayılmasıyla da yaygınlaşmıştır. Nil’den (Mısır’dan Nubia’ya) geçerek Sahra Çölü’nü geçti ve daha batıdaki diğer noktalardan da geçmiş olabilir. Difüzyon Avrasya’dan daha yavaştı; demir çağının Güney Afrika’ya ulaşması yaklaşık bin yıl sürdü.

Bu olayı Murad Adji (2019) şöyle tanımlamaktadır: Doğu’nun tarihine bakıldığında, Türklerde dini geleneklerin MÖ 5. yüzyıla doğru şeklini bulduğu görülür, başlangıcı ise yüzyılların derinliklerinde kaybolmaktadır. İnancın doğuş nedeni üzerine yapılabilecek en yakın tahmin, Altay halkının yaşamını değiştiren madencilikle ilgili olabilir. Eski bir destan bu olayı, Altay halkına Gök Tanrı’yı anlatan ve onlara demir cevherini işlemeyi öğreten Gezer Han öyküsüne bağlar. Yeni Tanrı ve yeni element ilişkisi aşikârdır. Altaylının bilincinde onlar her zaman tek ve ayrılmaz bir bütün olarak kalmıştır.

Demiri boşuna “göksel metal”, “göklerin armağanı” olarak adlandırmıyorlar Altay halkının destansı şaheserlerinde. Bu isimde, göktaşını bulan insanı saran coşku ve hayranlık ifadesi vardır, çünkü göktaşları gökyüzünden gelen habercilerdir ve saf halde doğada bulunmadığı bilinen demiri eski insanlara armağan ettiler. Demir göktaşlarından elde edilmiştir. En eski aletler olarak bilinen bıçak ve hançerler bunlardan yapılmıştır.

Çin kaynakları (Taiping Huanyu Ji) kadim Altay’la ilgili olarak şunları bildiriyor:

“Onların topraklarında altın, demir, kalay çıkıyor; devletleri [de] göksel yağmurun demirine sahip, onu bıçak ve kılıç yapmak için topluyorlar, [o] bildiğimiz demirden farklı. Bir zamanlar oradan gelen bir yabancıya sordular [cevherin nasıl çıkarıldığını], cevap vermedi, sakladı. Sadece, ‘demir çok sağlam ve keskin, çok üstün ve ustalıklı işçilik gerektirir. Çünkü onların toprağında demir var. Ağaçlar fırtınalı yağmurdan donunca ortaya çıkıyor [demir]. Belli bir süre geçince, toprak onu yine içine çekiyor. Bu yüzden [o] seçmeli ve meşakkatli bir iş. Her seferinde, gökten yağmur yağınca insanlar [bu demiri] toplarlar, kuşkusuz başarısızlıklar ve ölümler de olur. Nedeni tam olarak bilinmez’ dedi.”

Göklerde birçok değerli maden yataklarının sahibi Tanrı, insanlara cevheri eritip, demir elde etme yeteneği bağışladı. Altay halkı da ona ibadet etmeye başladı. Felsefe bu anlayış zemininde bina oldu, toplumla birlikte gelişip bir dünya görüşü doğurdu ve zamanla olgunlaşıp yeni yaşamın ahlaki temel değerlerini oluşturarak din haline geldi.

Kuşkusuz, Kafkasya, Küçük Asya gibi diğer kadim madencilik merkezleri de bilimin bilgisi içeriğindedir, ancak oralarda Altay’dakine benzer bir inanç sisteminin izlerine rastlanmaz ve bu mümkün de değildir. Neden mi? Oralarda teknoloji farklıydı, metal az ve düşük kaliteliydi; bu yüzden demir çok rastlanmayan, pahalı ve altından değerli bir madde halinde kalarak insanların yaşam tarzına fazla etki edemedi.

Avrasya bozkırında Neolitik uygarlık dönemleri saptanmıştır. Bu uygarlık dönemlerinden biri de Urallardan Hakasya bozkırlarına kadar yayılmış, en çok da Kazakistan topraklarında anıtlar bırakmış olan Andronovo Uygarlığıdır. Türkiye’de yapılan erken Türklere veya Türklerin başlangıç devirlerine ilişkin yapılan çalışmalarda söz konusu kültür dönemi dar bir alana ve zaman aralığına hapsedilmiş durumdadır. Oysaki arkeolojik kazılar ve buluntularla birlikte var olan veriler her geçen gün güncellenmektedir. Erken Türklere atfedilen Andronovo Uygarlığının yaşandığı dönem son yapılan çalışmalarla Türkiye’de bilinen M.Ö 1700-1200 Aralığından çok daha geriye M.Ö 2300’lere kadar gitmektedir ve Demir Çağı M.Ö 1000’lere değin varlıklarını sürdürdükleri tespit edilmiştir. Ural ve Ukrayna bozkırında yapılan çalışmalarla bu uygarlığının sadece Yenisey ve çevresine hâkim bir kültür dönemi olmadığı ortaya çıkarılmıştır.

At, Bozkır Kültürü’nün en önemli etmenidir. Bu bakımdan atın ne zaman binek hayvanı olarak kullanılmaya başlanması önem teşkil etmektedir. Mezar dökümünde M.Ö IV. ve III. bin yıllarında at kemikleri elde edilmiş olsa da herhangi bir gem veya dizgin parçası bulunmadığı için atın bir binek hayvanı olarak kullanılmaya başlanması M.Ö II. bin yıllarda Srubna-Andronovo Uygarlığı döneminde gerçekleşmiştir. Baskın bir uygarlık dönemi insanları olan Andronovolular hayvancılıkta gösterdikleri ilerlemeler ve at sayesinde sürülerin kontrolünü sağlamaları ile sürülerini uzak diyarlardaki otlaklara ve su kaynaklarına götürebilmişlerdir. Böylelikle yerleşik yaşam formundan konar-göçer yaşam formuna geçmişlerdir. Bronz Çağ’da diğer uygarlık dönemlerine göre bilim dünyasında daha çok ilgi çeken dönem Andronovo Uygarlığı olmuş ve Andronovo insanının kökeni hakkında tartışmalar alıp yürümüştür. Bu bakımdan bu topluluğun Aryan kökenli, İran dilliler ve son olarak Hint-Avrupalılar olarak tanımlanmaları dikkat çekicidir. Oysaki erken dönem Türk mezarlarında yapılan antropoloji çalışmaları bu mezarlardaki insan tipinin Andronovo tipinde olduğunu ortaya çıkarmıştır. Yani diğer bir değişle Türklerin bu uygarlık dönemi insanı ile antropolojik açıdan akrabalıkları ortaya konulmuştur. Andronovo çağında Bozkır Uygarlığı şekillenmiş, erken göçerler, Türkler ve Moğollarla birlikte bozkır uygarlığı şekillenmiştir ve hâlâ da devam etmektedir. Andronovo Uygarlığı ile başlayan silsile Yenisey Havalisinde Karasuk- Tagar ve Taştık Uygarlıkları ile devam etmiş, Çin kaynaklarının işaret ettiği boylardan Tinglingler ve Yenisey Kırgızları ile olan münasebetleri ortaya koyulmuştur.

M.Ö. 2000’li yıllardan sonra ise atın dünyanın yapısını değiştiren gücü ortaya çıkmış, Asya’nın bozkırlarından batıya yapılan göçler at sayesinde gerçekleşmiştir. Bu göçebe kültürün batı ile karşılaşması ise çatışmaya neden olmuş, bu da oldukça yıkıcı olmuştur.

 

HAZAR-ARAL BÖLGESİNİN JEOMORFOLOJİSİ i.

Son Buzul Maksimumu (SBM; 20 bin yıl öncesi) zamanında büyük buzul tabakaları en büyük boyutlarına erişmiştir (Grosswald, 1988). Devasa buz tabakaları Kuzey Amerika, Kuzey Avrupa ve Kuzey Asya’nın çoğunu kaplamıştır (Şekil 1) ve yağışsızlık, çölleşme ve deniz seviyesinde düşüşle birlikte Dünya iklimini belirgin olarak etkilemiştir.

 

Şekil 1. Son Buzul Maksimumu (LGM) zamanında büyük buzul tabakalarının kuzey yarımkürede kapladığı alanlar.

Kuvaterner süresince, Barents Denizi ve Kara Deniz (kuzeydeki) üzerinde yerleşen buzul tabakaları Rusya anakarasına doğru birçok kere genişlemiştir ve kuzeye doğru akan ırmakları durdurmuştur. Ters yönde akışı olan, örneğin Hazar ve Karadeniz’e yönelen, büyük buzul barajı arkasındaki bu göller bu buzul levhalarının güneyine yerleşmişlerdir (Grosswald, 1988) (Şekil 2). Son Buzul Maksimumu (LGM, yaklaşık 20 bin yıl önce) süresince, Barents Denizi-Kara Denizuzul Tabakaları çok küçük olduğu için bu doğu ırmaklarını durduramamış ve saptıramamıştır. 90-80 ve 50-60 bin yıl öncesi maksimumların tersine, İskandinav Buzul Tabakası gereği kadar büyümüş olması nedeniyle ırmakları yönlendirmiştir. Akaçlama bölmesi Baltık Havza’sından İdil (Volga) Irmağına doğru yönelmiş ve sonuç olarak da Hazar Denizi’ne boşalmıştır. Bu taşkınlık Arktik Okyanusu ve daha geniş alandaki iklim üzerine belirgin etkisi olmuştur.

Şekil 2. Avrasya Buzul Tabakasının güney kenarında buzul-önü “Büyük Göller” genelleştirilmiş senaryoları (Grosswald, 1988).

Hazar Denizi taşkınların merkezi ve ilişkili olayların (deniz-seviye yükselimi, kıyısal değişimler ve kıyısal düz alanları su basması) paleocoğrafya için çok hassas bir göstergesidir. Bu havzadaki su miktarı aşırı bir şekilde artmış ve bu arada da fazla su ise Karadeniz’e akmıştır. Taşkın sırasında, Hazar Denizi yaklaşık bir milyon km2‘ye (günümüzde 371.000 km2) ve eğer Aral-Sarıkamış havzası da eklendiğinde 1,1 milyon km2‘ye ulaşmıştır. Karadeniz-Hazar Taşkınlarını yansıtan jeolojik, litolojik, paleontolojik ve jeomorfolojik bulguları Chepalyga (2007) tartışmıştır. Bu taşkın olayları (Günümüzden 17 ila 10 bin yıl önce) kıyısal düzlükler (denizel yükselimler), ırmak vadilerine (aşırı arası taşkınlar), ırmak boşalım alanları (buzul gölleri; termokarst) ve yamaçlarda üzerine izlerini bırakmıştır. Bu Khavalyan Yükselimi olarak bilinmektedir (Şekil 3). Chepalyga (2007) her biri 2000 yıl süren ırmak vadilerinde tanımlanan üç büyük aşırı taşkın dalgalarını içeren ve gruplandırılan 10 salınım (her birisi 500-600 yıl süreli) taşkın tarihi olarak tanımlamıştır.

Şekil 3. Hazar baseninde geç buzul taşkınları (Chepalyga, 2007’den uyarlanmıştır). Notlar: Khvalyan Yükselimi (15000 yıl önce); Buzul-Çağı Sonu (12000 yıl öncesi): Deniz-seviyesi 5-6000 yıl önce erişilmiştir.

Denizel ve gölsel su kütleleri Aral’dan Marmara Denizi’ne kadar uzanan Avrasya havzalarının çağlayanlarını oluşturmuştur (Chapalyga, 2007). Taşkının doruğunda, Hazar Denizi’nde su seviyesi daha önceki seviyesinden 190-200 m kadar yükselmiştir. Taşkın, İskandinavya buzul katmanın erimesi (yalnızca başlangıç aşamasında), ırmak vadilerindeki aşırı taşkınlar, tundraların ergimesi, donmuş toprak koşullarında daha yüksek akış katsayısı, su toplama alanının Orta Asya’ya doğru uzaması ve su yüzeyinden düşük buharlaşma (kışın buz örtüsü) gibi nedenlerle birkaç kaynaktan beslenmiştir. Deniz seviyesindeki ani sert değişimler (yılda 2 m ’ye kadar) ve ilişkili kıyısal yer değiştirme (yılda 10-20 km kadar büyük) yaygın taşkınlar yaratmıştır, böylece de verimli araziler su altında kalmıştır. Bunun sonucu olarak da nüfus artışıyla birlikte insanlar üzerinde temel baskı ve göçe yol açmış ve belki de daha ileri ekonominin gelişmesinde uyarıcı olmuştur.

Bu çekilme kıta üzerindeki temel su dengesi sonucu oluşmuştur. Arktik Okyanusa tatlı su akımını azaltmış, Aral, Hazar, Karadeniz ve Baltık Denizi’ne tatlı su akımını aşırı bir şekilde arttırmıştır. Bunun sonucu olarak, yön değiştiren ırmakların tortul toplanma alanı olan Aral ve Hazar Denizleri (bu arada Türkçe ’de “Aral Denizi”; “Adalar Denizi” demektir) üzerinden Doğu Sibirya’da başlayıp Akdeniz’de sona eren dünyanın en uzun ırmağı oluşmuştur (Şekil 4). Hazar Denizi, Aral Denizi ve kuzeydoğu uzantısı günümüz Akdeniz’e benzer bir iç denizdi. Çevresinde geniş ormanlar ve yüksek otlaklarla kaplı yaylalar bulunmaktaydı. Bu bölgede 15 bin yıl önce +50 metrelere çıkan su seviyesi günümüzde Hazar Denizi’nde -28 metrelere inmiştir. Ayrıca Aral Denizi ve Sarıkamış Gölü kurumaya devam etmektedir.

Son buzullaşmadan sonra 15 bin yıl geçmiş olmasına karşın, değişim bir kuşakta bile oldukça hissedilen sürekli kıyı çizgisinin geri çekilmesi ve kaybedilen kara parçaları olarak algılanmaktadır. Bu konular Karadeniz, Hazar Denizi ve Marmara Denizi gibi kıta içi denizlerde daha fazla tahrip edicidirler. Çünkü açık denizlere göre buralarda deniz seviye değişimleri daha fazladır. Hem otlaklardaki karasal hayvan varlığı ve bataklıklar, deltalar ve sulak alanlardaki kaynakların kıyısal düzlüklerdeki verimliliği göz önüne alındığında, bu gibi alanların sürekli kaybedilişi bu bölgede Geç Paleolitik ve Mezolitik dönemlerde yaşamın şanssız durumu olmalıydı.

Şekil 4. Avrasya buzul tabakaları, buzul önü göller ve Sibirya’dan Akdeniz’e yön değiştiren ırmak (Grosswald, 1988). Dünyanın en uzun ırmağı. İlk Uygarlık alanı ve Botay (İlk at yetiştirme bölgesi)

 

Su seviye değişimleri kıyısal ve sucul yaşam biçimlerine uyarlanmayı destekleyen çok geniş bataklık ve yeni ortamlar yaratabilir. Kuzey Hazar deniz tabanı gibi düşük eğimli alanları arada sırada yükselen deniz seviyesinin bastığı görülmüştür. Bu olgu yine daha alçak bir topoğrafyaya sahip Türkmenistan için de geçerlidir. Topluluklar kesinlikle iklimdeki ve deniz seviyesindeki bu gibi değişimlere karşılık gelen hareketlenmelere ve uyarlanmalara uğramışlardır. Buzul-buzul arası dönemselliklerinin farklı zamanlar ve farklı evrelerinde, toplulukların nasıl yaşadığı ve avlandığı veya yiyecek aradığını anlamak için, biz zaman içinde deniz seviyesi değişimi ve buz örtüsü sınırlarını ayrıntılı olarak incelemeliyiz.

Bu bağlamda son 15 bin yıldır Hazar Denizi’nin su seviyesinin inip çıkmasıyla burada yaşayan insanlar, her su seviyesi yükseldiğinde göç etmişlerdir. Gidenlerin bir bölümü gittikleri yerlerde kalmışlardır. Daha önce gelenleri de daha ilerilere itmişlerdir. Doğal olarak bu süreçte, kuzeyli bölgeleri, iklimin ılımanlaşmasıyla yaşanılır hale gelmiş ve oralarda kalmışlardır (Baltık ulusları gibi). Bu durumda kendilerini Turan sayan Fin-Ogur boyları da yaşamaktaydı. Bu boylar; Bulgar, Litvan, Eston, Fin, Leton, Macar olarak Avrupa’ya yayılmış durumdaydı. Aynı kökten gelmiş olmalarına rağmen bu insanlar zaman içinde başkalaşan diller ve yaşam koşullarını kabul etmişlerdir. Türkçe ‘de “HAZAR” ve “SEFER” sözcükleri vardır ve bunların anlamları:

“HAZAR”:    YERLEŞİK (BARIŞTA)

“SEFER”:      HAREKET HALİNDE (SAVAŞTA)

Aynı zamanda “HAZAR” tüm Türk halkları tarafından Hazar Denizi ’ne verilen addır. Bu nedenle, bu denizin adının Dünya’da “HAZAR” olarak bilinmesi gerekmektedir. Demek ki “HAZAR” yerleşilip tarım yapılan yer anlamındadır. Hazar Denizi kuzeyinde kurulan Hazar Hanlığı adı da buradan gelmektedir. Bu insanlar daha önce Hazar kıyılarını terk edip buralara gelen İskitlerin ve Kıpçakların (belki de daha önce terkedenler) yerleşip kalanlarıdır.

Demek esas olarak Hazar Denizi’nin her yükselimi sonucunda yeni göçler bir öncekileri daha ileri doğru gitmelerine neden olmuştur. Bu arada Hazar ve Karadeniz’in kuzeyinde iklimin ılımanlaşmaya başlamasıyla kuzeye gidişler artmıştır. Zaten “BALKAN” sözcüğü (Ormanlık-Dağlık demektir) ve “ALP” sözcüğü ise (Yüce-Doruk demektir) ve batıya doğru gidişin işaretleridir. Kuzeybatıda bulunan “BALTIK DENİZİ” ise Türkçe “BALÇIK-BATAKLIK DENİZİ” anlamındadır. Bundan 5-6 bin yıl önce hüküm süren çok sıcak iklim döneminde deniz seviyesi hızla yükselmiş ve günümüz seviyesine yaklaşmıştır. Baltık Denizi (aslında sığ bir deniz) oluşmuş ve insanlar ren geyiklerini takip ederek bu bölgelere gelmişlerdir. Zaten şu anki “FİNLANDİYA”nın Fince ’deki adı “SUOMA”dır ve “SU ÜLKESİ” demektir. Bu bölge binlerce buzul sonu göllerinden oluşmaktadır. İşte batıya doğru giden kavimleri: Finler, diğer Baltık insanları, Macarlar, Bulgarlar olarak sayabiliriz. Doğuya doğru gidenler ise: Kırgızlar, Tacikler, Peştu’nlar ve diğerleri. Bunların doğu ve güneye doğru dağlık bölgelere kaçış nedeni hem Hazar Denizi’nin her 500-600 yılda bir inip çıkması ve hem de Ceyhun ve Seyhun delta bölgelerinin kuraklaşması ve çoraklaşmasıdır (Kızıl kum ve Karakum Çölleri). Bu yöreden kaynaklanan tüm halklar aslında Turan halklarıdır. Avrupa’daki temel coğrafik yapıların adının da Türkçe olması rastlantı değildir.

Bu coğrafyada insan topluklarının iklim değişimleri nedeniyle hareket etmelerinin sağlanması gerekir. Bu işin yapılmasını sağlayacak ulaşımı işlemlerini bölgede evcilleştirilmiş AT ve BAKTERYAN (TÜRK) devesi görmüştür.

 

AT

Atın evcilleştirilmesi son yıllarda Kazakistan (Botay) ortaya çıkan bulgulardan MÖ 3500’lü yıllara uzatılmıştır. “Botay” uygarlığı insanlarının büyük yerleşim birimlerinde yaşadıkları ortaya çıkmıştır. Botay halkı atı hem binek hayvanı olarak kullanmış, hem de eti ve sütü için beslemişlerdir. Bu süreç henüz iletişim, ulaşım ve savaş dönemlerinin başlamasından çok öncedir. Ancak atın evcilleştirilmesi ulaşım, haberleşme ve savaş yöntemlerini tamamen değiştirmiştir (Outram, 2009). Böylelikle bilinen en eski evcil atların Botay Uygarlığında bulunduğu gözlenmektedir.

Botay Uygarlığı kazıları Neolitik Çağın bilinenden daha farklı biçimde oluştuğunu da belgelemektedir. Protohint-Avrupa Uygarlığının da taşıyıcıları olduğu düşünülen bu bölge insanlarının çok düzenli bir biçimde toplu yaşam alanları kurdukları görülmektedir. Bölgede yaklaşık 200 – 250 evden oluşan birçok yerleşim alanının olduğu, evlerin 2,50 – 3,20 m. yükseklikte ve 70m2 civarında kullanım alanlarının bulunduğu görülmektedir. (Şekil 5). Evlerin temelleri 60 – 80 cm civarında çokgen biçimde kazılarak 120 cm kadar yükseltilmiş, temel duvarının üzerine ağaçtan yuvarlak ve çokgeni tamamlayacak biçimde inşa edilmiştir. Ahşabın içi ve dışı kille sıvanmış, evin tam ortasında tepede bir baca bırakılmıştır. Bu baca evin ortasında yanan ateşin dumanının dışarıya çıkmasını sağlamaktadır. Botay insanları bu evlerin içerisinde kapının karşısına denk gelen uzak yerde, bitki liflerinden yaptıkları hasırlar veya avladıkları hayvanların postlarının üzerinde yatmaktaydılar (Zaibert, 1992).

Şekil 5: Botay yerleşim yeri gösterimi (Outram, 2009)

Türkçe’de kendisine en yakın varlıkların sözcükleri “A” harfi ile başlaması önemlidir. “Ön Türkçe” hem Sümercenin hem de Sanskritçenin kök dilidir.

Tablo 1. “A” harfi ile Türkçe sözcükler.

 

Yuhanna İncili şöyle başlar: ÖNCE SÖZ VARDI…

Demek ki insanlığı oluşumunda “SÖZ” önemli bir yer tutar. İnsanoğlu kendine en yakınları “A” harfinin arkasına sessizler ekleyerek tanımlar (Tablo 1). Bu bağlamda alfabenin neden “A” harfi ile başladığının nedeni olmalıdır. “AT” sözcüğünün de “A” harfi arkasını “T” sessizini ekleyerek ortaya çıkmıştır. Günlük konuşmalarımızda “ATTA” (bebeklerce) gitmek anlamında ve “TA” uzaklık ifade etmektedir. Türkçe deyim: At hızıyla gitti gibi…

Yapılan araştırmalarda bölge insanlarının henüz avcı ve toplayıcı iken atlı bir kültür sahibi oldukları görülmektedir. Bölgede neolitik çağdan kalma, Botay Uygarlığından daha önceki yaşam uygarlığı olan Atbasar Uygarlığı’nın son yıllarında atlı uygarlığına geçişin yaşandığı görülmektedir (Zaibert, 2009). Böylelikle atın evcilleştirme sürecinin tarıma dayalı olmadığı kanıtlanmış olmaktadır. At, bu çatışmada başrolü oynamıştır (Levine, 1999; Levine, 2005). M.Ö. 2000’li yıllardan sonra ise atın dünyanın yapısını değiştiren gücü ortaya çıkmış, Asya’nın bozkırlarından batıya yapılan göçler at sayesinde gerçekleşmiştir. Bu göçebe kültürün batı ile karşılaşması ise çatışmaya neden olmuş, bu da oldukça yıkıcı olmuştur. At, bu çatışmada başrolü at oynamıştır (Levine, 1999; Levine, 2005). .

İnsanların haberleşme işini (eğer kuşları ve Kızılderililerin dumanla işaretleşmesini saymazsak) esas olarak at üstlenmiştir. Bu nedenledir ki Divanü-Lügatiit Türk “At Türk’ün kanadıdır” der. Ama kuşkusuz bir süre sonra o, onu kullanabilen herkesin de kanadı olmuştur. At, yerleşik insanın uygarlık tarihinde; örneğin mitolojisinde, destanlarında, inancında çok önemli roller üstlenmişti, fakat göçebe halinde yaşayan insanoğlunun vazgeçilmez yoldaşı olmuştur. Hem siyasi hem ekonomik hem de askeri açıdan Dünya at sayesinde küçülmüştür. Atın evcilleştirilmesi, tıpkı insanın aracı kullanabilmesi gibi insanlık tarihinin en önemli “buluşlarında” (başarılarından) biriydi. At, hızıyla insanlığı birbirine yakınlaştırmakla kalmamış, adeta küreselleşmenin motoru da olmuştur.

Alet kullanarak hayvanlar aleminden kopuş yaşayan insanoğlu, ata hükmederek sadece dünyasını tanımamış, aynı zamanda üretim, pazar ve tüketim sürecini de düzenlemiştir. Kara ulaşımı binlerce yıl boyunca atın sırtında sağlanmıştır. At, sırtında dünyayı taşımakla kalmamış bir bakıma dünyayı küçülterek insanoğlunun avucuna teslim etmiştir.

ÇİFT HÖRGÜÇLÜ BAKTERYAN (TÜRK) DEVESİ

Çift hörgüçlü develere Baktreyan develeri denir. Bugün gezegende iki tür dolaşıyor: evcilleştirilmiş Baktreyan develeri ve vahşi Bakterya develeri. Ne yazık ki, vahşi Bakteriler nesli tükenme eşiğine geliyor ve aynı zamanda dünyadaki en az çalışılmış hayvanlar arasında yer alıyor. Yakında sert önlemler uygulanmazsa, 20 yıl içinde ortadan kalkabilir. Tersine, evcilleştirilmiş Bakteryan develeri gelişiyor ve milyonlarca nüfusla övünüyor. Tek hörgüçlü develer de bol miktarda bulunur (Hecin develeri). Çift-hörgüçlü develer oldukça uyumludur. Kavurucu sıcaklıklara, soğuk koşullara ve aradaki her şeye dayanabilirler. Evcilleştirilmiş Bakteriler, Asya’nın her yerinde çiftliklerde ve ailelerle yaşıyor.

Günümüzde Afganistan ve Türkistan bozkırlarında ve Gobi çölünde yaşayan ve az sayıda kalan çift hörgüçlü vahşi develer M.Ö.2500‘lü yıllardan beri evcilleştirilmeye başlanmıştır. Bir bakteryan soylu deve hiç dinlenmeden 50 km yol gidebilir, 250 kg yük taşıyabilir, susuzluğa, soğuya ve sıcaklığa dayanıklıdır. Develer çöl sıcağında bile kolay kolay terlemezler, deve gübresi çok kuru olduğu için hemen yakıt olarak kullanılabilir. Bu develerin yayılım alanları Şekil (6)’de gösterilmektedir. Bu develerin bu bölgede MÖ 3 binlerden beri varlığı yaklaşık 10 cm boyunda bakır alaşımından yapılmış heykelciği ile kanıtlanmıştır (Şekil 7).

Şekil 6. Çift Hörgüçlü Bakteryan (Türk) Devesi Yayılım Alanı.

 

Şekil 7. Bakteryan Deve heykelcik; MÖ 3. binyılın sonu – 2. binyılın başı; bakır alaşımı; 8,89 cm; Metropolitan Museum of Art.

 

Lyonnet ve Dubova (2021) yazdıkları çok önemli kitaplarının “The World of the Oxus Civilization” (Ceyhun Uygarlığının Dünyası) kapağında bu bölgeyi en iyi temsil eden Çift Hörgücü Bakteryan (Türk) Devesi resmini koymuşlardır (Şekil 8). Bu develer uygarlığın bu bölgeden batıya Mezopotamya’ya ve güneye Hint Yarımadası’na (Harappa Uygarlığı) ulaşmasında çok önemlidir.

İnsanlık tarihinin en keskin dönüşlerinden biri şüphesiz atın evcilleştirilmesidir. Genel kanı atın ilk olarak Türkistan Bozkırlarında evcilleştirilmesi olduğudur. Atın binek hayvanı olarak kullanılması, dünya tarihinde çok önemli bir aşamadır. Avcılık yaşamından hayvanları evcilleştirmeğe geçen ilk insanlar Türkler’dir. At, Türkler tarafından evcilleştirilmiş, Türkler ata binen ilk insanlar olmuştur.

Şekil 8. Lyonnet ve Dubova (2021) tarafından yazılan kitabın “The World of the Oxus Civilization” kapağında bu Çift Hörgüçlü Bakteryan (Türk) devesi bulunmaktadır.

 

SONUÇLAR

Dünyanın gerçek tarihi Sümerlerin yazıyı bulmaları (3.500 MÖ) ile başlamaktadır. Onun için, bundan önceki tüm süreç ÖNTARİH (PREHISTORY) olarak bilinir. Arkeolojinin ilk günlerinde, eski yerleşim yerleri ve mezarlarda yapılan kazılar tarihi belgelerde şu anda bilinenleri göstermek amacıyla kullanılmıştır (Renfrew, 2008). “Ön Tarih” kavramı on dokuzuncu yüzyılda bilimsel düşüncedeki hızlı gelişim ile ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi jeolojideki gelişmeydi. Günümüzde devam eden olguların geçmiş değişimleri açıklayan, Hutton, Lyell ve Prestwich’in jeolojisinin altında yatan ilkeler ile yaşayan dünya ve gelişmeleri bağlayan Darwin’in “Doğal Seçim Yoluyla Türlerin Kaynağı” üzerine yeni kapılar açmıştır. Açıklamanın görüntüsündeki tekdüzelik ilkesi, Hutton ve Lyell tarafından yerkürenin jeolojik tabakalamasında olduğu gibi şimdi yaşayan dünyaya da uygulanabilinir.

Evrensel uygulamada en güçlünün ayakta kaldığı yaşam formlarının doğal seçimi olarak adlandırılan biyolojik mekanizmasının Darwin’in önermesi, aynı zamanda insan türlerine de bu mekanizmanın uygulamasını sağlamıştır. Bu fikirlerde, bizim kendi türümüz olan Homo sapiens’ın doğmasının yollarını ve işlevlerini belgeleyen antropologlara ve arkeologlara davetiye çıkarmıştır.

1936 yılında, Childe (1936)’ın yazdığı “İnsanın Kendisini Yapması(Man Makes Himself) arkeolojik verilerin ortaya çıkardığı tarihin yeni düşünce biçimine yol açmıştır. Neolitik devrimde bu gibi ilk ani değişim insanın kendisine yiyecek sağlanmasını kontrol etmesidir. İnsanoğlu yenilebilir otlar, kökler ve ağaçların seçilmesiyle ağaç dikmeye, yetiştirmeye ve iyileştirmeye başlamıştır. Ve yemleme karşılığı belirli hayvan türlerini ehlîleştirmiş ve sıkıca kendisine bağlamıştır.

Nick Brooks; Uygarlık, insanlığa karmaşık ve “KENTLİ” toplumlar içinde bir yaşam için tercih yapabilmesine olanak sağlayan elverişli bir çevrenin ürünü olarak ortaya çıkmadı. Tersine, bugün “UYGARLIK” diye değerlendirdiğimiz şey, büyük ölçüde, felaket boyutlarında bir iklim değişikliğine kazara ve planlı olmayan bir biçimde uyum sağlanmasının sonucudur. Toynbee; “Uygarlıkların gelişmesinde rol oynayan temel etmenin, bir toplumun karşılaştığı sorunlara verdiği YANIT, daha doğrusu, ortaya çıkan sorunla ona verilen karşılık arasındaki diyalektik ilişki olduğunu” ileri sürer.

Gordon Childe (1926) “Aryanlar” adlı çalışmasında uygarlığı dünyaya yayanların Aryanlar olduğunu söylemektedir. Bu bağlamda arkeolojik bulguları, tarihsel bütünlüğü ve gelişimini kavrayıp yorumlamıştır. Gordon Childe, arkeolojiye ilerici bir bakış açısı getirmiştir (zamanında da komünistlikle suçlanmıştır). Neolitik ve Şehircilik Devrimi kuramlarını arkeoloji dünyasına kazandırmış, insanların avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik düzene geçiş sürecini açıklayan bir model olan vaha kuramını savunmuştur.

Son 15 bin yıl için Hazar Denizi bölgesindeki önemli olaylar: 15 bin yıl öncesi Khvalyan Yükselimi; 12 bin yıl öncesi buzul çağının sonu; 5-6 bin yıl öncesi günümüze yakın uygun değer deniz seviyesine ulaşım ve deltaların oluşmasına neden olmuştur. Dünya uygarlıkları aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

  • Buzul çağından sonra: Harran (10.000 MÖ, GD Türkiye); Turan-Anau (8-9.000 MÖ, Türkmenistan): Konya (7.000 MÖ. Orta Anadolu); Filistin (7,000 BC); Mehrgarh (7.000 MÖ; Belücistan, Pakistan)
  • Deltaların oluşmasından sonra: Mezopotamya (4.000 MÖ); Mısır (3.500 MÖ); Harappa (3.300 BC, Pakistan); Troya (4.000 MÖ, KB Türkiye); Mohenjo-daro (3.300 MÖ, Güney Pakistan)

Buzul çağının bitimiyle bu uygarlıklar (deltalar oluşuncaya kadar) başta Harran, Aran ve Turan olmak üzere Hazar çevresinde oluşmuştur. Erken uygarlıkların, Buzul Çağında Hazar Denizi bölgesi ile sıkı bir şekilde ilişkili olduğu bilinmektedir. Buzul çağında Toros Dağları buzdan bir duvar örmüşler ve kuzeyinde Anadolu ve tüm Avrupa’da aşırı buzul koşulları canlı yaşamına uygun yerler değildi (Şekil 9). 

Şekil 9. Turan’dan uygarlığın dağılış yolları.

 

Turan bölgesinde iklim değiştikçe Hindukuş Dağlarını aşarak İndüs vadisine inmişlerdir. Önce Belücistan’ın kuzeyinde Mehrgarh (MÖ 7 binler)’ta uygarlık oluşturmuşlardır. Daha sonra da İndüs üzerinde Harappa (MÖ 5300)’ta uygarlık gelişmiştir. İndüs’ün güneyinde ise delta uygarlığı olarak Mohenjo-daro (MÖ 2500)’da uygarlık gelişmiştir.

Şekil 10. Uygarlığın Hazar-Turan bölgesinden yayılımı.

 

Batıda ise, Uygarlık Hazar Denizi çevresinden başlayarak ARAN ülkesi ve URMU’ya (Güneybatı İran; güney Azerbaycan) ulaşmıştır. ARYAN uygarlığının kökeni de büyük bir olasılıkla budur (Childe, 1926). Buradan da Toros ve Zağros Dağlarındaki geçitlerden ilerleyerek, dünyanın ilk uygarlığının (yaklaşık 12 bin yıl önce) oluştuğu Harran Ovasına ulaşılmıştır. Buzul çağı sonunda Harran bölgesi en uygun iklim koşulları ve coğrafyaya sahipti. Dünya uygarlığında asıl sıçrama, bundan 5-6 bin yıl önceki sıcak iklim koşullarında buzulların hızla erimesi ve deniz seviyesinin hızla yükselmesi sonucunda deltaların oluşmasından sonradır. Sümer uygarlığı da Turan, Aran ve Harran’dan güneye ve batıya doğru Mezopotamya’ya ilerlemiştir. Ayrıca Harran uygarlığı Torosları aşarak önce Konya Ovası’na (MÖ 8000) ve batıya doğru ilerleyerek Ege Denizi kıyısında Troya uygarlığını (MÖ 4000) meydana getirmişlerdir. Uygarlık buradan batıya Trakya’ya geçmiş ve Avrupa uygarlığının temelleri atılmıştır (Şekil 10).

Buradan da şu anlaşılmaktadır, daha önce 35º-40°K enlemlerindeki uygarlıklar, deltalar oluştuktan sonra, daha güneye 30º-45°K enlemlerine kaymıştır. Burada MISIR uygarlığı bir istisna teşkil etmektedir. Çünkü Nil Irmağı güneyden kuzeye doğrudur. Nil ekvatordaki tropik yağışlardan beslenmektedir. MISIR Uygarlığı daha gençtir (MÖ 3500) ve Hazar bölgesinden etkilendiği söylenmektedir (Petri 1924).

Orta Doğu’da buzul çağı sonunda iklimin beklenmedik bir şekilde değişmesiyle, geniş alanların bitki ve hayvanların yaşamları için uygun hale gelmiş olması nedeniyle yiyecek sıkıntısı çekilmemiştir.  Bu süreçte, Avrupa ve Asya’da tundra ile kaplı alanlar devamlı ormanlık (Balkan) doğal görünümü ile kaplanmıştır. Bu süreçte, kış yağmurları Toros ve Zağros Dağlarının kesişmesinde yer alan Harran bölgesinde artmıştır. Fırat ve Dicle ırmaklarının su miktarları kuzeyde yer alan Doğu Anadolu buzul örtüsünün erimesiyle (zaten Bingöl adı bu bölgede su kaynağı pınarlarının çok olması nedeniyle verilmiştir) fazlalaşmıştır. Buna göre de, zengin bir bitki örtüsü Harran’da oluşmuştur.

Gordon Childe, “EX ORIENT LUX” (Işık Doğudan Gelir) olarak bilinen söylemiyle de Batı ve Avrupa uygarlığının köklerinin Yakındoğu’dan Batıya doğru göç ettiği savını ileri sürmüştür. Günümüzde yalnız Batıya değil Doğuya (Hint Yarımadası ve Çin) ve Güneye (Mısır ve Afrika) doğru Turan-Aran-Harran civarından gitmiştir. Turan Bölgesi araştırmaları (Lyonnet ve Dubova, 2021) uygarlığın kaynağının Harran ile sınırlı olmadığını göstermekte, Hazar-Ceyhun havzasının daha ayrıntılı incelenmesini salık vermektedir.

Tarihçi Arnold J. Toynbee (1947) şöyle demiştir: “İnsani amaçlar için, bozkır, kuru olması nedeniyle 15’nci Yüzyıl öncesi (Deniz ulaşımı öncesi) insanlar arası ilişki bakımından tuzlu su denizden daha yüksek iletkenliğe sahip olan bir iç denizdi. Bu susuz denizin suya değmeyen gemileri ve iskelesiz limanları vardı. Bozkırın kalyonları develer, bozkırın kadırgaları atlar ve bozkırın limanları “kervan şehirleriydi”.

Timur’un Semerkant’ı ve Çin Seddi’nin kapılarındaki Çin ticarethaneler; MS 1500’den önceki haliyle dünyanın ayrı uygarlıklarını –birbirleriyle olan teması sürdürmelerini sağlayacak ölçüde- birbirine bağlayan egemen hareket araçları okyanusları aşan yelkenli gemiler değil, bozkırları aşan atlardı (Toynbee, 1947). Bu dünyada, gördüğünüz gibi, Babür’ün Fergana’sı merkez noktaydı ve Türkler Babür’ün zamanında ulusların merkez ailesiydi.

 

KAYNAKÇA

Adji, M., 2019, Türklerin Saklı Tarihi (Rusça aslından çeviren: Varol Tümer), Görev Kitap ve Yayıncılık Ticaret Limited Şirketi, İstanbul.

Chepalyga, A.L., 2007). “The late glacial great flood in the Ponto-Caspian basin”. In Yanko-Hombach, V.; Gilbert, A.S.; Panin, N.; Dolukhanov, P.M. (eds.). The Black Sea Flood Question: Changes in coastline, climate, and human settlement. Dordrecht: Springer. pp. 118−148.

Childe, G., 1926. The Aryans: A Study of Indo-European Origins, Routledge, Trench, Truber.

Childe, V.G., 1936, Man Makes Himself, The New American Library.

Garner, J., 2021, Metal sources (Tin and copper) and the BMAC, in: Lyonnet, B. and Dubova, N.A.(eds.), 2021, The World of the Oxus Civilization. Taylor&Francis, London and New York.

Grosswald, M.G., 1988, An Antarctic-style ice sheet in the Northern Hemisphere: Towards new global glacial theory, Polar Geography.

Levine, M., 1999,.  Botai and the Origins of Horse Domestication, Journal of Anthropological Archaeology, University of Cambridge, 18, 29–78.

Levine, M., 2005,. Domestication And Early History Of The Horse, The Domestic Horse: The Origins, Development, and Management of its Behaviour, ed. D. S. Mills & S. M. McDonnell, Cambridge University Press, s. 5 – 22.

Outram, A., K. Natalie, A. S., R. B., Sandra, O., Alexei, K., Victor, Z., Nick, T., Richard, P., Evershed 2009). The Earliest Horse Harnessing And Milking, http://www.sciencemag.org, Science6 March 2009: Vol. 323no. 5919pp. 1332-1335DOI:10.1126/science.1168594.

Renfrew, C., 2008, Prehistory: The Making of the Human Mind, Weidenfield&Nicolson, UK

Lyonnet, B. and Dubova, N.A.(eds.), 2021, The World of the Oxus Civilization. Taylor&Francis, London and New York.

Petrie, Sir William Flinders, 1924, The Caucasian Atlantis and Egypt, (Ancient Egypt, December).

Toynbee, A.J., 1947, Civilization on Trial, Newyork Oxford University Press.

Zaibert, V. F., 1992,  Atbasarskaya Kultura (Атбасарская Культура). Rossiyskaya Akademiya Nauk, Uralskoe Otdelenilye, Ekaterinburg.

Zaibert, V. F., 2009, Botayskaya Kultura (Ботайская Культура), Kaz-Akparat, Almatı.

Yazar
Mustafa ERGÜN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen